Sevilmek mutluluk değildir.
Her insan kendi kendini
sever;
ama mutluluk bir başkasını
sevmektir.
/ Herman Hesse
Gündüz ve gece; uzaydaki yerinde
çakılı duran Güneş’ten, döne döne kaçan Dünyanın, görünen ve saklı kalan noktalarında
yaşanır.
Dünya küresinin uzaydaki
duruşu, kendisi ve Güneş etrafında batıdan-doğuya devinimi (dönüşü) sonucu oluşan saat, gün, gece ve gündüz…
Dünya üzerinde bir yerin; ekvator, dağa, ovaya, nehre, göle, denize uzaklığı, yakınlığı, güneş ışığının geliş açısı vb. etmenlere bağlı olarak oluşan iklimsel farklılıklar... İşte bizler böylece yaşarız; gündüzün aydınlığını, gecenin karanlığını, sıcaklığı, soğukluğu, nemi, yağmuru, kar ve doluyu...
Gündüz ve gece, değişmez gerçeklerdir.
Bu gerçekler, pek çok işlevi ve sonuçlarıyla yaşamımızın; fiziksel-biyolojik-sosyal
alanlarını etkilerler. Yazımız, bu etkilerden fen-bilim kaynaklı olanlarını es
geçerek, daha çok sosyal yaşama etki edenler üzerinde yoğunlaşacak.
Tan ağarmasıyla başlayan
günün alacalı aydınlığı, sonraki saatlerde yavaş yavaş artarken, uzun gölgeler de kısalmaya başlar. Saat tam gün ortasını gösterdiğinde; ışık en parlak halini
alır, gölgeler de en kısa durumlarına gelirler.
Gün yarısından hemen
sonra, bu döngü tersine döner, ışık giderek azalmaya, gölgeler de uzamaya
başlar… Bu durum, dünyanın oluşumundan günümüze kadar hep vardı ve var oldukça devam edecek olan bir döngüdür.
Gün, güneşin
gün batımındaki çaresiz kayboluşla yavaş yavaş alaca karanlığa, o karanlık ise, yol alarak zifiri karanlığa dönüşür gece yarısı olduğunda. Sonra da o gizlerle dolu zifiri karanlık; ömrünün yarısını düne, yarısını da yeni güne vererek
paylaşır.
Dünün hemen peşi sıra o
bilindik nakaratla yeniden başlar yeni bir günün kurgusu, döngüsü ve doğum
sancısı…
Gündüz aydınlığın görevi;
her yana ışık salmak ve görünür kılmaktır her şeyi. Görmek istemeyene "ışığım
sana yetmedi mi" diye sormaz, kızmaz, karışmaz hiç kimseye. Görmek isteyen, görür-düşünür, görmek istemeyen ise, görmez-düşünmez.
Zaten, “herkes bakar ama kaç
kişi görür ki!..”.
Gece karanlığının görevi; her yana karanlık salmak, görünmez kılmaktır her şeyi… Karanlık kendince,
görmek isteyeni ve görmek istemeyeni eşitlediğini sanır. Ama yanılır! Çünkü, gündüz görenler; hem görür hem de düşünürlerdi!.. Onların bu istekli oluş ve
düşünerek karar verme yetileri, karanlıkta da görünür kılar gerçekleri. Görmek
istemeyen ise, zaten düşünmeye gerek duymadığı için karanlıkta da anlamak istemez olup
bitenleri...
***
Doğada devam edip gelen ve sürüp gidecek olan o bilindik döngüye dönelim yeniden:
Gündüz aydınlığının ve gece
karanlığının her bakışa göre değişebilen yarar ve zararları vardır: Kimi görmek
ister, kimisi istemez. Kimi aydınlığı sever kimi de karanlığı…
Gecenin alacalı karanlığı
başlamış olsa bile, henüz dingin sessizlik korkulu karanlığa dönmemiştir. Henüz
haz veren güzellikleri, zifiri karanlık yutup, yok etmemiştir daha…
Hele bir de bulunduğunuz
yer, bir ırmak, nehir, göl, deniz yakındaysa!...(Hani su hayattır derler ya!..) İşte o zaman
suyun şırıltısını, dalgaların şapırtısını, hatta yakamozun büyüsüne kapılmış
balıkların ve yıldızların göz kırparak dansını bile görebilir, izleyebilirsiniz…
Hele de Ay’ın dolunay zamanıysa... Hele de o Ay, yaramaz çocuklar gibi bulutlara
dala çıka, köşe kapmaca ve saklambaç oynuyorsa… İşte o zaman günün yorgunluğunu,
hayatın yüklerini biraz olsun unutur, sevinir, mutlu olursunuz. Ve günün yorgunluğunu deliksiz bir uyku ile sonlandırıp dinlenirsiniz.
Tabii ki, bu güzellikler her
coğrafyada aynı şekilde ve her zaman olmaz.
Bir de kötülükleri vardır zifiri karanlığın. O, suçları
örten, suçluları koruyan, tüm renk ve boyutları görünmez kılandır. Tüm
kötülük pınarları karanlıktan doğar, ondan beslenir.
Çıkarcılar, zifiri
karanlığı çok sever ve hep o fırsatı beklerler. Oysa “insani” bakışla bakıp,
düşünenler; gecenin o insafsız, vicdansız girdabı içinde karanlık/saklı kalmış anı,
acı ve çaresizliklerinin depreşmesiyle sarsılır, üzülürler.
Bunun için eğer karanlık
kötülüktür dersek, çok da yanlış bir tanım yapmamış oluruz. Karanlığa karşı
çıkmak, itiraz edebilmek bir erdemdir, budur insanı “insan” kılan ve insan
kalmamızı sağlayan…
Zulüm, sömürü ve savaşın
olduğu yerlerde zalimler, zifiri karanlığa sığınır, aydınlıkla savaşırlar.
Karanlık gerçekleri gören, düşünen, karşı duran ve yok olmasını isteyen herkesi
de “tarafsız değil” diye suçlar, karanlık zindanlara atarlar.
Tabii ki tarafsız olamaz,
insani düşünen hiç kimse. Çünkü sömürü, savaş, ölüm ve zulmün olduğu yerde hiç kimse tarafsız olamaz, olmamalı!.. Erdem sahibi her kişi, ezilenden yana olup, zalime karşı olmak zorundadır.
İşte bu duygulardır,
insanı yağmur öncesi bir sıkıntı gibi yoran, feryat ettiren. Bu sıkıntıların
kaynakları olan virüsler yok edilmeli, bunlar çoğaldıkça-durdukça demlenir;
öfkeye, kine, salgına dönüşür.
Yıllarca sorunları; hukuk
ve adaletle çözmek yerine, “kol kırılır yen içinde kalır” gibi ırkçı,
koruyucu bir anlayışla çözmeye çalıştılar. Ayıpları, günahları, cinayetleri ve
bilindik olan katilleri bile görünmesinler diye halının altına süpürerek
gizlemeye çalıştılar. Hep belleklerdeki ağır yüklerin, zalimlik ve
zalimlerin zamanla unutulacağını düşündüler. Zulmün öfkeye, öfkenin kine
dönüşeceği gerçeğini öngöremediler ve yine yanıldılar.
Çok yanıldılar…
İşte dili yok diyerek dilsizlikle suçladıkları, haklarını, özgürlüklerini yok ettikleri, katillerini görünmez kılıp, ölülerini bile sakladıkları insanlar şimdi: Hesap soruyorlar. Karanlıklara
ışık tutup aydınlatmak, gerçekleri görmek, göstermek istiyorlar.
Ve işte yine yanıltmadılar bizi: Dünya
pek çok bilinmezi olan coronavirüs ile yaşamsal bir savaş verirken... Daha dün, böylesi günleri fırsata çevirmek isteyen o karanlık sevicileri;, Kanal İstanbul ucubesi için ilk adımlarını attılar…
Dünya üzerinde bir yerin; ekvator, dağa, ovaya, nehre, göle, denize uzaklığı, yakınlığı, güneş ışığının geliş açısı vb. etmenlere bağlı olarak oluşan iklimsel farklılıklar... İşte bizler böylece yaşarız; gündüzün aydınlığını, gecenin karanlığını, sıcaklığı, soğukluğu, nemi, yağmuru, kar ve doluyu...