29 Şubat 2016 Pazartesi

Matbaaya direnme ve İmam Hatip Sistemi

Dünyanın her yerinde olduğu gibi bizim topraklarımızın binlerce yıl öncesinin sahipleri de kültürleri ile birlikte toprak altı olmuşlardır. Bu insanlar bizlere coğrafyaları ile birlikte pek çok anıt, yazıt, obje, dilden dile gelen deyiş ve söylenceleri de miras olarak bırakmışlar. 

Kültür mirası olan bu eserler yapılan kazılar sonucu veya tesadüfen ortaya çıkmakta ve bu buluntular sayesinde o tarihsel dönemin; toplumsal düzeni, yaşam tarzı, töreleri, inançları hakkında pek çok bilgiye ulaşılmaktadır.

Böylece bizler de bilmem kaçıncı kuşak torunları olduğumuz Cetlerimiz'den miras olarak; dil, ırk, din ve kültürü almaktayız. Bazı istisnalar hariç büyük çoğunluk, bin yıllar içinde çokça değişime uğramış, uğruna nice canlar verilmiş olan bu yaşam-inanç sisteminin takipçisi ve savunucusu olmak zorunda kalmıştır. Çünkü bu zorunluluğa uymayanlar, dışlanır, ayıplanır, günahkar sayılır ve güven sorunu yaşarlar. 

İnsanlık tarihi böylesi pek çok savaş, ölüm ve acılarla doludur. Bize miras kalan coğrafyada da çok acı olay yaşanmıştır. 

Çıkar grupları, tarihsel diyalektiği önemsemeden, sürekli olarak, kimilerinin ne kadar saf ve temiz olduğunu, bu toprakların hakiki sahiplerinin kimler olduğu gibi sığ söylemlerle insanları ayrıştırıp çatışmalar için ötekiler yaratırlar. Büyük çoğunluğa hiç bir yarar sağlamayan bu ilkel kavgalar sadece çıkar peşinde koşan zalimlere yaramaktadır.

Bu ilkel oyunun temel kuralı ise: karşı tarafın haklarını yok saymak, haklarını isteyip direnenleri ise baskılarla yıldırmak ve yok etmektir. 

O halde;

Neden binlerce yıl öncesinin teknolojik sınırlılıklarına karşın bize miras kalan; yazıt, yontu, amfi tiyatro, suyolu, han, hamam ve saraylara bakıp dersler çıkarmıyoruz?

Neden bu gün bile köylerimiz, yolsuz, susuz, kanalizasyonsuz, tuvaletsiz, hayvancılık son bulmuş, ormanlarımız yok olmuş, kentlerimiz yaşanmaz halde deyip, bu sorunları tartışıp, eksikliklerimizi tamamlama yollarını aramıyoruz?

Neden seçimini büyük büyük dedelerimizin seçmiş olduğu; Irk, Dil, Din, Mezhep farklılıklarımızı, zenginliğimiz olarak kabul etmiyoruz da, bazı çıkar çevrelerinin çıkarları için başlatılan “ben, biz, ego” savaşlarının bir oyuncağı oluyoruz?

Neden el birliği ile yaşantımızı geliştirip, barış içinde yaşanır ortam yaratmak yerine, sürekli bir çatışma içine girip bir tarafın şakşakçısı olarak yaşıyoruz?

***

Yurdumuzda 14 yıldan beri iktidarda bulunan anlayış, güzellemeler yaparak  Osmanlı'yı diriltmeye çalışıyor. Osmanlı'dan günümüze yansımış ve geri kalmamıza neden olan pek çok olumsuzluk sayabiliriz, fakat yazımızın konusu sadece Matbaa!.. 

1447 yılında Almanya'nın Mainz kentinde, Gutenberg ilk matbaayı kurmuş ve kısa zaman sonra pek çok feodal devlet de bu önemli hizmeti halkına sunmuştur.
Ama ne yazık ki Cihan Devleti olduğunu söyleyen Osmanlı İmparatorluğu ancak 281 yıl sonra yani 1728 de matbaaya kavuşabilmiştir.

Peki, bunca yıl neyi ve niçin beklemiş Osmanlı?

Bu 281 yıllık gecikme ülkemize neye mal olmuştur?

Bu konuda verilecek hangi cevap, Osmanlı İmparatorluğunu haklı kılabilir ki!?

Hiçbiri, hiçbiri olamaz, çünkü matbaa uygarlığın anahtarıdır ve Osmanlı bu anahtarı insanlarından (ümmetinden) esirgemiş uzak tutmuştur.

Demek ki Cihan Devleti öngörüsüne sahip değilmiş Osmanlı imparatorluğu…
Sadece %1’lik saray elitlerini el yazması eserlerle eğitmiş, %99’luk insanın da yaşam hakkı kadar kutsal olan eğitim hakkını engellemiştir.

***

Şimdi gelelim günümüze; 

14 yıldan beri ülkemizde aynı iktidar var ve bu dönemde dünyadaki teknolojik gelişmeler çok hızlandı, iletişim çağı başladı. Telefonlar, bilgisayarlar her gün gelişip yenilendi, ağır sanayinin hantal makineleri yerine, bilgisayarla çalışan makinelerin aldığı bir dönemi başladı. Bu hızlı gelişmeleri başlatıp devleşen, yeni yeni firmalar ve dinamik ülkeler ortaya çıktı.

İşte bu hızlı gelişme sonunda pek çok sanayi devi ülkenin, eğitim, iletişim, finans ve ağır sanayi sistemleri sarsıldı, duraklama yaşadı. Tüm sektörlerdeki ekipmanlar güncelliğini kaybetti ve verimlilik düştü. Ama bu ülkeler hemen toparlanıp eski anlayış ve ekipmanlarını yeni teknolojiye uyumlu hale getirerek, hızlı gelişmelerini sürdürdüler.

İşte bu yıllarda, Türkiye'nin dışarıya bağlı cılız sanayisi, diğer sektörleri ve eğitim sistemi de bu yeni gelişmeler doğrultusunda yükselme şansı elde etmişti.
(Sanayi ve diğer sektör alanında neler yapıldığını ve şimdi ne durumda oldukları konusunu yorumlayacak kadar bilgi sahibi değilim.)

Ama; 

Bu dönemde, ülkenin pek çok yeraltı-yer üstü kaynağının hızlı olarak ve yüzlerce defa değiştirilen ihale kanunları ile satılıp müttehitlere rantiye yaratıldığını…  

Eğitimde ‘4+4+4’ uygulamasıyla, İmam Hatip Sistemi’ne geçilerek (bilimle sanatla uğraşan bir nesil yetiştirmek yerine), "orta çağ anlayışı"na dönüş yapıldığını... Böylece; soru sormayı, yorum yapmayı bilmeyen, itaat eden (dindar ve kindar) bir nesil yetiştirilmesinin hedeflendiğini yaşadığımız için biliyorum.

Özetle; Bizi 'Orta Çağ'a sürükleyen hoyrat bir rüzgâr esti/esiyor. Sildi süpürdü ülkemizin tüm şanslarını. Ve ezberciliğe, kaderciliğe mahkûm etti geleceğimiz olan gençlerimizi...  

Matbaanın ülkemize 281 yıl geç getirilmesi, geri kalış nedenlerimiz arasında ön sıralarda yer alıyor değil mi?..  

Korkarım ki bizim torunlarımız da, geri kalmışlık nedenlerini (dilerim ki olmaz) sorgulayıp sıralandıklarında en ön sıraya ‘4+4+4 ve İmam Hatip Sistemi’ni koyacaklardır.


Yazarın diğer yazıları için tıklayınız

Bu yazı Radikal Blog’da:
http://blog.radikal.com.tr/egitim/matbaaya-direnme-ve-imam-hatip-sistemi-126373

26 Şubat 2016 Cuma

Test…





“Nerede bir can ölse
oralı olur yüreğim.
Olmalı zaten.
Olmazsa "İnsan" olmaz yüreğim… “
Ahmed Arif

***

Yine bomba, yine katliam, bir iken ikiye çıktı Ankara katliamları, gün geçmiyor ki acılarımıza başka acılar eklenmesin, öfkenin kine dönüşmesi sonucunda oluşmuş öç alma duygusunun o ilkel acımasızlığı, suçlu suçsuz ayırmadan yok ediyor suçsuz günahsız insanları, grupları. 

Olanları gördükçe, yaşadıkça, Ahmed Arif’in yukarıdaki dörtlüğünü anımsayıp, üzülüyor, lanetleyip ve acıları paylaşmak için başsağlığı diliyoruz. Gerçi bazıları, bir bölüm medyanın karartma ve yalanlarıyla oluşturduğu algı operasyonların da etkisiyle yaşanan acıları bile, “benim” “onların” diye ikiye ayırıp, “benim” dedikleri için ağıtlar yakıp, yaslar tutuyor, “onların” dedikleri için de, ama…, fakat… diye başlayan cümleleri sıralayıp sanki olabilirliği için bahaneler arıyor. Bu sağlıksız düşünce ve hasta kişilerin çoğalması ise ürkütüyor tüm insanları.

Peki üzülüp, lanetleyip ve başsağlığı dilemek yeter mi, acıları dindirmeye, katliamları durdurmaya?...

Vatandaş olarak bizler; kaderci anlayıştan sıyrılıp, acıları yarıştırmadan, olayları sorgulamalı, vicdan sesine kulak verip, haksızlıkları haykırmalı, acılara neden olan tüm güçleri lanetlemeli, iktidara görev ve sorumluluklarını hatırlatmalıyız.

İktidar ve devlet aygıtı içinde yer alanlar ise, duygularını dile getirip duygu seli yaratmaktan kaçınmalı. Vatandaşları oluşturan tüm grup ve bireyleri kollayıp, korumak için önlemleri almalı. Her türlü terör ile acımasızlıklara kaynaklık eden, öfke, kin ve öç alma duygularını tanımalı, nedenleri ortadan kaldırıp, tekrarını önlemelidir. Herkese eşit uzaklıkta yasalar çıkarıp, eşitlik, demokrasi, laiklik ilkelerini uygulamalı, vatandaşın kendini güvende hissedeceği bir barış ve huzur ortamı/iklimi yaratmalıdır.

***

Mesleğim gereği okulöncesinden üniversite çağına kadar pek çok çocuk ve gence testler uyguladım. Uygulama yapan arkadaşlarımla birlikte değerlendirme toplantılarına katıldım. Amacım size bu çalışmalar ve sonuçlarını anlatmak değil, sadece konu başlığının “test” olması çağrıştırdı bana o günleri…

Test: “kişinin, yetenek, bilgi, karakterini yoklamak/tanımak için yapılan sınama” olarak tanımlanabilir. Bu testlerin objektif olması için; kültürel farklılıklar, ortam ve uygulayıcıdan kaynaklı sübjektiflikleri azaltıcı bazı uyumlu kılma  (standardize) çalışmaları yapılır. Ama yine de tam bir objektiflik sağlamak mümkün olmaz.

Size anlatmağa çalıştığım test ise uzmanlık ustalık istemeyen, çok basit ve herkesin kolayca kendisine uygulayacağı daha objektif bir test. Aslında herkesin bildiği, başını yastığa koyduğunda –sıklıkla- uyguladığı bir test... Bu test sırasında, vicdan dediğimiz kendi içsesimizle konuşur, tartışırız, kendimizi bazen aklar, bazen sebep olanlarla birlikte suçlar, bazen de kâbuslar görüp uykusuz kalırız.

İşte size bu herkesin bilip uyguladığı testi hatırlatmak istedim. Ruh sağlığımız için hangi kimlik, hangi konumda olursak olalım, herkesin böylesi bir teste ihtiyacı vardır.

Herkes içsesiyle konuşup, hesaplaşmaya başladığı anda, bireysel farklılıklar dediğimiz, algılama, yorumlama, kabullenme, karşı çıkma gibi düşünsel ve eylemsel farklılıklar çıkar ortaya. Böylece bu aşamada insan sorunlar karşısında duruşunu belirler, ya çözüm arar, ya karşı çıkar, ya da kabullenip sessiz kalır.

Bu duruşların bütünsel yansımasına toplumsal vicdan da diyebiliriz. Aslında kör düğüm olmuş pek çok ülke sorunumuz toplumsal vicdan kaynaklıdır. Çünkü insanlarımızın büyük çoğunluğu sorunlar karşısında, empati yapamıyor,  kaderci anlayışları gereği kabullenip, sessiz kalmaktadır. Bu tespitin bir suçlama amacı yoktur ve hiç kimsenin de böyle bir hakkı olmamalıdır. Bu tespit, sorunlarla yüzleşmek, çözümler bulmak için ve asıl çalışma alanını belirtmek için yapılmıştır.

On yıllar gibi kısa zamanda ülkece büyük çok acılar yaşadık, Özel Timler, Jitemler, Yeşillerle tanıştık fakat hiç biri ile hesaplaşamadık, tesadüfen meydana gelen ‘Susurluk Kazası’ ile bile yüzleşemedik.

Ayhan Çarkın, nice acılar yaşatan fakat vicdanının kendisine verdiği azaba dayanamayanlardan sadece biriydi. Uğur Dündar'ın Arena adlı haber programında 1000 kişinin infazını gerçekleştirdiğini itiraf etti, tek tek yer, zaman ve isimleri verdi peki sonra ne oldu?!...

Eğer sorunlarla yüzleşip, çözüm bulmaz ve susup kalırsak, tıpkı dedelerimizin yaptığı gibi, biz de suçu günahı olmayan çocuklarımıza ve torunlarımıza miras bırakacağız, haksızlıkları, zalimlikleri ve onun biriktirdiği öfke ve kinleri…

***

Sorumluluk sahibi etkili ve çağdaş birey

Her bireyin birlikte yaşadığı topluma karşı bazı görev ve sorumlulukları vardır. Bunlar sadece; işini yapmak, vergi vermek ve oy kullanmakla sınırlı değildir.

Bir kişi olarak elbette yukarıda sayılan üç görevimizi yapacağız, ama çağdaş insan dediğimiz günümüz insanın bunlarla sınırlı değildir görev ve sorumlulukları…

Çağdaş insan; evde, işte, sokakta hayatın her alanında karşısına çıkan durum, olay ve sorunları, neden ve niçin diye sorgular. Bu sonucun oluşmasında varsa kendi payını ve diğer paydaşlarını öğrenir, ne yapmalı, nasıl yapmalı diye çözüm için arayışlarda bulunur.

Birlikte yaşamanın olmazsa olmaz şartı: Demokrasi, insan hakları ve hukuktan yana,  Dini; sevgi-saygı, Irkı; insan olan insanlar olmak zorundayız.

***

Testimiz çok basit demiştik, işte -sizin de arttırabileceğiniz- bazı soruları:

Eğer, yastığa başını koyduğunda içsesinle barışık olarak rahat uyuyabiliyorsan,

Eğer, karşındakinin gözüne, başını eğmeden bakabiliyorsan,

Eğer, karşındakine baktığında, kendinde bir eziklik bir suçluluk duymuyorsan,

Eğer, insanlar seninle şarkı söyleyip, bazen de seni protesto edebiliyorlarsa,

Eğer,  söze “Eyy!.”  yerine, “Seni/sizi anlıyorum, ne yapabilirim?” diye başlayabiliyorsan,

Eğer, …

Demek ki sen doğru yoldasın.


Yazarın diğer yazıları için tıklayınız

Bu yazı Radikal Blog’da:
http://blog.radikal.com.tr/yasam/test-125646
 

19 Şubat 2016 Cuma

İyilik yap, iyilik bul…



- @AlaattinCAGIL, Twitter'de yukarıdaki görseli, hikâyesi ile birlikte paylaşmış: "İbrahim, çadır kurulacak yerde taşlarla oynuyordu./ Görevli: Bu nedir?/ İbrahim: Halep'teki 4 odalı bombalanan evimiz." -

***

Kültürümüzde; eğer bir kişi tanıtılacak, övülüp erdemleri sayılacaksa, öncelikle onun iyilikleri ve yardımseverliğine vurgu yapılır. Diğer yönlerinin anlatılması daha sonraya kalır. Görüp, okuyup, duyduğumuz kadarıyla, iyilik yapmak ve yardımsever olmak diğer toplumlarda da çokça önemsenen iki değerdir. O halde bunlara insanlığın ortak değerleri de diyebiliriz.

Çocukken söylediğiniz, ya da çocuklarınızdan dinlediğiniz, daha çok da okulöncesi çocukların neşe ile koro olarak söylediği, hemen herkesin bildiği/sevdiği,  bir şarkı vardır. "İyilik yap, iyilik bul"  diye başlayan ve bir dörtlüğün birkaç tekrarlardan oluşmuş bir şarkı. İşte bu çok sevilen şarkının sözleri sanki; bu gün yaşadıklarımız ile çöken dış politikamızın öngörüsü ve gelecektekilere bir uyarısı:

“İyilik yap, iyilik bul
Kim kazanmış kötülükten
Kötünün başına gelmedik olmaz
Kimsenin ettiği kimseye kalmaz"

Eğer sözü, "iyilik dile, iyilik bulursun" şeklinde söylesek bile, bu onun anlam ve gücünü hiçbir şekilde eksiltmez. Demek ki, iyilik dilemek/istemek herkesin kolayca sahip olabileceği, hiçbir dini, ırki, coğrafi engeli olmayan çok yüce bir insani duygu, değer ve anlayıştır.  

Ondandır ki başkalarına, iyilik yapma ve iyilik düşünme, bir erdem olarak kabul edilmiş ve toplumsal belleklere nakşolmuştur.

***

Ölüm korkusu:

Ölümler, öylesine sindirmiş ve korku salmış ki etrafa. Şimdilerde herkes ölümü konuşur oldu, evde, sokakta, okulda, medyada...

Bir bebek, bir çocuk öldürülüyor, onun acısını bile ortak yaşayamaz olmuş, onun, kimin çocuğu olduğu arayışına girer olmuş insanlar. Oysa kim olduğuna bakmadan, vuranı da, azmettireni de  katil ilan edip lanetlenmek gerek. İnsani değerlerimiz zarar görmüş olacak ki; "Savaş değil barış olsun", "Ölümler olmasın, barış olsun", "Çocuklar ölümesin maça gelsin" çığlıkları bile (onlarda neyi çağrıştırıyorsa!) suç olmuş!...

Halden bilmez/anlamazlar, hoyratça, acılarını yarıştıranlar, bencilce, bana yetsin yeter diyenler, sevgisiz/acımasızca, bana dokunmasın da binyıl yaşasın diyenler ve taraftarını arttırmak için, karşı tarafı yok ederek çoğalmayı düşünen anlayışlar. Dikkat, dikkat insani değerleri zarar görmüş insanların çoğaldığı bir dünya...

Bu dünyada; birinden diğerine söz taşıyan, taşırken, "bire iki" eklemede bulunan, "benden duymuş olma ama." deyip dost görünen, kavgalara neden olup, kavga başlayınca köşesinde kıs kıs gülen insanlar. Bunları siz de ?çokça- görür, duyar, bilirsiniz.

Ülkemizin karar vericilerine, "haydi yiğitlerim birkaç hafta sonrasını düşünün" deyip gaz veren dünkü 'stratejik ortaklarımız'  hani neredeler?!...

Biz komşularımızla bozuştuk,  hem onlar, hem biz çokça zarar gördük, görmeye devam ediyoruz, peki ortaklarımız nerede?  Muhtarlara sorduk onlar da bilmiyor.
Çünkü onlar da, gönülleri de şimdi bize çok çok uzakta. Çünkü onlar çıkarları gereği, maç devam ederken kuralları ve ortakları değiştirdiler.  

İşte bakın yine biz bize  kaldık baş başa, çünkü, biz komşuyuz komşu!...

***

Komşuda pişti bize de düştü, bakalım payımıza düşenlere:

Olan oldu, komşuda 470 bin insan öldü, evler yandı/yıkıldı.

Sınır kapılarında -bu işte sizin de payınız var, açın kapınızı dercesine-; gözbebekleri büyümüş, eşini çocuğunu ya ölü yada cephede bırakmış, yaşlı, kadın, çocuk ve bebeklerden oluşan yüzbinlerce göçmen/mülteci/sığınmacı kuyruklarda.

Çanakkale'den Bodrum'a kadar Ege'nin tüm kıyıları kana bulanmış, bebek, çocuk, kadın, yaşlı yüzlerce göçmenin, mezarı olmuş.

Yetim-öksüz,  evsiz, işsiz, ekmeksiz, okulsuz, umutsuz kalıp, kampta karavana bekleyen, sokaklarda dilenmek zorunda kalan göçmen sayısı, 2,5 milyona varmış.

Suriye, Rusya, İran, Irak ve diğerleri "dost komşu" değiller şimdi.

Düşürülen Rus uçağı sonrasında tüm hayaller bitti, dengeler bozuldu, dış politika çöktü, korku sarmalında sınırlarımız.

İşte bu kazançlarıyla(!) birlikte, dünyada "değerli yalnızlık" içinde -mutlu, mesut- yaşamaya devam...

***

İçeride neler oldu/oluyor?

-Öfke, kin, ölüm…

Cumhuriyet gazetesi 12 Şubat günü manşetten Ayşe Sayın'ın Cizre haberini vermişti, "ölüm binaları" önünde çaresizce bakan dört çocuk görseli üstüne yazılmış, o çok kısa ve çok anlamlı başlıktı: "OPERASYON BİTTİ, KENT DE"

Sadece burası değil, daha burası gibi, tarihi, coğrafyası ve insanı yok edilmiş olan kentler var. Sur,  Nusaybin, İdil ve bilmem nereler.

Haydi, "üzülsek, ağlasak da ölenler öldü geri gelmez bir daha." desek, "gelen mala olsun" deyip avunalım(!), ama cevapsız kalan çok soru var işte ikisi:

Peki, canlı cenaze gibi sağ kalanlardaki o vuruklar (travmalar) nasıl yok olacak?

Peki, uykuya hazırlık için, ninni/masal bekleyen bebe/çocuklara  dinletilen, bomba, silah sesleri ve çığlıkları onların yarattığı vurukları nasıl unutturup onları geleceğe taşıyacağız?!...

Akan kanı durduramadılar! Yitip giden canları yaşatamadılar? Acılara son veremediler!. Ama yok edilen kadim dünya mirası üstüne, TOKİ "kentsel dönüşüm" yapıp Toledo yapacakmış!..

***

Zamanında muktedirlerimize soramadık, bari hatırlatalım:

Eğer komşumuzun sıkıntıları, sorunları varsa, biz de iyi bir komşu isek, neden onlara yardım ve dostluk elimizi uzatıp, onlara iyilik dilemedik?

Hani töremizde, komşu komşunun külüne muhtaçtı, hani komşu açken sen tok olamazdın/uyuyamazdın, ne oldu nerede kaldı töremiz?  

Komşun sorunları ile boğuşup yuvası yıkıldığında -çınar ağacı devrilince herkes odun toplar misali- bana da şunlar şunlar kalacak beklentisi ile rüyalar görmek, sizce haklı mı, insani mi?

Daha kendi ülkende eşitliğe dayalı vatandaşlığı, demokrasiyi, hukuku, iç barışı sağlayamamışsın, komşuya ayar vermek senin neyine?!..

Bu gün neden, "Kötünün başına gelmedik olmaz/Kimsenin ettiği kimseye kalmaz." diyoruz da, niçin "İyilik yaptım, iyilik buldum" diyemez olduk?

Neden!..
Yazarın diğer yazıları için tıklayınız

Bu yazı Radikal Blog’da:  
http://blog.radikal.com.tr/turkiye-gundemi/iyilik-yap-iyilik-bul-124989