Eğitim etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Eğitim etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

16 Mart 2024 Cumartesi

Öğretmen yerine İmam!


Bir günün tarihçesine baktığımızda, birden çok acı-tatlı olay yaşandığı ve her olayın da bir öyküsü olduğu ortaya çıkar.  

28 Ocak 2024 Pazar

Okullarda Neler Oluyor? (1)


18 Şubat 2022 Cuma

Ankara Barosunda İnsan Hakları


İnsanların, 'insanca' yaşamak için; hak, hukuk adalet arayış mücadelesi çok eskilere dayanır.

Tarih; M.Ö. 400'lü yıllarda Sokrates, 1633 yılında Galileo, 900'lı yıllarda Hallac-ı Mansur, 1410'lu yıllarda Nesimi, 1894'te Dreyfus ve benzerinin dava ve savunmalarını günümüze taşır. Bu nedenle de davaların sonuç ve yankıları herkesçe az-çok bilinir. Zaten bu davaları hiç de aratmayan dava ve savunmalar günümüzde de devam etmektedir.

Toplumsal yaşam bir organizmaya benzer, eğer bu organizmanın tüm organları işbirliği içinde çalışırsa, o zaman güvenlikli, sağlıklı ve huzurlu bir yaşam olur.

İşte bu anlayışla yaşama şekil verecek devletler kurulmuştur. Ne yazık ki devletler hep güçlüden yana olmuş çoğunlukları ezip sömürmüştür.

 

Kabul edilen iki görüşe göre:


Tarihte ilk kez M.Ö. 1760 yılında Mezopotamya'da, Hammurabi Yasaları ile devleti yöneten kral veya egemenlere yazılı olarak yetki verilmiştir.


15 Haziran 1215'de ilk anayasa sayılan Magna Carta ile Birleşik Krallığın (İngiltere) yetkileri kısıtlanmıştır.


***


Demokrasinin olduğu toplumlarda her kurumun, insan haklarını esas alan, herkesi eşitlikçi anlayışla kucaklayan ilkeleri ve etik kuralları vardır. Bu toplumlarda, her kurum ilke ve kurallarıyla, diğer kurumlarla işbirliği yaptığı için daha sağlıklı ve huzurlu bir yaşam iklimi oluşur. 

Kuşkusuz topluma hizmet sunan her kurum saygın ve önemlidir. Fakat eğer ülkenin yargı, eğitim, sağlık ve akademi sistemlerinde, onların ilke ve etik kurallarına uygun bir hizmet sunulmuyorsa, o zaman toplumsal bir kaos başlar. Hele bir de kurumların ilke ve kurallarını gözetmeyen, tek elden yönetme istekleri varsa, o ülkelerde hem çalışmak hem yaşamak çok zorlaşır.

Örneğin:

Yargıda; savcı-avukat-hâkim eğer hukuka uygun soruşturmaz, savunmaz ve karar vermezse, 

Eğitimde; öğretmen, eğer her birey saygındır diye eğitip, öğretmezse, 

Sağlıkta; doktor, eğer Hipokrat yeminine bağlı olarak çalışmazsa,

Akademide; akademisyenler, öğrencisiyle birlikte bilimi rehber almaz, araştırmaz, buluş yapmaz, konuşup öneride bulunmazsa.

İşte o zaman diğer kurumlar görevlerini tam yapsa bile, artık toplumsal çark düzenli dönmez, ülkede kaos başlar. 

Oysa demokratik ülkelerde, zorlukları azaltmak ve kolaylaştırmakla görevli yönetimler; sadece kurumların ihtiyaçlarını, aksayan yönlerini belirleyip gerekli bakım-onarımları yapar, öneri ve istekler için karar alır, yasalar hazırlar ve uygulamalarıyla herkese ayrımsız eşit hizmet sunarlar.

Ne yazık ki şimdilerde; kurumlarımız tek elden yönetildikleri için kurumlar etik kurallarına uygun çalışamıyor sadece emirle istenenleri yapıyorlar. Bu durum da ülkede ekonomik ve sosyal pek çok soruna neden oluyor. 

Yukarıda, yargı-eğitim-sağlık-akademi sıralaması yapmıştım ya, şimdi de ilk sırada olan yargıya biraz değinmek istiyorum. Çünkü devletin en öncelikli görevi, ülkede güvenliği sağlamak, özgürlükleri korumaktır. Ve devlet bu görevi ancak yargı denetiminde yaparsa başarıya ulaşır.

Yargı sistemi; Savcı-Avukat-Hâkim üçlüsünün oluşturduğu bir kamusal hizmettir:

Savcı, duyumunu aldığı suç hakkında soruşturma başlatıp, ilgilileri dinler sonra da eğer suçun oluştuğu görüşüne varırsa o zaman edindiği bilgi ve kanıtlarla bir 'iddianame' hazırlayıp mahkemeye sunar.


Avukat, hem suçlanan hem de suçlayan gerçek ya da tüzel kişilerin haklarını savunur ve onlara yol gösterir (Savcı ve Hâkim devlet adına görev yaptıklarından, bireyi devletin gücü karşında koruyan biricik güç savunma gücüdür). 

Hâkim ise savcıyı, avukatı, şikayetçiyi, sanığı, tanıkları dinleyerek ve kanıtları değerlendirerek bir karar verir. 


Çok kapsamlı ve uzmanlık gerektiren yargı konusu için bu açıklamayla yetinip daha güncel konulara gelelim istiyorum.


***


AYM Başkanı Arslan: "Bugün Anayasa Mahkemesinin önünde 66 bine yakın bireysel başvuru bulunmaktadır... Ocak 2022'de bize gelen başvuru sayısı 12 bine yakın..." diyor.


2021 sonunda Türkiye'den AHİM'e 15 bin 251 başvuru olmuş!


Peki, AYM ve AHİM'e kimler ve niçin başvururlar?


Bu soruya en uygun cevap: "Onlar, insani hakları ihlal edilenlerdir!"


Demek ki, ülkemizde pek çok insanın hakları ihlal ediliyor!


Er-geç tüm suçlananlar; ‘geç gelen adalet’ ile aklanacak, fakat onların acı ve yaraları hep kalacak!


Karnesine: ‘İnsan Haklarını İhlal’ yazılan ülkemiz hem de maddi-manevi tazminatlar ödeyecek! 


Fakat, 'hak ihlaline fail' olanların yaptıkları, yanların kâr kalacak! 


Şimdi de yazıya başlık olan konuya gelelim. Çünkü yargının üçüncü ayağı olan 'savunma' alanında, etik olmayan bazı olay ve uygulamalar var!


Ankara Barosu, 20 bin üyesi, bünyesinde de 'İnsan Hakları Merkezi' olan büyük bir barodur. Geçen hafta baro yönetimi ve 'İnsan Hakları Merkezi' arasında yaşananlar, divanı oluşturan 9 kişiden 5'nin istifasına neden oldu. İstifa edenlerin iddiaları kısaca şöyle:

  • 'İnsan Hakları Merkezi'nce yapılan bir çalışma ile, Ankara TEM Şube Müdürlüğü'ndeki işkence iddiaları hakkında rapor hazırlanıp Ankara Barosu yönetimine sunuluyor. Ancak, baro yönetiminin bu rapordaki 'mağdur beyanlarının' sansür ettiği...
  • 'İnsan Hakları Merkezi'nin, avukat ve hasta bir mahkûm olan Aysel Tuğluk için hazırladığı açıklama 'isme özel' olduğu gerekçesi kabul edilmezken ve aynı konuda 20 baro tarafından hazırlanan açıklama imzalanmazken, iki gün sonra 'Sedef Kabaş' ismiyle bir açıklama yapılması...
  • Bazı AHİM kararlarının sansürlenmesi ve Nazlı Ilıcak gibi bazı kişiler hakkında verilen kararlara aylık bültenlerinde yer vermemek...

Bunları ve çokça benzer açıklama ve ses kayıtlarını sosyal medyada da bulabilirsiniz.


İşte bir de istifa örneği:


"Geldiğimiz aşama itibariyle, Ankara Barosu yönetimiyle bir insan hakları mücadelesi vermenin mümkün olmadığına olan inancımla, insan hakları merkezi başkan yardımcılığı görevimden istifa etmiş bulunmaktayım." 


İnsan hakları, renk, ırk, dil, din farkı olmaksızın herkes içindir. Bu hakları korumakla görevli olanların en başında barolar ve avukatlar gelir.


Eğer bu haklar, herkes için değil bazıları için uygulanırsa, işte o zaman şimdilerde olduğu gibi AYM ve AHİM önünde kuyruklar oluşur. 


Görevi, ayırım yapmaksızın tüm mağdurları savunmak olan baro ve avukatlar, eğer bazı insanların haklarını yok sayar ve bazılarını da kayırırsa: Vah! Vah! demek yetmemeli, ses vermeli.


Emin Toprak- DOSTÇA

Diğer yazılarım için tıklayınız


25 Eylül 2020 Cuma

“Kim var imiş, biz burada yoğ iken”


Bazen bir sözcük, bir dize, bir ezgi, bir tat, bir koku, bir çığlık, bir kahkaha... alıp götürür sizi uzaklara, kendi derinliklerinize. O zaman tünelinde, düşler kurup kendi içsesinle baş başa kaldığında; sevinir, üzülür, yapar, yıkar,  taraf olur, karşı çıkar,  hayran kalır, saygı duyar, halden anlar ve hani bir karmaşa yaşarsın ya!

Birkaç gün önce aynen böyle oldu. Bu kez de:

17. yüzyılda Torosların doruklarındaki Alevi-Türkmen aşiretinin bir bireyi olarak doğan ve saz çalıp söyleyerek, insanlığa mal olmuş olan halk ozanı Karacaoğlan'ın dizeleri etkiledi beni. 

Şu yalan dünyaya geldim geleli" şiirinde tarihi (geçmişi) sorgulamış ve adeta bugünkü işgalci-ırkçı-faşist anlayışlarda insani bir farkındalık yaratmak istemiş:

“Sual eylen bizden evvel gelene

Kim var imiş, biz burada yoğ iken” 

Karacaoğlan'ın bu dizeleri; tarihi, felsefeyi, sosyoloji ve sosyal psikolojiyi barındırıyor. İnsanları geçmişe saygı duymaya ve empati yapmaya çağırıyor.

İki dize beni çok etkiledi; kendimle konuşturdu, tartıştırdı, düşündürdü ve geçmiş yaşanmışlıklara götürdü. 

*

Ve büyük Usta'nın “Kim var imiş biz burada yoğ iken” sözüne uyup etrafa bakırken:

Geçmişten kalmış; evler, konaklar, kaleler, saraylar, ibadet mekanları ve kazılarla gün yüzüne çıkan; mezar, anıt, yazıt, heykel, takı, gömü, savunma-saldırı silahları... Bu kalıt ve izler o coğrafyanın belleği... Daha gün yüzüne çıkmamış nice insanlık mirası olduğunu gördüm/düşündüm.

Kalıtlarda izi olanları; yazılı belgesi olmayanları bir grup, yazılı belgeleri olanları da dört grup sayıp toplam beş gruba ayırdım: 

1. Yazılı belgesi olmayanlar muhtemelen deprem, yangın, sel, salgın, kıtlık ve savaşlarla yok olmuş olanlar... 

2. Bu toprakları asırlarca yurt edinmiş kadim halklar.... 

3. Coğrafyalarında yaşama şansları kalmadığı için göçle gelenler...  

4. İnançlarını yaymak için gelenler... 

5. Buralardaki kaynakları uzaklardaki egemenlerine götürmek için gelenler...

Şaşaalı görünseler de dünyadaki tüm imparatorlukların, zalimane eylemler yaptıkları gerçeği ortadadır: Kimi işgal, kimi fetih diyerek kendilerinden daha güçsüz olanların topraklarını ele geçirdiği, orada yaşayanları esir-köle sayarak canlarını, mallarını aldığı, başka yerlere sürgün ettiği, o coğrafyanın yer ve bölge isimlerini, dillerini, kutsal değerlerini, inançlarını, kültürlerini ve yaşam tarzlarını yok etmeye  çalışmışlar... Ve ne acıdır ki, başarılarını da yaşayan mazlum halkları birbirine düşman ederek, çarpıştırarak elde etmişlerdir. 

İşte bu tarihi gerçekleri bir kez daha hatırladım. 

*

Sonra da kendi yaşanmışlıklarım dizildi karşıma:

Öğrencilik yıllarında bize neden-niçin sorgulaması yaptırmadan, sadece savaş kronolojisi ve sözleşme maddeleri ezberleten, bizden başkasını: "kötü/düşman" olarak tanıttığı için hiç sevmediğim "tarih" dersini hatırladım.

Tarih dersine duyduğum karşı duygum, ileriki yıllarda felsefe ve sosyolojiye ilgi duyunca: tarihi bilmek gerekir görüşüne dönmüş olsa da tam olarak bitmemişti. 

Yıllar sonra, Münih Teknik Üniversitesi öğrencisi oğlumun misafiri olmuştum. Oğlumla birlikte yaptığımız, Münih Bilim-Teknoloji Müzesi (ki burası benzerleri arasında en büyük olanlardan imiş) gezisi, çocuk yaşlarımda oluşan tarih dersini sevmeme duygumu tamamen yok etmişti: 

Müze, Alman mimarisiyle yapılmış dört katlı devasa bir binaydı. Giriş katında, en eski(ilkel) tarım toplumlarda kullanılan; obje, araç, gereç vardı. Sonraki her katta (kronolojik sıraya uyularak) toplumsal yaşamı kolay kılmak için kullanılan obje, araç, gereç ve teknoloji ürünleri sergilenmekteydi. Uzay ve iletişim çağı ürünleri en üst katta idi. Her katın tasarım ve donatıları rehberlere çok fazla ihtiyaç duymayacak yalınlıktaydı. 

Müze ziyaretçilerinin büyük çoğunluğu; veli veya öğretmenlerin eşlik ettiği ana okul, ilkokul öğrencisinden başlayıp üniversiteye varan çocuk-genç grubuydu. 

Bu güzel görüntü bana, ülkemiz eğitimi çağrıştırmış ve durumu eğitimci bakışıyla sorgulayıp, yorum yapmamı sağlamıştı. Gördüklerim, eğitim sistemleri arasındaki farklılığı gösteriyordu. Bu farklılığın ülkem çocukları için neden olduğu fırsat eşitsizliği de beni çok üzmüştü. 

Karşılaştırma yapacak olursak diyebiliriz ki:

Buranın öğrencileri tarihi; toplumların geçirdiği değişim, gelişim, savaş, göç ve tüm yaşanmışlıkları olduğunu, müzede sergilenen obje, araç, gereç ve teknolojik ürünleri görüp inceleyerek, onlar hakkındaki açıklamaları yetkililerden dinleyerek... Sınıfta da öğretmenleri rehberliğinde akranları ile birlikte "neden-niçin-nasıl" sorularıyla sorgular, tartışır, yorumlar ve çıkarımda bulunurlar. Eğitim sözlükleri  bunu: içselleştirerek öğrenme diye tanımlar.  

Bizdeki öğrenciler ise tarihi; sınıf kürsündeki öğretmenin kendisine öğrencilik yıllarında ezberletilen savaş tarihlerini, yapılan anlaşma maddeler tekrarını dinler ve eve gidince de hamaset dolu ders kitabından da "kahramanlık" öykülerini defalarca okuyup madde madde, nokta virgül ezberlemeye çalışır. Eğitim sözlükleri bunu da ezberleyerek öğrenme diye tanımlar.  

SONUÇ: Bugün eğitim sistemimizde "imam hatip anlayışı" egemendir, bu anlayışın biricik eğitim yöntemi de: ezberleyerek öğrenme olduğuna göre, uygar ülkeler ile aramızdaki bilimsel ve teknolojik farklılıklar devam edecektir.


Diğer yazılarım için: tıklayınız

1 Haziran 2018 Cuma

Şehir Hastaneleri ve Hapishaneler


Geçen hafta “Neden-Sonuç” ilişkisi ve Türkiye başlıklı bir yazı yazmıştım. Aslında bu yazının konusu olan'Şehir Hastaneleri ve Hapishaneler' de aynı konu içinde birer altküme... Bu kurumlar da ihalelerin girdabında… Buralarda da, aynı neden-sonuç ilişkisi geçerli…

Buralarda dönen, alavere, dalavere, para-pul işlerine (araştırmacı gazeteciler bakmalı diyerek) pek girmeyeceğim.

Peki, o halde neden hastane ve hapishane (cezaevi) konularını yeniden yazma gereği duydum? İşte cevabı: 

Çünkü "hastalık" ve "suç"; toplum yaşamında birer karanlık gölge... Karanlık gölgenin ardı sıra koşmak, ummak, dilemek kurtuluşu olmaz insanlığın... Karanlıktan kurtulmanın yolu; bilimsel eğitimden geçer, sorgulamak, araştırmak ve güneş gibi tepelerine dikilmek gerekir. İşte o zaman gölgeler küçülür ve daha çok aydınlık olur her taraf. 

Çünkü eğitim ve eğitimciler olaylara insan odaklı bakar, bunun için "hastalık" ve "suç" eğitimin konusu... Bunun için konuyu eğitimci anlayışı ile irdelemek istedim. 

Hemen herkesin anlaştığı birkaç tanım şöyle; 
  • İnsan, biyolojik-psikolojik-sosyal bir varlıktır.
  • Eğitim ve eğitimcilerin asıl görevi; insanın çevresi ile barışık, güven içinde ve sağlıklı yaşamasına yardımcı olmaktır. 
  • Sosyal devletin öncelikli görevi: ülke insanlarını, sağlıklı, huzurlu ve güven içinde yaşatmaktır. 
Ortak amaç; insanı hem mikrobik, hem psikolojik hastalıklardan hem de suç(lu)lardan korumak olduğu için; "hastalık" ya da "suç" oluşmadan AR-GE (araştırma-geliştirme) çalışmaları yapılmalı. Bu çalışmalarda elde edilen veriler/bilgiler ışığında hedef kitle ve yetkililere eğitim verilmeli. Hastalık ve suça kaynaklık eden odaklar hedef alınmalı. Halkta “hastalık” ile “suç” hakkında farkındalık yaratılmalı. Ve tüm bu çalışmaları desteklemek için sağlık-güvenlik-hukuk alanlarında yasal düzenlemeler yapılmalı...

Çağdaş ülkelerde insanlar hem hastane, hem de hapishanelere az giderler. Çünkü buralara giden yollar koruyucu önlemler ile daraltılmıştır. 
  
O halde şu genellemeyi yapabiliriz: Eğer bir ülkede hastaneler ve hapishaneler dolup taşıyorsa,  o ülkede hem sağlık, hem güvenlik, hem de eğitim konusunda çok önemli sorunlar vardır...
 ***
Hastaya hastane, suçluya hapishane...

AKP iktidar olmadan önce, hastanelerde; hijyen şartlarına uyulmuyor, oluşan kuyrukları nedeniyle doktorlara ulaşmak çok zor oluyordu… 19-22 Aralık 2000’ta (güya devlet güvencesinde olan) 20 cezaevi "Hayata Dönüş"(!) olarak adlandırılan faşist saldırılar sonucu 32 kişi öldürülmüş, yüzlercesi yaralı-sakat bırakılmıştı. Bu katliam nedeniyle daha sonra yargıç karşısına çıkan dönemin Adalet Bakanı H.S.Türk; "Hayata dönüş, devlet kararıydı." demişti... 

2002 yılında iktidar olan AKP iktidar olduğu ilk yıllarda özellikle sağlık alanında önemli atılımlar yaptı. Bu da halkta "adalet sistemi gelişip düzelecek"  umudu yaratmıştı. Ancak, "tek adam"ın bilgiye dayalı olmayan rastgele kararları ülkeyi sosyal devlet anlayışı ve uygulamalarından hızla uzaklaştırdı. Ve halk geçmişi bile arar oldu.  Hasatlık ile suça yönelmeleri önlemek yerine; hastaya hastane, suçluya hapishane anlayışı önem kazandı ve karşımıza bugünkü tabloyu çıktı: 

Açılan ve daha da açılacak şehir hastaneleri; YİD (yap işlet devret) yöntemiyle, dolara endeksli hazine güvencesi, belli sayıda hasta garantili, ülkenin gelecek otuz yılına ipotek koyucu ve "bir koy, beş al" mantığı ile yapılıyor. Mevcut sağlık sistemi çökmüş ve hasta sayısı iştahları kabartıyor. Bu da, özel hastanelerde daha çok kazanma hırsına neden olmakta, etik ve ahlaki kuralları çiğnemeye yol açmaktadır.

Son günlerde ekranlarda, meydanlarda ve medyada “şehir hastaneleri” övgülerle tanıtılıyor. Oysa bu hastaneler çok pahalı, şehir merkezine çok uzak, buralara engellilerin ve hastaların ulaşımı çok zor… Ama yine de olsun, bu hastaneler beş yıldızlı otel gibiymiş de falan, filan… 

Bir de sessiz ve hızlıca yapımı süren fakat hiç reklamı yapılmayan hapishaneler var. Şubat 2018 verilerine göre: 208 bin 830 yatak kapasiteli hapishanelerde 235 bin 888 tutuklu ve hükümlü bulunuyor (Bazı hapishanelerde uyumak için yataklar dönüşümlü kullanılıyor)... Ama müjde bu yıl 38, 2023 yılına kadar da her yıl 50 tane yeni hapishane yapılacakmış!...

Geçen haftaki yazımda; “Her olay/durum, neden-sonuç ilişkisi içinde gelişir ve her sonuç da başka bir nedene dönüşüp daha başka sonuçlara evrilir.”  demiştim ya... Şimdi de: 

Diyorum ki; ülkedeki baskıcı yönetimin uygulamaları nedeniyle, çokça insanımız, ya hasta olup, hastanelere, ya da “suçlu” sayılıp hapishanelere gidiyor… 

Diyorum ki; eğer ülkede bir korku iklimi egemen olmuşsa; hastaneler ve hapishaneler dolup taşacak, yeni hastanelere, yeni hapishanelere ihtiyaç olacaktır. 

Diyorum ki; bugünkü "tek adam" yönetimi, acaba hastaneler, yollar, köprüler, tüneller, hava alanları için uyguladığı YİD yöntemini hapishaneler için de uygulasa...  Yani belli sayıda tutuklu garantisi ve hazine güvencesi vererek hapishaneleri de yaptırsalar daha kârlı çıkmazlar mı?

Kim bilir, belki de bu koşullarla anlaşmışlar bile... 

Ne dersiniz?


Yazarın diğer yazıları için tıklayınız