28 Ekim 2016 Cuma

Korku İklimi

Uyumayacaksın /Memleketinin hali /Seni seslerle uyandıracak
Melih Cevdet Anday


Bugün sizlerle konuşmak istediğim hemen herkesin bildiği ve çokça konuştuğu bir konu olan 12 Eylül Anayasası… Şu an parlamentoda dört parti var, dördü de seçim meydanlarında, seçim bildirgelerinde, gazetelerinde ve TV kanallarında bu Anayasa’ya karşı olduklarını söyler, yazar, çizerler. Fakat herhalde bu karşı duruşları samimi değil ki, yıllardır herkesin istemediği(!) 12 Eylül Anayasasının özüne  dokunamadılar.
Darbe ile ülke yönetimini ele geçiren faşist generaller, hazırladıkları Anayasa’yı bundan 34 yıl önce 7 Kasım 1982’de halk oylamasına sundular. Halkımız bu oylamaya büyük bir katılım sağlamış ve aşağıda görüldüğü gibi çok büyük bir oranda da “evet” demişti.
1982 Türkiye anayasa değişikliği referandumu
  •    Oy durumu               Oy Sayısı          Yüzde
  •   Evet diyenler             17.215.559       91.37
  •  Hayır diyenler             1.626.431        8.63
  •    Geçerli oy                          18.841.990             99.8
  •    Geçersiz veya boş oy               43.498               0.2
  •   Toplam oy                          18.885.488             100.00
  •   Seçmen katılımı                              91.3
  •    Toplam Seçmen sayısı        20.690.914
Bu seçimde, meydanlarda ve ekranlarda sadece övgüde bulunanlar konuşabilmiş, hiç kimseye eleştiri yapma ve karşı görüşünü dillendirme fırsatı verilmemişti. Çünkü ülkemizde baskıcı faşist bir iklim oluşmuştu.
Bir anımsatma: anne ve babalarımızın “hayır” oyu vermelerini sağlamak için eşimle birlikte çok çaba harcamış, fakat başarılı olamamıştık. Çünkü onlar,  geleceğimiz(!) için “evet” diyeceklerdi. Oylama sonucu gösterdi ki ülkemizin her yerinde bu, “Def’-i bela etmek” (beladan kurtulmak) anlayışı etkili bir şekilde pek çok insanlarımızın ortak görüşü olmuştu.
Sonuç olarak: köylü-kentli-işçi-memur herkese karşı olan bu Anayasa, ne yazıktır ki, yine köylü-kentli-işçi-memur hemen herkesin “evet” demesiyle büyük kabul görmüştü.
***
Yıllardan beri meclisteki tüm partiler, % 91.37  “evet” oyu almış olan bu Anayasa’ya karşı olduklarını söylüyorlar.
Bu görüşleri de, bizim aşağıdaki çıkarımlarda bulunmamıza neden olabilir:
  • % 91.37 gibi çok yüksek oranda “evet” oy almanın çok kıymetli olmadığı, 
  • % 8.63 gibi küçük bir “hayır” oyunun ise çok kıymetli olduğu,
  • Eğer ülkede bir korku iklimi varsa ve insanlara büyük acılar yaşatılmışsa, yapılan seçimler de alınan çok yüksek oyların çok da önemli olmadığı,
  • Demek ki korku ikliminde, halkın görüşünü almak, hem doğru olmaz, hem de halkın yararına olmaz…
Ve şimdi de, yani 34 yıl sonra, yüzde 52 oy aldım diye, yemin edilen anayasaya ve yüzde 48’e karşı fiili durum yaratmış olan bir anlayış var. Bu anlayış, OHAL ortamında fiili durumuna yasallık kazandırmak istiyor. Bundandır ki, büyük bir telaş ve hızla Yasama, Yargı ve Yürütme’yi tek elde toplayıp, ülke tek adam rejimine götürülüyor.
Oysa eğer sağduyu egemen olsaydı, birileri başını iki elinin arasına alır, düşünür ve şöyle derdi: “Bak!.. OHAL geçicidir, yüzde 91.37 “evet” oyu almış olan Anayasa’ya bile şimdi herkes karşı. Demek ki, böyle bir iklimde, ne anayasa yapılır, ne de seçim… Yahu biz ne yapıyoruz!…Ama gel gör ki, “inadım inat” devam ediyor...
***
Eğer demokrasi; katılımcılık, çoğulculuk, özgürlükçü bir çokseslilikse, bu çoklukları ve farklılıkları bir arada tutup barışı sağlayan çimento da laikliktir. Ne yazık ki bugün ülkemizde yok edilmek istenen değerlerden biri de laiklik…
Çağdaş dünya ülkeleri, insanlarının hukuka uygun ve güven içinde yaşamalarını isterler. Bunu sağlamak için de insanlarına; Yasama, Yargı, Yürütme organlarının birbirinden bağımsız, fakat işbirliği içinde verdiği hizmetleri sunarlar. Son yıllarda bu hizmetlere bir de sansür edilmeyen özgür Medyayı eklediler.
Tek’çi anlayışın etkin olmaya başladığı bizim ülkemizde ise; politik çıkar ve ikbal peşinde koşanlar, yivsiz-setsiz bırakılan medyanın güzellemeleri eşliğinde, hamaset nutukları çekmeye başladı. Tek amaçları, Yasama, Yargı, Yürütme organlarını ben ne dersem o olur diyen anlayışa teslim etmek. 
15 Temmuz faşist-dinci kalkışmasını “Bu Allah’ın bize bir lütfudur” diye fırsata çeviren anlayışla hukukun üstünlüğü ve güçler ayrılığı ilkeleri, etkisiz ve yetkisiz kılınmıştır. Başta Askeriye, Emniyet ve Eğitim olmak üzere diğer tüm kurum ve çalışanları yeniden yandaş anlayışla düzenlenmeye başlanmıştır.
Üretimi olmayan bir sanayi, iflasın eşiğindeki fabrikalar, insan ve işçi haklarından yoksun insanlarımız… Ekonomik gelişmeyi sadece rant sağlan müteahhitlere havale edip, rant için çevresel felaketlere davetiye çıkarılmakta olan uygulamalar. Ve tüm bu yaşananlar ile gelecekte yaşanacak olanları, önlenemez bir kader veya alınyazısı diye düşünebilecek yeni biat nesilleri yetiştirmeye hız verdiler.
İnsan Hakları İzleme Örgütü ülkemiz hakkında bir rapor yayınlandı, bu raporda; avukatlarının yanında elleri kelepçeli müvekkillerine yapılan işkenceler ve bu havadan korkup sessiz kalan, görmemek için arkasını dönen avukatların çaresizliği anlatılıyor. Eğer, bir avukat bu duruma düşürülüyorsa; tüm olanları sessizce ve korkarak izlemekte olan büyük çoğunluğu oluşturan sıradan insanlarımız ne yapsın bu iklimde, varın siz düşünün…
Bitsin artık, daha kaç nesil heba olacak!
Bitsin artık, insanlarımıza kurulmasın tuzaklar!
Bitsin artık, içte ve dışta anaları ağlatan bu kirli savaşlar!
Bitsin artık, her gün eyyy!... diye başlayan korkutmalar, tehditler...

NOT:
Yarın, yurdumuzda Saltanatın sonlandırılması ile Cumhuriyet yönetimine geçişin 93. Yılı… Saltanat tutkunları; Cumhuriyet’in Demokrasi-Hukuk-Laiklik-Eşitlik-Özgürlük gibi temel değerlerine ve bu değerleri kazandıracak olan eğitim kurumlarına karşı savaş açmış durumdalar. Bu değerlere sahip çıkalım, onları yaşatalım…

Yazarın diğer yazıları için tıklayınız

21 Ekim 2016 Cuma

Vay Be, Ne Çok Uyutulmuş, Ne Çok Aldatılmışız!..


En ummadığın keşf eder esrâr-ı derûnun,/ Sen herkesi kör, âlemi sersem mi sanırsın?
(En ummadığın senin içyüzünü keşfeder,/Sen herkesi kör, halkı sersem mi sanıyorsun?)
Ziya Paşa


Adeta bir ahtapot gibi her tarafa dal budak salan FETÖCÜ virüsün; girmediği in, bulunmadığı yer kalmamış. Ve girdikleri her yerlerde hiç de; sinik-sessiz-eylemsiz değillermiş. Her yerde kumandayı ele geçirmiş, hiçbir uygulama onların onayı olmadan yapılmaz olmuş(muş). Bunu gören biz sade vatandaşlar, gözlerimiz fal taşı gibi açılmış, mahcup bir durumda ve “Vay be, ne çok uyutulmuş, ne çok aldatılmışız! “ diye mırıldanıyoruz. Ve hemen yaşanmışlıklarımız olan; ölümleri, işkenceleri, acıları, haksız ve hukuksuzları anımsıyor ve de, bunlara neden olan failleri, onlara kol kanat gerenleri daha iyi tanıyoruz.
Peki, tüm bunlar olup biterken, aldıkları oy gücü ile ülkeyi yönettiğini her gün ve her fırsatta ilan edenler ne yapıyor, neler söylüyorlar acaba? Acaba onların da bizler gibi “Vay be, ne çok uyutulmuş, ne çok aldatılmışız!“ deme hakları var mı?
Devletin en yetkili kişileri; Askeriye, Emniyet, Yargı, Eğitim ve devleti oluşturan ana güçlerin, kuruluşların, nasıl paralel devlet yapılanması dedikleri FETÖ’cülerin denetimine geçtiğini sayılarla açıkladılar. Bu açıklamalar üzerine biraz durup düşünmek ve “Paris bir günde yapılmamıştır” sözünü hatırlamak gerekir. Tüm canlı organizmalar; doğum öncesi, bebeklik, çocukluk, ergenlik ve yetkinlik süreçleri ile yaşama katılırlar. Bu terör örgütünün gelişmeleri de devletin ve dünyanın belleğinde kayıtlı duruyor.
Bu görünümün oluşması, bunların inlere ve kılcal damarlara kadar girebilmeleri için önemli bir zamana ve iklime ihtiyaç vardı. Peki, bu zamanı ve iklimi, ahtapot gibi her tarafa dal budak salan bu virüse kim/kimler sağladı? Ona bakmak gerekir. Sadece bakmak da yetmez, onlara bu olanağın neye karşılık verildiğinin de Burhan Kuzu tanıklığında sorgulanıp ve yargılanması gerekmez mi?
İki gün önce eski Genel Kurmay Başkanı Hilmi Özkök TBMM Darbe Komisyonuna; 2004 yılında dönemin genelkurmay başkanıyken MGK’da alınan kararla hükümeti FETÖ’ye karşı uyardıklarını bildirdi.  Demek ki istihbarat ve güvenlik örgütlerine sahip ve arşivlerindeki her türlü belge ve bilgiye her an ulaşma olanağı bulunan devlet yöneticilerinin 12 yıl sonra; “Vay be, ne çok uyutulmuş, ne çok aldatılmışız! “ deme hakları ve şansları yoktur, olmamalı. Nokta… 
Ayrıca;
Bu örgüt sadece devlet içindeki yetki ve makamlarla da yetinmemiş; anaokulundan üniversiteye her kademede okullar, şirketler, marketler, vakıflar, dernekler açmıştı. Bunların açılışları ve etkinlikleri devletin en üst makamlarınca desteklenmiş, arsalar, binalar, katkılar sağlanmış, gözlerde yaş, koro halinde yakarışlarıyla, methiyeler yapılmış, hamaset dolu söylevler eşliğinde, Necip Fazıl’dan şiirler okunmuş ve coşku ile alkışlanmıştı.
Haydi, diyelim ki tüm bunları sürekli algı yöneterek, yapay gündemler oluşturarak, sıranın kendisine gelmesini bekleyen sessiz çoğunluğa unutturdunuz. Peki, acaba, dünyanın gören gözleri, duyan kulakları ve de, ölümler, yıkımlar, büyük acılar yaşamışların beleklerinden silinip aklanacak mısınız?

Şimdi bu suç örgütü darbe girişiminde bulunurken suçüstü yakalandı ya, herkes bunların politik ayaklarının da ortaya çıkarılmasını, yargılanıp hak ettikleri cezayı almasını istiyor/bekliyor. Fakat fırsat bu bir fırsat deyip; OHAL torba KHK’leri ile Belediye Başkanlarını, gazetecileri, yazarları özetle “muhalif” bildikleri herkesi toplayıp, hapishanelere atmak…?
***
Dünya Kız Çocukları Günü
Türkiye, Kanada ve Peru tarafından yapılan girişimler sonucunda, kız çocuklarına karşı ayrımcılığın önlenmesi ve onların insan haklarından tam ve etkili bir şekilde yararlanmalarını sağlamak amacıyla 2012’de Birleşmiş Milletler Genel Kurulu 11 Ekim’i “Dünya Kız Çocukları Günü ” olarak kabul etmiş ve her yıl etkinliklerle kutlanmaktadır.

Bu güzel girişimde bulunan girişimcileri kutlayıp alkışlamak gerek.
Girişimci Kanada ve Peru’da kız çocuklar ne durumda bilmiyorum, incelemek gerekir. Fakat bizim ülkemizde; eğitimsiz bırakılan çocuk gelinlerin, çocuk işçilerin, çocuk işkence ve cinayetlerinin yaşandığı, hem kız, hem de erkek çocukların “Çocuk Hakları” sıkça/çokça ihlal edildiği bir gerçek ve başlı başına uzunca incelenmesi gereken bir konu.
Annesinin ölümüyle büyük üzüntü yaşayan ve bizleri de üzüntüsüne ortak kılan Cumhurbaşkanı Erdoğan, bu acıdan yıllar sonra Trabzon’da; “Bir adam gibi ölmek var, bir şey söyleyecektim ama onu söylemeyeceğim, bir de madam gibi ölmek var. Ölelim ama adam gibi ölelim.” dedi. (Ve ne yazık ki kendisi de bir kadın olan, Aile Bakanı Betül Sayan da bu sözleri; “bu ifade Anadolu'da kullanılan bir deyim" deyip savundu.)
Madam, Fransızca bir sözcük olup, Rum, Yahudi, Ermeni vatandaşlarımızca da kullanmaktadır. TDK sözlüğünde: “(Evlenmiş) Bayan” anlamına olup Müslüman olmayan için kullanılır. Denmektedir.  
Şimdi, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın (hem de eşi yanında iken), korkaklığı aşağılamak için kullandığı (“Dünya Kız Çocukları Günü ”nünden 4 gün sonra) bu cümlenin uzanabildiği iki soruyu hatırlatarak sizin yorumlarınıza bırakmak istiyorum:
1.  Bu söylem, cinsiyetçi anlayıştan kaynaklı mıdır?
2.  Bu söylem, ırkları ve inançları hedef alan bir nefret söylemi midir?
Hatırlatma: Cumhurbaşkanının kurucusu olduğu partideki kadın taraftarların, erkek (onun söylemiyle adam) taraftarlardan oldukça fazla olduğunu ve ülkemizde Rum, Yahudi, Ermeni vatandaşların da olduğunu hatırlarsak… Bu sözün nerelere kadar gidebileceğini daha iyi anlamış oluruz.

 ***


Barışa, demokrasiye, farklı kimlik ve inançlara, demokratik muhalefete, kadına, yaşam tarzına kısaca; “kendi gibi” olmayan her şeyin karşısında/kavgalısı olan, hem vurup hem de bağıran bir iktidar... Yaşamı dar ediyor, dar!..

                                      Yazarın diğer yazıları için tıklayınız