kimlik etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
kimlik etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

19 Ekim 2024 Cumartesi

"Kürt Sorunu"

 

4 Şubat 2023 Cumartesi

İnkâr edenle uzlaşılmaz!


Devlet
, egemen anlayışın hedef ve amaçlarına ulaşmasını sağlamak için kurulan organizasyondur. Devletin, ülkenin mevcut ve olası sorunlarını çözmek için yurtiçi ve dışında yaptığı tüm çalışmalara da siyaset denir. 

Otokrat siyaset, kişiye özel buyruklarla yapılır. Demokratik siyasette ise yönetme yetkisini almış seçilmişler ve atanmış bürokratların iş birliğinde yapılır. Ancak bu yönetimler, meclis, yargı ile sivil toplumun gözetim, denetim ve sorgulamasına açıktırlar. 

Ülke yönetiminde etkili bir politikacı olmak zor ve uzun bir süreçtir.     

İstekli ve iletişim becerisi güçlü olan aday politikacılar, önce kendisi için bir görüş, bir siyasal oluşum, farklı kimlikler bularak gelişir, çoğalır ve sosyalleşir. Ve bulduğu arkadaş/yoldaş/taraftarlarıyla birlikte yol almaya başlar. 

Bugün yurdumuzda yılların yorgunu bir iktidar, irili ufaklı birçok parti ve çok sıkıntılı günler yaşayan halkımız var.

Halkın büyük çoğunluğu yaşamakta olduğu; yoksulluk-yolsuzluk-yasaklarla birlikte ülkeyi saran korku ikliminin de bitmesini istiyor. Bu nedenle de yapılacak seçimi sabırsızlıkla bekliyor. 

Ancak seçimi tek başına kazanıp bu haklı isteklere çözüm bulacak hiçbir partimiz yok! 

Ama bunun çaresi var: muhaliflerin bir koalisyonda buluşması!

Her partinin kendisine özel hedef-amaç-ilkeleri ve diğer anlayışlarla benzerlik ve zıtlıkları vardır (ki olacak, olmalıdır da).       

Koalisyon uzlaşı demektir. Eğer her grup/parti kendisine özel hedef ve anlayışları öne çıkarmaz, ortak hedefler arar bulursa, uzlaşı olur.  

Tarih boyunca denenmiş, damıtılarak günümüze ulaştırılmış 'etik değerler' böyle bir uzlaşının temelini oluşturabilir. (Etik: Yunanca "kişilik, karakter" anlamına gelen "ethos" sözcüğünden türemiştir. Doğru davranışlarda bulunmak, doğru bir insan olmak ve değerler hakkında düşünmek demektir). 

İşte bu değerlerden birkaçı: doğruluk, dürüstlük, eşitlik, sadakat,  saygınlık, güvenilirlik...  

Fakat bazı kişi ve gruplar insanlığın bu ortak değerlerini çok bencilce kullanırlar. Bunlar kendilerini toplumsal yaşamın ana öznesi, 'öteki' olanları ise birer nesne olarak görürler. 

Örneklersek; çok uzaklardan gelen cetlerinin, yerleştikleri bu coğrafyanın tek hâkim öznesi ve sahibi kabul ederler. 

Buralarda yaşayıp da 'öteki' olanların; dili, tarihi, coğrafyası, kültürü yoktur, yani onlar kimliksizdir! 

Bu 'kimliksiz' sayılanlara bazı haklar da ancak kendilerine bağımlı ve benzer oldukları ölçüde tanınan bir lütuftur!   

Bu genellemelerden sonra uzak-yakın tarihimizin sayfalarını eğer birazcık aralayıp ülkemiz özeline bakarsak, bu coğrafyanın; çok dilli, çok inançlı, çok kültürlü bir yurt olduğunu... 

Ve buradaki her farklılığın; kimliğini, dilini, inancını, töresini yaşadığını...  Çocuklarına, köyüne, kentine, hayvan, çiçek, böcek, dağ, ova, ırmak  ve coğrafyasına kendi dilinde adlar verdiğin... Dili, inancı, töresi, türküsü, sazı, öyküsü, masalı ... ile birer birer kültür oluşturmuş olduğunu görürüz.  

Peki eğer bunlardan sadece Türk ve Türkçeyi kabul ederseniz: Kürt/Kürtçe, Laz/Lazca, Çerkes/Çerkesce, Gürcü/Gürcüce..., Alevi, Sünni, Süryani, Ermeni, Ezidi, Roman ..., Baran, Berivan, Xezal... Amed, Dersim, Çewlig, Vica, Vitze, Arkabi ..., Kürdistan, Lazistan ne olacak? 

İşte bunlar bizim gerçeklerimiz, sosyolojimiz ve tarihimiz! Burada yaşayanlar var oldukça onların, isimleri, dilleri, inançları, kültürleri de olacaktır/olmalıdır! Çünkü bunlar herkes için olması gereken 'insan hakları', bunları engellemek ve yok saymak da bir 'insanlık suçu'...

Bunları inkâr etmek insanlığın etik değerlerini yok saymaktır.

Bu nedenle istiyoruz ki;

  • Ortak yurdumuzda herkesin 'insan hakları' olsun! 
  • Herkes anadilinde eğitim alıp konuşsun, yazsın! 
  • Silahlar sussun, gençler ölmesin, analar ağlamasın!
  • Öldürmek için harcanan kaynaklar, halka iş-ekmek sağlasın!
  • Suçlu cezasını çeksin, külfet ve nimet eşitçe paylaşılsın!
  • Bizim seçtiklerimiz, kentimiz ve ülkemize hizmet sunsun!
  • Birlik olalım, dostça oturup gülelim, eğlenelim, çaylar içelim!
  • Yurdumuzda huzur, barış, demokrasi içinde bir yaşam olsun! 

Fakat bu isteklerimiz HAYIR! diye karşılık buluyor ve diyorlar ki:

  • Buranın tarihi Türk ile başlar ve buradaki herkes Türk'tür!
  • Anadilimiz Türkçe! Şehir, dağ, ova, ırmak çocuk adları ve türküler Türkçe olacak! Ne mutlu Türküm diyene!  
  • Kaynaklarımız top, tüfek, bomba olup öldürecek, gençlerimiz şehit olacak, analar başka şehit adayları doğuracak!
  • Suçlu bizdense cezasız, külfet sizin, nimet bizim olsun!
  • İradenizle seçtiklerinizi istemiyoruz, kayyımlarımız yönetsin!
  • Siz 'ayrılıkçısınız', zalimi-zulmü yenmek için sizin dostluğunuza gerek yok, 'kilit oylarınız' yeterli!
  • Top-tüfek-bomba ile 'ötekiler' yok olmadan ülkede huzur, barış ve demokrasi olmaz!  
Bunlarla yetinmeyen iktidar ve muhalefet sözcüleri şimdi de söz birliği yaparak kanal kanal dolaşıp: Biz HDP'yi değil almış olduğu altı milyon oyu istiyoruz! -demekteler.

HDP, demokratik siyaset isteyen, savaşa-ölüme hayır, barış içinde yaşamaya evet diyen bir parti. 

Gökkuşağı anlayışıyla 'öteki' sayılan herkese kucak açan HDP'nin kazandığı 59 Belediyeye kayyum atandı, başkanları, vekilleri, on binlerce üyesi tutuklandı, parasına el kondu ve kapatılmak isteniyor! 

Bunlara sessiz kalanlar ve 'merhaba'  diyemeyenler şimdi çıkmış: 

"Altı milyonun oyu istiyoruz!" -diyebiliyorlar.

Ve demek istiyorlar ki:

Bu organizmaya karşıyız, fakat onun organlarını istiyoruz! 

Bu binanın bölümlerini, duvarlarını değil ama tuğlalarını istiyoruz! 

Ne kadar da trajikomik bir durum değil mi?

Ey uyanıklar, uyanık geçinenler! 

Zaten 'öteki’ sayılan altı milyon olmasaydı HDP olmazdı ki! 

Çınar ağacı devrilecek siz de odun toplayacaksınız, öyle mi? 

Sizi gidi kendisini en akıllı sayan fırsatçılar sizi!  

İşte bu yüzden inkâr edenle uzlaşılmaz! 


 Emin Toprak - DOSTÇA

         Diğer yazılarım için tıklayınız   

30 Ekim 2020 Cuma

TORTUM ŞELALESİNDE GÖKKUŞAĞI

Gökkuşağı; güneş ışığı ışınlarının, su zerrecikleri arasından geçerken uğradığı kırılma ve yansımalar sonucu oluşan bir fizik olayıdır. 

Gökkuşağı; içinde üç ana renk ve milyonlarca ara renk barındırır, tıpkı insanlık gibi... Gökkubbedeki bu dizilişte; hiçbir rengin önceliği, üstünlüğü yoktur, bunun için itiş-kakış olmaz, kimse diğerine "sen dur, sen gelme, sen yoksun" demez, her renk farklılığından onur duyarak sıradaki yerini alır. Renklerden her birini tek tek ve hepsini birlikte güzel kılan da budur zaten. İşte, bu uyumluluk, bu çoğulculuktur onları bir halkada buluşturan ve izleyenlerini sevindirip, onlara coşkulu anlar yaşatan. 

Eğer, "Gökkuşağı, herkesin sevip hayran kaldığı bir doğa olayıdır" diyecek olursam, sanırım bu genellemeye itiraz edecek hiç kimse olmaz.

Ben, pek çok yerde, çokça defa gökkuşağı görmüş ve o görsel şöleni hayranlıkla izlemiştim. Fakat hiçbirisi beni, Tortum Şelalesinde olduğu kadar etkilememişti.  

O gün, baharın bittiği, yazın başlamak üzere olduğu bir gündü, Tortum Çayı suyunu22 metre genişlik, 48 metre yükseklikten coşkulu sesler çıkararak aşağıya akıtırken, suyun çok az bir kısmı buhar olup göğe yükseliyor, kalanı da uğultulu köpükler saçarak, hızlı bir telaş içinde yer yatağına doğru yol alıyordu.  

Grubumuz, suyun yatağına varmak için o sarp, dik, dolambaçlı patika yoldan aşağı inmeye çalışırken, vadinin karşımızda olan yanını ve su yatağının yarısını gökkuşağı sarmalamıştı. Bu görüntüden büyülenmiş, biran kanatlanıp uçmak istemiş, hatta gökkşağının çok yakınımda olduğunu sanmıştım... Bu duygular içinde ona dokunup sarılmak, onu okşayıp sevmek istemiştim. Ve sanırım bu uçuk duyguyu sadece ben değil, o an çığlık çığlığa inmekte olan herkes yaşıyordu. 

***

Mevlâna, herkese "GEL"diye çağrıda bulunsa da, "insanlık" henüz; Gökkuşağı, halay ve türkülerin yakaladığı uyum-saygı-coşku birlikteliğinden çok uzak. Olmuyor işte. Olmuyor! Olmaması için; ego, ben, çıkar, ırkçılık, kötü niyet, kötü liderler gibi pek çok engel var.  

Bugünlerde yine çatışma ve savaşlar çıksın diye bazı güçler ayakta... İnsani değerleri yarıştırıp,insanlara ölüm ve acılar yaşatıyorlar. İşte çok güncel bir örnek: 

Fransa'da bir öğretmen derste; "ifade özgürlüğü (!)" anlatacağım diye, geçmiş yıllarda inançlar arasında öfke, kin, nefret yaratan, eylem ve ölümlere neden olan bazı görselleri kullanmıştı. Öğretmenin bu yanlışı için yasal yollardan hesap sorma başlamadan öfke köpürtülmüş, sınıf-okul-ev duvarlarını aşarak sokağa taşınmıştı:  

Nefret duygularıyla dolu 18 yaşındaki bir genç, tartışmalara neden olan öğretmeni okuldan çıkıp evine giderken yakaladı ve vahşice öldürdü. Katil genç, bu vahşi eylem sonrasında ne kaçtı ne de pişmanlık duydu, aksine bu vahşeti övünç konusu yaptı ve olayın görsellerini sosyal medyada paylaşarak herkese duyurdu. 

Böylece olay, inançlar arası nefret iklimi yaratmak isteyen fanatikler için bir fırsat olmuş ve hem uluslararası hem de dinler arası bir kriz doğurmuştur. Böyle olaylar olduğunda; toplumun öfkesini yatıştıracak, barış ortamı sağlayacak sağduyu sahibi liderlere ihtiyaç vardır.

Ama günümüz liderlerinin pek çoğu kendi politik çıkarlarını düşünüyor, bunun içinde stada değil de sadece kendi taraftarlarının olduğu tribüne yöneliyor, onlardan alkış bekliyorlar. Puan kazanmak için de bir provokatör edasıyla karşı tarafı tahrik edecek söz ve eylemlerde bulunuyorlar. Oysa liderler, saldıran değil karşı tarafın kutsallarına saygı duyan, barış için çaba harcayan olmalıdırlar.

Demek ki bunlar gerçek lider değilmiş.

Bilindiği gibi tarihi boyunca insanlığın; paganizm, putperestlik, çok tanrıcılık, tek tanrıcılık, deizm, ateizm gibi çok çeşitli inançları olmuş ve her inanç da kendi içinde birbirine düşman onlarca mezhep, tarikat, cemaat gibi parçalara ayrılır. Sonra da her biri: en doğru, en esas, en saygın, en gerçek olanın sadece kendi yolları, kendi inançları ve kendi kutsalları olduğunu, diğerler insanların; sapkın, safsata, değersiz, günahkar olduğunu savunur, bu amaçla savaşırlar. 

Oysa dünyada pek çok aile, pek çok millet, pek çok din, pek çok dil, pek çok yaşam biçimi, pek çok kültür ve pek çok kimlik var. Bunların da her biri kendilerini; en iyi, en doğru, en gerçekçi, en saygın "en, en, en..." sayarken başkalarını ise günahkâr, sapkın, önemsiz, değersiz, becerisiz, safsata sanıyor. 

Peki, sizce bunda bir tuhaflık, bir acayiplik, bir riyakarlık yok mu?

Peki, hangi din, hangi inanç, hangi mezhep, hangi tarikat, hangi cemaat, hangi millet, hangi dil, hangi yaşam biçimi, hangi kültür veya hangi kimlik "en, en, en..." olandır

İnsanlık şiddete dayalı bu iklimden nasıl kurtulur?

Dünyadaki savaş-şiddet illeti, insanlığa atalarından kalmış ve genlerine sinmiş kanlı bir miras... Bu mirası bir anda ret etmek kolay değil, ama bundan kurtulmak gerek. 

Peki o halde ne yapmalı, nasıl yapmalı?

Öncelikle her inancın, her dilin, her kültürün saygın olduğu ve her kimliğin "insan hakları" bulunduğu gerçeğinin kabulü gerekir.

Bu, birlikte barış içinde yaşama anlayışıdır, oluşması için de anne-baba-bebek ile başlayıp her toplumsal birime ulaşacak olan bir "insani eğitim" gerektirir. 

Ancak o zaman, sadece bir ülke değil, tüm dünyada yaşanacak ılıman bir barış iklimi oluşur.

Ancak o zaman, birbirine ve değerlerine saygı gösteren bireylerden oluşan toplumlar; demokratik, laik, eşitlikçi anlayışlarca yönetilir. 

Ancak o zaman, ego, bilgisizlik, nefret, hırs, baskı, sömürü ve "en, en, en" olmak safsataları son bulur.

Ancak o zaman, kanlı, kinli savaşlar durur ve barış olur.

Zaten bu başlangıç da yeter dünyaya... 


Diğer yazılarım için: tıklayınız


11 Ekim 2019 Cuma

Adalet+Vicdan+Ahlak=BARIŞ

Adalet, Vicdan, Ahlak…

Bunlar her kişi ve her toplumda bulunan çok önemli insani değerler…

Baskıyla suskun kılınan toplumlarda, bu değerler aşınır ve zarar görür. Bunun için o toplum ve insanları; kendileriyle barışık olmadan, huzursuz, mutsuz, özgüvensiz ve başları öne eğik yaşarlar.

Çünkü her sağduyulu her vicdan; çevrede olup bitenleri izler, düşünür, yorumlar. Haksızlık-adaletsizlik görürse de, karşı çıkması için sahibinin içini kemirir, onu huzursuz kılar ve sürekli uyarır. Buna rağmen vicdan sahibi, olup bitenlere karşı çıkmaz, sessiz ve duyarsız kalırsa da ona isyan eder.

Bunun içindir ki, böyle toplumlarda çoğu kişi kendi vicdanı ile kavgalı durumdadır.

Bunun içindir ki, böyle toplumlarda insanlar yiten değerlerini hep arar dururlar.

Ve hem de böyle toplumlara ikiyüzlü bir ahlak egemen olur. 

Çünkü: 

Büyük çoğunluk, kendi vicdanının haykırış ve isyanını haklı görse de, ‘bencil’ davranır, “bana ne” der. Ve bu isyanı “sus, sus!..” diyerek bastırır. Demek ki, topluma ikiyüzlü bir ahlak egemen olmuş, çoğu kişi dürüstlükten uzaklaşmış ve “üç maymunu” oynuyor. 

Bazı kişi ve gruplar ise, kendi vicdanlarının haykırışını haklı görüp, zalime, zulme ve haksızlıklara karşı dururlar.

İşte o zaman aranan “düşman” ve “ötekiler” bulunmuş olur...  

Bu “düşman” ve “ötekiler”, egemenler ve onların kukla fedailerinin hedefi haline gelir. O zalimlerin hışmına uğrar, işkence görür, kaybolur, tutuklanır ya da öldürülürler… 

Artık egemenlerin doymak bilmez bir açgözlülükle yaptığı sömürü, dayatma ve baskı düzeni etkili olmuştur. Çoğu insan, olup bitenleri içine sindiremez, adil, ahlaki bulmaz, fakat çaresizlik ve korku onların boyun eğmesini sağlar.

Böylece ‘sus düzeni' kurulmuş olur.

***
Suskun toplumda egemenler ile işbirlikçileri; şimdiki ve gelecek çıkarları için sus düzeni kurmuşlardı ya... İşte bu düzende dört iklim yoktur, sadece ‘korku iklimi’ vardır.

Korku ikliminin amacı: var olan düzeni korumak ve yarını garantiye almaktır. Bu amacın gerçekleşmesi için de:  

Bir: Her gün kendi vicdanlarına “sus!..” deyip, kavga eden büyük kitleyi oyalamak…

İki: Olup bitenlere susmayıp, karşı olan (muhalefeti), ötekileştirerek, düşmanlaştırarak sindirmek ve etkisiz kılmak gerekmektedir.

Yöntem olarak toplum mühendisliği ile algı oluşturmayı seçerler. Bu yolla, toplumun birer zenginliği olan; kimlik, dil, düşünce, inanç gibi farklılıklarını, etik olamayan, ahlaksız söylenti, yalan, iftira, hilelerle düşmanlık, kin ve nefrete çevirirler. Böylece toplumu kolayca bölüp parçalar, düşmanlıklar yaratırlar.

Araç olarak, kitlelere ulaşımlarını sağlayan meydanları ve sözlü-yazılı-görsel iletişim araçları olan: TV, radyo, gazeteleri etkili kullanırlar. Bunlar aracılığıyla algıya dönüştürdükleri yalanlarını hamaset yaparak anlatırlar.  
(İktidar, iktidar olmanın sağladığı güçle, bu yöntem araçları zaten kolayca ele geçirmiştir.)

Yöntem ve araçların oluşturduğu yapay algılarla; savunmasız ve korumasız olan kişi ve gruplar kolayca ‘düşman’ ilan edilir ve onlara ‘mahalle baskısı’ uygulanır. Hatta yaratılan bu sanal düşmanlıklar yardımıyla kitlesel ölümlere neden olacak haksız savaşlar bile çıkartılır.

Yıllardır her akşam bazı TV kanallarında; adalet, vicdan, ahlak diye diye topluma; adaletsizlik, vicdansızlık, ahlaksızlık aşılıyorlar. Ve adeta “kim kime daha çok hakaret edecek” yarışması düzenliyor gibiler.  

Her gün toplumun karşısına çıkan bu kişiler, orada olamayan ve cevap hakları yok edilmiş olanlara küfür edip hakaret yağdırıyorlar. Ve sık tekrarlarla söyledikleri bu zırvalarına, bir gün sonra kendileri de inanır hale geliyorlar.

Peki, bunlara ‘dur’ demekle görevli kurum ve makamlar niçin susuyor!?..

Çünkü korku ikliminde, bu kişiler hiç sorgulanamaz ve ceza almazlar…

Çünkü karanlık eller korumaktadır bunları…

***

Adalet-Vicdan-Ahlak; ‘neden sonuç’ ilişkisiyle iç içe geçmiş, birbirini tamlayan, üç insani değer…

Adalet+Vicdan+Ahlak=BARIŞ

Eğer bir toplumda:                               

Yargı; bağımsız-tarafsız-hukuka uygun kararlar vererek adaleti sağlarsa...

Yönetim; demokratik-eşitlikçi uygulama yaparak vicdanları rahatlatırsa...

İnsanlar; adil, vicdanlı, ahlaklı olursa... 

İşte o zaman savaş değil BARIŞ olur.



Yazarın diğer yazıları için tıklayınız