1960'ların ikinci yarısındaki yıllarda (parasız yatılı
öğretmen okulunda okuyan öğrenciyim), İlhan Selçuk, Çetin Altan, İlhami
Soysal…’ın yazıları, Yaşar Kemal, Fakir Baykurt, Mahmut Makal, Tolstoy,
Dostoyevski, Honoré de Balzac’ın…
romanları ile tanışmıştım. Zorunlu akşam etütlerinin çoğunda roman ve
öykü okur, sabah etütlerinde ise derslerime hazırlık yapardım. (etütte ders
çalışmadığım için de nöbetçi öğretmenlerin bazen azarı, bazen de tokatları ile
karşılaşıyordum). İşte o yıllar:
Ülkenin cendereye sıkıştırıldığı, işçilerin-emekçilerin hak
mücadelelerinin bastırıldığı, sağ-sol kutuplaşmaların arttığı ve karşılıklı
olarak gençlerin birbirini öldürdüğü, “Bana, sağcılar adam öldürüyor
dedirtemezsiniz” dendiği, Komünizmle Mücadele Dernekleri’nin, Komünizm en
amansız hastalıktır görüldüğü yerde ezilmelidir. Komünizm geliyor! … Benzeri
sözlerle her yere yazılar yazıp afişler astığı, algı operasyonlarının yapılmağa
başlandığı yıllar… Süleyman Demirel’li yıllar…
Bu yıllarda, İlhan Selçuk’un ‘Pencere’ den (kesin tarihini
bilemediğim) bir yazısı bende silinmeyen iz bırakmıştı. Bu yazının özü (bu güne
taşıdığım kadarıyla) şöyle: Anadolu’nun bir kentinde kış mevsimi, 7-8
yaşında bir çocuk hasta, ateş içinde kıvranıyor, annesi çok üzgün… “Ne oldu
sana yavrum?” sorusunu sorduğu çocuğu; “Anneciğim çok hasta oldum, komünist
oldum…” Diye cevap verir. İşte memleketteki iklimin çocuğa yansıması…
Dün yine Ege Üniversitesinde gençler vuruştu biri ölü, biri
ağır yaralı… 19-20 yaşlarında birbirlerine karşı bilenmiş, öfkesini kontrol
edemeyen, karşısındakini hain, düşman gören gençler… Giden canlar,
yanan/ağlayan yürekler… Ve bu gençleri siper ederek kendilerini haklı
göstermeye çalışan toplumsal katmanlar…
Artık acısını yaşasak bile bu ve benzeri olaylara, başka bir
göz ve anlayışla bakmalıyız. ‘Kim
başlattı?’ ‘Kim haklı, kim haksız? …’ Benzeri neden/niçin sorularına cevap
aramayı/bulmayı kolluk ve yargı kuvvetlerine bırakmalıyız.
Çünkü eğer bizler bu sorularla, sorunlarımıza yaklaşırsak,
çözüm bulamayız. Ve çözümsüzlük içinde debelenip dururuz. Akan kan ve yaşanan
acılar da uzun yıllar devam edecektir…
Rebecca Solınt, Yakındaki
Uzak isimli kitabında “Kimileri
başkalarının acısıyla ilgilenirken bizzat öyle üzüntüye kapılır ki onları da
avutmak gerekir.” (Çev.:M.Karahan-M.Öznur Encore yay.Ocak 2015 sf:200)
İşte bu gün ülkece yaşadığımız da bu… İnsan-doğa
katliamlarına ve yaşananlara karşı, bakınıp, dövünüyor, gözyaşı döküyor,
acılara ortak olup bizde acınacak hale geliyor, böylece biz bir avutana ihtiyaç
duyuyoruz.
Toplumumuzun/eğitimimizin
en büyük eksiği EMPATİ kuramayan bireyler yetiştirmesidir.
Oysa bu sihirli sözcük evimiz-okulumuz-sokağımızda işlevsel kılınırsa pek çok
psiko-sosyal soruna çözüm bulur, mutluluk yaratır…
Rebecca Solınt empatiyi (yukarıda ismi yazılı eser, aynı
sayfa); “Empati, bir miktar kendi dışına
çıkıp genişlemektir…(duyguyu kendi içinde değil de onun, bir başkasının içine
uzanarak hissetme, kendini onun yerine koyma)” olarak tanımlar.
Eğer karşımızdakinin duygularına, yaşadıklarına uzanıp
kendimizi onun yerine koyabilmeyi öğrenebilirsek, “bu bana yapılsa ne hissederdim” noktasına varabilsek, elimize hiç
silah alabilir miydik?
Eğer eğitim sistemimiz (evde, okulda, sokakta), bireylere bu
empatik bakış açısını kazandırsa insanlarımıza, hepimizin ve ülkemizin de pek
çok sorunu çözüm bulacaktır.
STKlar, medya, okul- öğretmen, anne ve babalar tek ses olup
ülke yönetiminden: Eğitim sisteminin; yok sayan, yok eden, ötekileştiren “bir çocuktan serinkanlı bir
katil yaratan karanlık”*
anlayışlara son vermesini, insan olmanın ortak payda kabul edilmesini istemeli
ve isteklerin gerçekleşmesi için takipçisi olmalılar…
Yeter artık!.. Gençlerimiz/insanlarımız birbirlerine ‘Yakındaki Uzak’ olmasın!..
* Rakel Dink’in, eşi Hrant Dink öldürüldükten sonra
yaptığı konuşmadan…
Emin Toprak- DOSTÇA
Bu yazı
Milliyet Blog’da: