inanç etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
inanç etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

19 Ekim 2024 Cumartesi

"Kürt Sorunu"

 

17 Mart 2023 Cuma

Etik ile Önyargılar


Bugün bazı bilimsel ve insani kavramların ağırlıklı olduğu bir yazı yazmak istiyorum. Dilerim ki bu amacıma ulaşırım. 

'Etnoloji'; insanların yeryüzüne dağılışını ve etnik gruplara ayrılmasını inceleyen bilim dalıdır. Toplumları oluşturan milletlerin; biyolojik-fiziksel, ırk kökeni, tarihsel türeyiş, dağılış, töre, dil, kültür durumlarını inceler, araştırır ve karşılaştırır. 

2015 yılında etnoloji kaynaklarında; dünyada 208 ülke, 7,472 dil-lehçe olduğu bilgisini paylaşılmıştır.

Bu ansiklopedik bilgiyi sunduktan sonra, biraz da dünyadaki çok dilli, çok kültürlü ortak yaşamı, kolaylaştıran ya da zorlaştıran bazı kavram, anlayış ve uygulamalara bakalım.

Etik; dünyadaki ortak değerler sisteminin adıdır.

Etik; din ve otoriteden etkilenmeyen, inanç, ırk, cinsiyet ayrımı yapmayan, sevinçleri ve acıları ortak kılan, herkesçe 'doğru' sayılan duygusal anlayış ve eylemler bütünlüğüdür.

Etik anlayış; 6-7 Şubat Depreminin hemen sonrasında, dünyanın her yerinden ülkemize gelerek, depremzedelere el uzatmaktır.

Etik değerler; itiraz edilmeden evrensel düzeyde kabul görür ve ayrım yapmaksızın herkesi kucaklar.

Etik değerlerin amacı; dünyadaki çok dilli, çok kültürlü insan çeşitliliği için barışçı, daha yaşanır, daha kolay, daha insani bir yaşam kurmaktır...

Ancak dünyada, etik değerleri önemsemeyen, sadece belli bir grubun çıkarını önceleyen, önyargılarıyla toplumsal ve bireysel davranışlarda bulunanlar da vardır.  

Bunlar; insanlığı düşünmeyen; 'bize-bana yetsin yeter' diyen; ırkçı, bencil anlayışı olan kişi, grup ve yönetimlerdir. Bu anlayışla yola çıkanlar, taraftar kazanmak, sorunsuz olarak hedefe ulaşmak için de 'algı' ve 'önyargılar' üretir, bunlarla da insanları düşmanlaştırıp çatışırlar.

Bu düşmanlık ve çatışmaları, dünyanın uzak yerlerine gitmeden, coğrafyamızı  paylaştığımız ülkelerde de sık sık görürüz. İran-Irak-Suriye yani bildiğimiz, hem yönetim hem de demokrasi anlayışlarını pek beğenmediğimiz komşu ülkeler. İşte bu ülkelerde yaşayan Kürtlerden biraz söz edeceğim. Sonra bu bilgileri, yoğun bir Kürt nüfusun yaşadığı Türkiye'mizin gerçekleriyle de karşılaştırmak istiyorum. 

Birincisi: 

Etnolojik ve sosyolojik bilgilere göre: Dünyanın en eski halklarından olan Kürtlerin  toprakları çıkar savaşları sonunda dört parça olarak: İran, Irak, Suriye, Türkiye arasında paylaşılmıştır. Ve bu topraklarda 70 milyon Kürt yaşamaktadır. Kürtler bulundukları her dört ülkede de yıllarca baskı görmüş, haksız-hukuksuz uygulama ve çatışmalar sonunda da çok sayıda can ve mal kaybı vermişlerdir. 

İkincisi: 
  • İran'da Farslar, Irak ve Suriye'de ise Araplar çoğunluk nüfustur. Her üç ülkede de; Kürt nüfus çokluğu ikinci sırada ve ayrıca başka dili, inancı olan pek çok halk yaşamaktadır. 
  • Üç ülkede de Kürtlerin oturdukları topraklar: Kürdistan, oturulan köy-kent adları de Kürtçedir. 
  • İran-Irak-Suriye'de Kürtler anadillerinde konuşurlar ve Okullarda Kürt alfabesiyle öğretim yapılmaktadır.  
  • İran'da 1974 yılında açılmış Kürdistan Üniversitesi, Irak'ta: 1968 yılında açılmış Selahattin Üniversitesi, Suriye'de: 2016 yılında açılmış Rojava Üniversitesi bulunmaktadır. 
Üçüncüsü: 

Türkiye'de çoğunluk nüfus Türk, ikinci sırada ise 20 milyonu aşan Kürtler almaktadır. Fakat, Türkiye'de egemen olan ‘tekçi’ anlayışı, 20 milyon Kürt vatandaşın okullaşma-anadilde eğitim-öğretim haklarını engellenmektedir. 

Şöyle ki: 
  • Kürtçe eğitim-öğretim görmek, konuşmak, şarkı türkü söylemek yasaktır.  
  • Mecliste bir vekilin Kürtçe dilinde söylediği bir kaç cümle kayıtlara: 'bilinmeyen bir dilde yapılan konuşma' olarak geçmektedir. 
  • Resmi dairelerde Kürtçe konuşmak yasaktır.
  • Çocuklarına Kürtçe isim verme yasaklanmış, yüzyıllardan beri Kürtçe olan köy, mahalle, kasaba, şehir, dağ, tepe, ova ve nehir adları yasaklanmış, yerine Türkçe isimler verilmiştir. 
  • Türkiye'de Kürt, Kürdistan Amed yoktur!. Onlar, Orta Asya'dan gelen Türk'tür dediler!   
  • Bu tür uygulamalara itiraz eden ya da hak isteyenlere: hain, bölücü, terörist diyerek en ağır cezalar verdiler ve vermekteler.  
  • Türkiye'de herkes Türk'tür ve herkes Türkçe konuşacaktır!  
  • Kürtleri çağrıştırıyor diye trafik ışıklarını, gökkuşağı renklerini, alfabenin Q-W-X harflerini bile yasakladılar! 
SONUÇ: 

Yazının giriş bölümünde dünyada: 208 ülke, 7,472 dil-lehçe olduğu belirtilmişti. Bu ülkelerin pek çoğunda birden fazla resmi dil vardır ve her çocuk-genç anaokulundan başlayarak üniversiteye kadar anadilinde eğitim almaktadır. Ayrıca çocuk ve gençlerin de çok dilli bir eğitim almasına özen gösterilmektedir. 

Çünkü çağdaş eğitim anlayışı, her kültürü kendi özgünlüğü içinde saygın görmekte ve çok dilli, çok kültürlü olmayı da bir zenginlik saymaktadır. 

Unutulmaması gereken bir gerçek de; farklı kültürlere verilen önem o ülkede iç barışı sağlar, karşılıklı sevgi, saygı, dayanışma ile birlik ve beraberliği geliştirir. 
 
Zaten demokrasilerde en önemli ölçü: o ülke yaşayanlarının eşit vatandaşlık hak ve özgürlüklerine sahip olmasıdır. Ve Türkiye Kürt vatandaşlarına bu hakları vermiyor. Oysa, anadil kültürün şah damarıdır, eğer bu damar tıkanıp işlemez olursa o kültür de yok olur.  

Türkiye, eğer yüz yıl önce başlattığı, şimdi de sürdürüldüğü Kürt dili ve kültürü karşıtı politikasını terk etmezse, gelecekte bu kültür yok olacaktır!

Eğer Türkiye bir demokrasi ülkesi ise; Kürtlerin vatandaşlık hak ve özgürlüklerini tanımalı, uyguladığı tüm baskı ve engellere de hemen son vermelidir. 

Ey kendisini demokrat, sosyal demokrat, hümanist, sosyalist sayan sevgili dostlarım, şimdi de sözüm size: 

Lütfen yıllardan beridir damarlarımıza şırınga edilen algılar ve bu algıların yeşerttiği önyargılara karşı çıkınız. Ve insanlarımızın çok dilli, çok kültürlü olmasını da bir zenginlik sayınız. Evrensel etik değerlerin yaygınlaşmasını sağlayınız.

Hep birlikte ve sevgiyle, saygıyla, dostlukla kalalım. 

 Emin Toprak - DOSTÇA

         Diğer yazılarım için tıklayınız  

26 Kasım 2021 Cuma

Yurttaş ve Devlet


Henüz 12 yaşında idim parasız yatılı okumak için köyden ayrıldığımda. Beni ve arkadaşlarımı büyük şehirlere götüren bu uzun yolculuğu, birkaç yıl otobüs koltuğu yerine, branda beziyle sarılmış bir kamyon kasasındaki sedire ilişerek (
kış gelince, bu kasanın orta yerine konan bir odun sobası çıtır çıtır yanardı.) çokça toz, gürültü ve sarsıntı içinde yapmıştık. 

İki yıl önce ihtilal olmuş, Yassı Ada Duruşmaları başlamıştı. 

O yıllarda köyümüzde sadece birkaç radyo vardı, akşam olunca bu radyolu evlerde toplanan komşular, Vatan! Millet! Devlet sözcüklerinin sıkça geçtiği haberleri, Türkçe bilenlerin çevirisi ile Kürtçe dinlerdi. 

Köyden daha büyük bir yerleşim yeri görmeyen 6-7 yaşlarındaki kardeşim Leyla da bu haber saatlerini çok sever ve ilgiyle dinlermiş. Radyodan sıkça tekrarlanan Vatan ve Millet sözcüklerinin anlamlarını az çok bilebilse de Devlet nedir, kimdir bilmiyormuş. Bunu hiç kimseye sormamış, beni beklemiş! Tabii ki, abisi olan ben, ne de olsa büyük şehirler görmüş biriyim ya! 

İşte bu duygular içindeki kardeşim Leyla köye geldiğim ilk gün bana:

"Abi sen devleti hiç gördün mü?" -diye sormuştu. 

Hiç unutamadığım bu soruya ne cevap verdiğimi hatırlamıyorum.

Fakat ömrüm boyunca bu soruya hep cevap aradım diyebilirim.   

***

Bilmek, bir şeyi içselleştirerek anlamak, uygulama yapacak beceriye sahip olacak kadar öğrenmiş olmaktır. Bilen kişi, yeterli donanıma sahip olmak için her zaman yeni bilgilere açlığı olan kişidir. 'Bilir-bilgiç' olmak ise cahilliğin yaşam kaynağıdır, onlar yenilenen öğrenmeyi ret eder, her şeyi bildiğini sanır ve bu bilgilerle yetinirler.

Günlük yaşamda herkes bir koşuşturma içinde, eğer bu kişilere; "Bu koşuşturma ve uğraşlarınızın amacı nedir?" diye soracak olursanız, hemen hepsinin: "Yaşamak için!" dediğini duyarsınız. Fakat, eğer daha farklı cevaplar duymak isterseniz o zaman da: "Nasıl bir yaşam?" -diye sormanız yeterlidir. Çünkü bu sorunuza, binbir farklı cevap alabilirsiniz. 

Buradan hareketle bir genelleme yaparsak; tüm canlılar gibi her insan için öncelikli amacın yaşamak olduğu kesinlik kazanır. Bu amacına ulaşmak isteyen insanoğlu, pek çok farklı yol, yöntem ve aracı kullanıp yaşamını sürdürürken, tek başına değil de birlikte yaşaması gerektiği gerçeğiyle karşılaşır. Ve bu farkındalık sonunda, tüm farklılıkları bir arada yaşatacak olan bir iklim arayışı başlar. İşte bu ortak iklimi oluşturacak olan lider, kurum ve nesnelerin tümüne DEVLET adı verilir. Demek ki devlet, insanlık tarihiyle yaşıttır ve bir canlı organizma gibi değişim, dönüşüm ve başkalaşıma açıktır.

Devlet, görevini iki şekilde yapar; ya kendisini toplumsal yaşamın öznesi sayarak toplumu buyruklarla, ya da halkı özne kendisini de nesne olarak görerek demokrasi ile yönetir. 

Şimdi bazı olasılıklardan yola çıkarak biraz konuşalım istiyorum:

Bir ülkenin vatandaşları hakları için sokaklarda yürürken ya da gösteri yaparken, onlar için güvenli bir ortam sağlamakla görevli resmi-sivil bazı devlet  görevlileri; acımasız şiddet kullanarak ve baskı yaparak engel oluyorlarsa... Ve bu engelci güçlere, Niçin? sorusu sorulunca da onlar:  

"Ben devletim! İstediğimi yaparım!" -diyebiliyorsa...

Sonra da bu hak hukuk bilmeyen güçler, istediklerini yapıp suç işleyince, bunlar hakkında usulen başlatılan işlemler de "cezasızlık" veya "zaman aşımı" olarak sonuçlanırsa... 

Ve eğer bu ülkenin yurttaşları da bu eylem ve söylemlere karşı: 

"Biz halkız, devlet bizden aldığı güçle var oldu, devletin asıl görevi, bizi  korumak, bize hizmet etmektir." demek yerine korkup, siner ve susarsa... 

Böyle devletler her zaman buyurgandır, her zaman: "Biz ne söylersek o doğrudur ne yaparsak o tamamdır." anlayışıyla yol alır ve güçlerini hep egemen bir azınlıktan yana kullanırlar. 

Böyle devletlerde çoğunluğu yoksul olan büyük halk kitlesi önemsenmez, onlar her ne yaparsa: yalan, yanlış, günah, yasak, suç sayılır. 

Bu nedenle böyle ülkelerin geçmişinden bugüne kadar olagelen tüm toplumsal derin yaralarında devletin izleri ile karşılaşırsınız. 

Bir parantez açacak olursak: (Ülkemizde bugüne kadar 17. 547 -On yedi bin beş yüz kırk yedi- kişi 'faili meçhul' şekilde yok edilmiş. Cumartesi Anneleri tam 870 haftadır bunların faillerini, mezar ve kemiklerini arıyor, soruyor, fakat devletten bir cevap alamıyor.)  

Bu derin yaralar incelendiğinde hemen hepsinde devletin, önleme ve koruma görevini gereğince yapmadığı görülür. 

Tabii ki dünyada sadece halk karşıtı devletler yoktur. 

Bazı devletler ise; sorgulayan, eleştiren, denetleyen, özgür yurttaşların oylarıyla, çoğulcu, demokratik, laik, sosyal hukuk ilkelerine uygun olarak oluşur.  

Bu devletlerde; ortak insani değerler ve eşit yurttaşlık esastır. İnanç, mezhep, tarikat, dil, ırk sınıflandırmalar yapılmaz. Diyanet ve zorunlu din dersleri de yoktur.   

Bu devletler; kutsal sayılmaz, sadece yaşanacak bir ortam oluşturmak için hizmet eder, korur ve güvenlik sağlarlar. Devletin tüm çalışmaları şeffaftır, sorgulanıp, denetlenir.

Bu devletlerde hukuk işler, tüm suç kaynakları araştırılır ve kurutulur, kimseye cezasızlık uygulanmaz, tüm suçlular cezasını çeker. 

Böyle devletlerde, doğa ve ülke kaynakları halkın yararına kullanılır ve korunur, çetelere teslim edilmez. 

Kısacası, özgür mutlu yaşamak için çıkar savaşlarının son bulması, barışın dal budak vermesi gerekir.


Emin Toprak- DOSTÇA

Diğer yazılarım için tıklayınız

14 Mayıs 2021 Cuma

Bugün Bayram


Bugün bayram!

Bayram; dinsel ya da ulusal ögelerle toplumu bir araya getirmek için gerekli olan sinerjiyi sağlayacak 'kutsal' günlere verilen isimdir. Bayramlar, gösteri, tören ve eğlencelerle kutlanır.

Bugün bayram!

Çıkar savaşları son hızla devam ediyor! 

Havalar çok çok sıcak, alaz alaz! Ortalık toz, duman! 

Sermaye-Siyaset-Devlet-Çeteler; güç gösterisi ve çıkar peşindeler, susmuyorlar! 

Hem de henüz "Susurluk" kirleri aklanmamışken!

Her gün listeye yepyeni karanlıklar ekleniyor.

Hani nerde, niçin suskun savcılar!

Bugün bayram!

İş, aş arayanlar, emekliler, doyamayan emekçiler, güvenli bir gelecek, daha sağlıklı bir çevre için Rize İkizdere Vadisinde, Kaz Dağlarında, maden ocaklarında talana karşı olanlar, içeride-dışarıda insan hakları ve özgürlükleri gasp edilenler için de bayram! 

Bugün bayram!

Salgına dönüşen bir hastalık, bir buçuk yıldan beridir tüm dünyaya ölüm korkusu salmış durumda. İnsanlar şaşkın, endişeli korku içinde; maske takarak, fiziki mesafeli durarak, aşı olarak, işe gitmeyerek korunmaya çalışıyorlar. 

Bugün bayram!

Herkes kepenk kapatıp, kısıtlı yaşarken, 40 yıl sonrası torunlarımıza bile dolar borcu bırakan beş ünlü müttehittin taksit ödemeleri devam ediyor.    

İşte böyle bir bayram!

***

Bugün bayram!

Oruç tutmak, kurban kesmek ve bayramlar sadece İslam inancına ait değil ki. Bunlar, hemen her inancın ortak değerleri. Bu inançların çok çok öncelere dayanan, insanlık tarihiyle yaşıt bir geçmişleri var. Biraz da bu neden-niçin tarihine bakalım: 

Dünyada yaşam başladığından beri olagelen; deprem, fırtına, yangın, su tufanı, yanardağ, salgın gibi insan fizik ve teknik gücüyle önlenemeyen, pek çok doğa olayı, olmuş daha da olacaktır. 

Bu felaketler, sınır, kimlik farkı olmaksızın herkese zarar veriyor, çokça acı, korku, yılgınlık yaşatıyordu. 

Bir de öte-dünyada olacaklar eklenmişti korkularına. Bu ruh haliyle insanlar kendilerini, yaşamda olup-biten tüm olumsuzlukların sorumlusu; günahkâr-suçlu-aciz-yetersiz biri olarak görüyordu. 

Bu suçluluk içinde 'İlahi' güçlerden çaresiz ve savunmasız olarak korunma isteyen insan toplulukları vardı. Bunlar hangi güçten korkarsa ona tapıyordu. Güneşe, aya, yıldızlara, ruha, suya, havaya, toprağa, ateşe ... tapmalar işte böyle başlamıştır. Böylece tapınaklar, yapılmış, aracılık yapacak ruhban sınıfı oluşmuştu.  

Çok tanrılı ve tek tanrılı inanç sistemlerinde insanlar; yaşanan tüm iyilik, kötülük, sıkıntı ve felaketleri, Tanrısal güçten gelen birer "hayır ve şer" olarak görürdü. Bu varsayımdan hareketle de O yüce güce sığınılır, O'nun af etmesi, koruyup kollaması istenirdi. O, yüce güç ile aralarında oluşan fiziki-düşünsel mesafenin azalması için, Cennette gidip O'na daha yakın olmak için, O'nu mutlu etmek için ibadet ve dua edilirdi.  

Oruç tutma; çok tanrılı ve tek tanrılı inanç sistemlerin hemen hepsinde vardır. Bireyin, mensubu olduğu inançça belirlenen kural, gün-saat sayısı kadar; yemek, içmek, yıkanmak, parfüm kullanmak, cinsel ilişki gibi ihtiyaçlarını ertelemesi veya yasaklamasıdır. 

Amaç; bu dünyada rahat etmek öte-dünyada Cennette gitmektir. Bunun için kişi Yaradan'a; işlediği suç-günahlar-yanlışlar için pişman olduğunu, tövbe ettiğini söyleyerek af diler. Ayrıca, vicdan muhasebesi yaparak; başkalarına karşı hatalı davranışlar ve haksızlıkları için özür diler, dargın olduklarıyla barışıp helalleşir. Bu amaçlarla dua eder, dilekte bulunur, gücü oranında ihtiyaç sahiplerine yardım eder.

Bayram, kurallara uyarak oruç tutma süresinin bitiminde, belirlenen gün süresince akraba-komşu-dost ziyaretleri yapılarak kutlanır. Bayramlarda coşku ve kutlama; görevlerini yapıldığı ve günahlardan arındıkları varsayımıyla yapılır.  

Böylece kişinin, içsel ve toplumsal alanda olup-bitenlerle yüzleşmesi, dayanışma içindeki bir sorumlu kişi olma farkındalığı kazandırılmak istenir.   

***

Aradan yıllar yüzyıllar geçmiş, salgın, deprem, fırtına, yangın, su tufanı, yanardağ gibi yerden, havadan, sudan kaynaklı pek çok doğa olayları yine olmaktadır. İnancını kendince yaşayan ve bilime inanan toplumlar için artık bu doğa olayları bir 'kader' değildir. Bu olayların verebileceği can-mal kaybını bilimsel ve teknolojik önlemlerle azaltılması şansı elde edilmiştir. 

Ancak şimdi de açgözlü insanlar, çıkarları için dağları, ormanları, suları, denizleri özetle doğadaki ekosistemi tahrip etmeye başladı. Korkunç olan da budur... 

Bayramın; Barış-Adalet-Kardeşlik-Özgürlük getirmesini diliyorum.


Emin Toprak- DOSTÇA

Diğer yazılarım için tıklayınız







11 Ekim 2019 Cuma

Adalet+Vicdan+Ahlak=BARIŞ

Adalet, Vicdan, Ahlak…

Bunlar her kişi ve her toplumda bulunan çok önemli insani değerler…

Baskıyla suskun kılınan toplumlarda, bu değerler aşınır ve zarar görür. Bunun için o toplum ve insanları; kendileriyle barışık olmadan, huzursuz, mutsuz, özgüvensiz ve başları öne eğik yaşarlar.

Çünkü her sağduyulu her vicdan; çevrede olup bitenleri izler, düşünür, yorumlar. Haksızlık-adaletsizlik görürse de, karşı çıkması için sahibinin içini kemirir, onu huzursuz kılar ve sürekli uyarır. Buna rağmen vicdan sahibi, olup bitenlere karşı çıkmaz, sessiz ve duyarsız kalırsa da ona isyan eder.

Bunun içindir ki, böyle toplumlarda çoğu kişi kendi vicdanı ile kavgalı durumdadır.

Bunun içindir ki, böyle toplumlarda insanlar yiten değerlerini hep arar dururlar.

Ve hem de böyle toplumlara ikiyüzlü bir ahlak egemen olur. 

Çünkü: 

Büyük çoğunluk, kendi vicdanının haykırış ve isyanını haklı görse de, ‘bencil’ davranır, “bana ne” der. Ve bu isyanı “sus, sus!..” diyerek bastırır. Demek ki, topluma ikiyüzlü bir ahlak egemen olmuş, çoğu kişi dürüstlükten uzaklaşmış ve “üç maymunu” oynuyor. 

Bazı kişi ve gruplar ise, kendi vicdanlarının haykırışını haklı görüp, zalime, zulme ve haksızlıklara karşı dururlar.

İşte o zaman aranan “düşman” ve “ötekiler” bulunmuş olur...  

Bu “düşman” ve “ötekiler”, egemenler ve onların kukla fedailerinin hedefi haline gelir. O zalimlerin hışmına uğrar, işkence görür, kaybolur, tutuklanır ya da öldürülürler… 

Artık egemenlerin doymak bilmez bir açgözlülükle yaptığı sömürü, dayatma ve baskı düzeni etkili olmuştur. Çoğu insan, olup bitenleri içine sindiremez, adil, ahlaki bulmaz, fakat çaresizlik ve korku onların boyun eğmesini sağlar.

Böylece ‘sus düzeni' kurulmuş olur.

***
Suskun toplumda egemenler ile işbirlikçileri; şimdiki ve gelecek çıkarları için sus düzeni kurmuşlardı ya... İşte bu düzende dört iklim yoktur, sadece ‘korku iklimi’ vardır.

Korku ikliminin amacı: var olan düzeni korumak ve yarını garantiye almaktır. Bu amacın gerçekleşmesi için de:  

Bir: Her gün kendi vicdanlarına “sus!..” deyip, kavga eden büyük kitleyi oyalamak…

İki: Olup bitenlere susmayıp, karşı olan (muhalefeti), ötekileştirerek, düşmanlaştırarak sindirmek ve etkisiz kılmak gerekmektedir.

Yöntem olarak toplum mühendisliği ile algı oluşturmayı seçerler. Bu yolla, toplumun birer zenginliği olan; kimlik, dil, düşünce, inanç gibi farklılıklarını, etik olamayan, ahlaksız söylenti, yalan, iftira, hilelerle düşmanlık, kin ve nefrete çevirirler. Böylece toplumu kolayca bölüp parçalar, düşmanlıklar yaratırlar.

Araç olarak, kitlelere ulaşımlarını sağlayan meydanları ve sözlü-yazılı-görsel iletişim araçları olan: TV, radyo, gazeteleri etkili kullanırlar. Bunlar aracılığıyla algıya dönüştürdükleri yalanlarını hamaset yaparak anlatırlar.  
(İktidar, iktidar olmanın sağladığı güçle, bu yöntem araçları zaten kolayca ele geçirmiştir.)

Yöntem ve araçların oluşturduğu yapay algılarla; savunmasız ve korumasız olan kişi ve gruplar kolayca ‘düşman’ ilan edilir ve onlara ‘mahalle baskısı’ uygulanır. Hatta yaratılan bu sanal düşmanlıklar yardımıyla kitlesel ölümlere neden olacak haksız savaşlar bile çıkartılır.

Yıllardır her akşam bazı TV kanallarında; adalet, vicdan, ahlak diye diye topluma; adaletsizlik, vicdansızlık, ahlaksızlık aşılıyorlar. Ve adeta “kim kime daha çok hakaret edecek” yarışması düzenliyor gibiler.  

Her gün toplumun karşısına çıkan bu kişiler, orada olamayan ve cevap hakları yok edilmiş olanlara küfür edip hakaret yağdırıyorlar. Ve sık tekrarlarla söyledikleri bu zırvalarına, bir gün sonra kendileri de inanır hale geliyorlar.

Peki, bunlara ‘dur’ demekle görevli kurum ve makamlar niçin susuyor!?..

Çünkü korku ikliminde, bu kişiler hiç sorgulanamaz ve ceza almazlar…

Çünkü karanlık eller korumaktadır bunları…

***

Adalet-Vicdan-Ahlak; ‘neden sonuç’ ilişkisiyle iç içe geçmiş, birbirini tamlayan, üç insani değer…

Adalet+Vicdan+Ahlak=BARIŞ

Eğer bir toplumda:                               

Yargı; bağımsız-tarafsız-hukuka uygun kararlar vererek adaleti sağlarsa...

Yönetim; demokratik-eşitlikçi uygulama yaparak vicdanları rahatlatırsa...

İnsanlar; adil, vicdanlı, ahlaklı olursa... 

İşte o zaman savaş değil BARIŞ olur.



Yazarın diğer yazıları için tıklayınız

2 Kasım 2018 Cuma

Sislerin İçinde


TV’de izleyecek bir film ararken bir rastlantı sonucu, “Sislerin İçinde” filmi ile karşılaştım. Beğeniyle izledim ve çok etkilendim. Kısaca şöyle:

Yıl 1942, İkinci Dünya Savaşı günleri... Sovyetler Birliği'nin batı sınırında bulunan Nazi işgal gücüne ait trene bir sabotaj düzenlenir. Olayın şüphelileri dört partizan demiryolu işçisi... Üçü suçlu bulunarak idam edilir. Fakat birisi suçsuz görüldüğü için serbest bırakılır. Serbest kalan Sushenva adlı işiçi kasabadaki evine eşi ve çocuğunun yanına döner. Fakat çevrede konuşmalar, bakışlar onun yaşama sevinci yitirmesi ve mutsuz olmasına neden olur. Nazilerle işbirliği yaptığı kuşku ve dedikoduları o kadar etkili olmuştur ki, karısı ile yakın çevresi bile onun suçsuzluğuna inanmazlar... Sushenava, bu sosyal ve psikolojik sorunların ezikliği altında iken, "Sovyet partizanları" da onu cezalandırmak isterler. Cezalandırma işini iki kişiye verirler, esas sorumlu da Sushenava'nın çocukluk arkadaşıdır. Sushenava, hak etmediği bir bir cezanın infazı için evine gelen arkadaşına hiç direnmez, onunla birlikte diğer infazcı ile buluşup birlikte ormanın derinliklerine giderler... (Benden bu kadar, isterseniz filmi izleyebilirsiniz

Filmi izlerken hiç uyuklamadım, bir şeyler atıştırıp, çerez de yemedim. Film bittiğinde ise her günkü uyku zamanım çoktan geçmişti. Artık uyumam gerekiyordu. Ama ne mümkün uyuyamıyordum… Yastık başıma destek, tavan ise  alaca karanlık bir ekran olmuştu. Bu şekilde zaman tüneli içinde yolculuk yapmaya başladım.

***

Önce her bireyin; içgüdüsel (id)’i, kendi (ben)’i, kural-ahlak-çatışma-suçluluk dengeleyici olan (üst ben)’in kıskacında diye düşündüm… Sonra da sıraladım peş peşe geldi...:

Eğer bir kişi, inanç, ihtiyaç ve çevresel baskılara direnir, yenik düşmeden başa çıkar ve birlikte yaşamayı öğrenirse ancak o zaman “sağlıklı insan” olarak yaşamını sürdürebilir.

Ortada çaresiz, korkmuş, sinmiş, ezilmiş olan büyük çok büyük bir çoğunluk var… Bir de yüzde birleri bile bulamayan sömürgen, zalim ve egemen küçük azınlık... Bu sömürgen, zalim ve egemen azınlığın çok zengin olduğu kesin, belki de mutludurlar.  Fakat onların içinde sürekli olarak örtük bir kaybetme korkusu vardır, bunun için de onlar; daha ürkek, daha korkaktırlar.

Dünyamız; havasını soluyan, suyunu içen, ekmeğini yiyen, çilesi ve saltanatını yaşayan hemen her canlıya aittir. Ayrıca tüm canlılara nimetlerini bolluk olarak, tepkilerini ise felaket olarak sunan; toprağı, ateşi, suyu, havayı ve bir de doğanın o zalim gücü gücüne yetene yasası’nı unutmamak gerekir.

Kuşkusuz yasalar değişemez, fakat dünya daha eşit ve daha yaşanır kılınabilir.

Bunu sağlamak için sorun olan kaynaklar niçin-neden ile sorgulamalı, yorumlamalı ve esas olarak da nasıl diye çözüm arayışında bulunulmalı:

Bu kolektif döngünün içinde nasıl eşdeğer hak ve özgürlüklere sahip olabiliriz?

Dünyadaki kolektif döngünün öykülerini geçmişten alıp, güne ulaştırmaya tarih demişler. Ancak bu kolektif oluşumlar, her dönemin egemen güçlerince; “zülfü yâre dokunmasın” anlayışı ile "resmi tarih" olarak yazılmış ve kendi kahramanlıkları(!) olarak okutulmuştur insanlara… Yani resmi tarih, sürekli olarak yüzde bire bile ulaşamayan bir azınlığın dedikleri/istedikleri olarak yazmıştır. 

Halkın yazılıp okutulmayan gerçek tarihini ise; söylenceler, öyküler, romanlar, şiirler, türküler, şarkılar, çığlıklar, ıslıklar, yontular, çizgiler taşımış günümüze… 

İnanç sistemleri ise, barış içinde yaşamanın güzelliklerini, erdemlerini kazandırmak yerine, usdışı anlayışla insanlara; önemsizlik, güçsüzlük ve hiçlik duygusu aşılamış. Herkesin değişmez bir yazgı (kader) sahibi olduğu, dünyada “iyiler” ve “lanetliler” olmak üzer iki çeşit insan olduğu, egemen güce buyun eğmenin esas olduğu… Ve ayrıca insanların kavim/ırk olarak da eşit olmadıkları, alt ve üstün ırkların olduğunu işlemiştir.

Bu gibi safsatalar sayesinde yaratılan inançsal korkular ve baskılar insanları  kaderci ve özgüvensiz yapmıştır. Ayrıca insanlar kendilerine dayatılan (empoze) grupçu ve milliyetçi soslar sayesinde; paylaşımcı çıkar savaşlarını haklı görmüş, haksızlığa, acımasızlığa taraf olmuş veya sessiz kalarak destek vermişlerdir. Yani böylece zalim güce ve baskıya boyun eğmişler, böylece dünyanın kanla sulanmasına neden savaşların aracı olmuşlardır. 

İşte böylesi kurgu ve düşüncelerle geçti o uykusuz gece…

Demek ki,“Sislerin İçinde” kalan ve mutsuz olarak sonsuza giden, sadece Sushenya değilmiş!...

***

Yazıyı da şair arkadaşım Selahattin Utkun “BİR SALKIM HÜZÜN” şiirinden alıntıladığım güzel şu dizelerle bitirelim:  

“Güneşin önünde siyah bulutlar
Gözlerinde kocaman bir öfke
Devir namert devridir
İçine kahırlar düşer
Git.”

Yazarın diğer yazıları için tıklayınız