31 Aralık 2015 Perşembe

Böyle susarsak vicdanımıza nasıl hesap veririz?!..

Hani olduk olmadık yerlerde kendisi ile sohbet eder, kızar, söylenir ya, insanoğlu. Bu aralar ben de çokça konuşur oldum kendi kendimle (nasılsa kayıt koyut, tape mape yok, konuş konuşabildiğince içindeki senle), işte özgürlük buna derler, sen söyle sen işit. Kimi, bu konuşmaların veya kör kuyulara seslenişlerin insan için sağlıklı, kimileri ise sağlıksız olduğunu söyler.

Artık hangisi doğru onu bilmem, bildiğim bir şey varsa o da bu “iç konuşmaların” herkeste olduğudur. Hani insanoğlu bazen yaptığı yanlışları, haksızlıkları örtmek, kendini aklamak için bahaneler arar, maskeler takar ya…

Ama tüm bahaneler iç konuşmaları karşısında sonuçsuz kalır, yastığa koyunca başını artık kendinle baş başasın, tüm yanlış ve suçlarına ayna tutar vicdanın, ondan kaçış yok! Eğer ‘ego’ baskın çıkarsa yine, maskeleriyle güne başlar yeniden insanoğlu…

Cizre, Silopi, Nusaybin, Sur ve başka yerlerde uygulanan sokağa çıkma yasakları sonrasında, acılar, yıkımlar ve çokça ölümlerin olduğu günler yaşadık, yaşıyoruz… Ben de içimdeki kendime; “Acaba, bu mahalle ve kentlerin kuşatılıp, yakılıp, yıkılmasının arkasında da rantçıların bir hesabı var mı?” diye sormuştum.

Çok geçmedi Star gazetesi, tarihi dokusu ile birlikte yok edilen Sur’un enkaz olmuş görseli eşliğinde, “TOKİ GÖREVE” manşetini atmış ve alt başlık olarak da “TOKİ’NİN PROJELERİ HAZIR” (demek ki düşünülüp ve planlanmış)... Manşet için seçilen enkaz görselinin hemen altında ise, Başbakan’ın “Huzur sağlanana kadar operasyonlar durmayacak” sözleri var. İşte o sayfanın bağlantısı, lütfen görün, okuyun ve yorumlayınız:
http://gazetemansetleri.co/etiket/22-aralik-2015-sali-star-gazetesi-manseti/

Demek ki; bu operasyonlarla hiçbir canlı ve konutun kalmaması hedeflenmiş, huzuru da, ölümlerin ve acıların yaşandığı harabelerin üzerinde yükselecek olan TOKİ’nin rantiyeleri ile sağlamayı düşünüyorlarmış. Tuhaf bir görüş değil mi? Enkaz, işkence ve ölümlerin olduğu yerde hiç huzur olur mu?!

Oysa;

Yıkım ve ölümlerle savaşlar kazanılır veya kaybedilir.
Görüşüp, anlaştığınızda ölümler durur, huzur ve barış olur.
Sizce hangi yol huzur verici?

***

Yaşadıkça zaman geçer, yaş ilerler ve kendi kendinle konuşup kendini yargıladıkça yok olur bazı sivriliklerin, biter hep kendini odak görüp, hep kendine yontmaların… Artık kendini başkaları yerine koyup, ayna tutarsın onlara, (sence) haksız olsalar bile, onların da canları ve hakları olduğunu görür/anlarsın. İşte şimdi sen tam bir insansın.

Ama egosuna esir olmuş, vicdanı nasır tutmuş öyle kişiler var ki, öyle işler yaparlar ki, işte bunların hiçbirine, hoşgörü gösterip, hiç bir özrünü kabul edip, hiç bir durumunu haklı görüp aklayamazsın. Çünkü bunlar, insanlık suçu işlemiş insanlık ve çevre düşmanı anlayışa sahip kişilerdir. Siz unutsanız bile tarih unutmaz ve af etmez bunları. Tıpkı Hitler ve devamı faşistlerde olduğu gibi.

"Savaş İstemiyoruz! Çocukları Öldürmenizi İstemiyoruz! Girişimi" Hümanist Bürosunun hazırladığı raporu okudum. Okuduklarım kaç gündür sanki acı-ağrı-sancıdan oluşmuş bir yumru olup oturdu göğsüme…

Bu rapora göre: 26 Temmuz-30 Kasım 2015 arasında (dikkat! Listede Aralık’taki, Miray bebek ve nice çocuğun ölümleri yok), Diyarbakır, Şırnak, Ağrı, İstanbul, Mardin, Van, Ankara, Hakkâri ve Adana illerinde en küçüğü 35 günlük bebek, en büyüğü 18 yaşında olan en az 44 çocuk hayatını kaybetti. En az 52 çocuk da yaralandı. İşte ayrıntıları:
http://www.haberler.com/korkunc-tablo-44-cocuk-oldu-52-cocuk-yarali-7993747-haberi/

Bu korkunç tabloya hangi yürek dayanır, hangi vicdan buna duyarsız kalır. Bunlar çocuk, suçsuz ve günahsız çocuk!.. Yeter artık, yeter! Durdurun ölümleri!...Hiçbir canlı bu insanlık düşmanı egoların kurbanı olmamalı…

***

Birlikte ağlayıp birlikte güldüğümüz,
Birlikte aynı ekmek, aynı kitapları paylaştığımız,
Birlikte saz çalıp, okuyup, alkışladığımız,
Birlikte baskıya ve “faşizme karşı omuz omuza” eylemler, yürüyüşler, direnişler, afişlemeler yaptığımız,
Birlikte sabahlara kadar grev nöbeti tutuklarımız,
Birlikte ışık yakıp söndürerek, tencere tavalara vurup, ıslıkladığımız,
Birlikte ‘Gezi Parkı’nda ve tüm ülkede barış ve kardeşlik ateşi yaktığımız,
Bize yeni katılanlar gençlerimiz,
Dün bizimle olmayıp bugün bize hak verenlerimiz,
… Hâsılı aynı duyguları paylaştığımız derneğimiz, sendikamız, nice nice dostlarımız:

Hani “ne ırkı, ne dini, ne de dili” içindi, tarafı olmamız, ortak paydamız “insan” olmaktı.

Hani, taraflısı olduklarımız, hakları gasp edilmiş, emeği sömürülmüş ve ezilmiş, halklar ve insanlardı.

Hani, ortak amacımız ülkemiz ve dünyada: eşit, özgür, demokrasi ve barış içinde yaşamak...

Hani, tüm çabamız barış engellerini tanımak, tanıtmak onlara dur demekti.

Ve hani biz bu güzel amaçlara o kadar sevdalı, o kadar coşkulu ve o kadar çoktuk ki!..

İşte bakın, görün, taraflısı olduklarımız daha da çoğaldı. Peki, biz neden azaldık?

Oysa bugünlerde, egolar zirve yapmış (iktidar hırsı ve koltuk kapma uğruna); insan hakları, hayvan hakları, çevre hakları çiğneniyor, viraneye dönüyor evler, işyerleri mahalleler, kentler. Ülkenin bir tarafı yangın yeri, kuşatma altında, bebekler, çocuklar, kadınlar, gençler ölüyor, geleceğimiz ölüyor… Utanç verici, onur kırıcı, acı verici olaylar oluyor.

Asıl bu günlerde, kardeşlik, insanlık, barış için ele ele verip, haksızlığa, hukuksuzluğa, hırsızlığa, baskıya, ölüme dur deyip, acılının acısını görmemiz, anlamamız ve daha da çoğalmamız gerek.

Peki neden sayımız az sesimiz cılız?..

Eğer anne-baba isek, çocuklarımıza, öğretmen isek, öğrencilerimize, insan isek insanlarımıza, yani kendimize, vicdanımıza hesap vermek durumunda olduğumuzu unutmayalım.

Unutmayalım ki, bu ölümler yıkımlar oldukça, bu çığlıklar sürdükçe, bu suskunluğumuzu, hiçbir bahane haklı kılmaz, vicdanımıza ve tarihe karşı bizi aklamaz. Haklının yanında durmadığımız ve hakkını aramadığımız için, yastıklar diken olup uykusuz bırakacak, suçluluk duyup başı öne eğik olacağız…

Çiğdem Toker ne güzel özetlemiş: Vahşet, siz itiraz etmedikçe sıradanlaşır. İtiraz etmedikçe, zalimin safında görünürsünüz.

Niçin sormuyoruz, niçin susuyoruz, niçin?!

Neden hep birlikte, bu (ergen psikolojisi içindeki) savaşan taraflara:

Savaş İstemiyoruz! Çocukları Öldürmenizi İstemiyoruz!

Ölüm Değil Yaşam, Savaş Değil Barış İstiyoruz!

Yeter!… Yeter!… Yeter!…

Demiyor, diyemiyoruz neden?

Emin Toprak- DOSTÇA

          Diğer yazılarım için tıklayınız 

Bu yazı Radikal Blog’da


29 Aralık 2015 Salı

AYM (Anayasa Mahkemesi) Vekile olmaz demiş

AYM, Doğu Anadolu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerinde uygulanan sokağa çıkma yasaklarına ilişkin Meral Danış Beştaş başvurusu görüşülerek reddetti. İşte özet gerekçesi:

“Ankara’da ikamet ettiği anlaşılan başvurucunun “sokağa çıkma yasağı” kararlarından derhâl tedbir kararı verilmesini gerektirecek şekilde kişisel olarak etkilendiğine ya da alınan kararların doğrudan mağduru olduğuna dair bir sonuca ulaşılamamıştır. Açıklanan nedenlerle, başvurucuya yönelik derhal tedbir kararı verilmesini gerektiren ciddi bir tehlike bulunduğu dosya kapsamında bulunan bilgi ve belgelerden bu aşamada anlaşılamadığından koşulları oluşmayan tedbir talebinin reddine karar verilmesi gerekir. Başvurucunun tedbir talebinin reddine oybirliğiyle karar verildi.” (DHA)

Meral Danış Beştaş bir milletvekili, vekili olduğu insanlar bir mağduriyet yaşıyor. O da, bunun durdurulması için yüce mahkemeye başvuruda bulunuyor. AYM de bu başvuruya (mağduru olmadığı için) ret kararı veriyor hem de oybirliği ile…

Oysa biz milletvekilini, “oy verenleri temsil eden kişi” diye bilirdik, halen de sözlüklerde bu tanım var.

Sana ne, mağduriyet devam etsin der gibi bir cevap vermiş AYM.

AYM kararları, hukuk normlarına uyumlu olmalı, sıradanlaşmamalı…

Çok garip çoook!.

Şimdi, her an ölümle karşı karşıya olan “sokağa çıkma yasağı mağdurları” yasak kalktıktan sonra mı haklarını arayacak?

Eğer “dur” kararı verilip bu kuşatmalar kaldırılsa ve sadece bir tek çocuk ölümü, bir canlı ölümü engellenebilseydi ne olurdu? Ne olurdu?

Öldükten sonraya (zaten hep öyle aldatırlar ya) mı kalacak davaları?

Geçtiii… Geçtiii… Geç kalmış adalet! Yine geç kaldın! Geçtiii…

Şimdi sevgili okuyucularımın bana “Ülkeyi iç savaşa sürükleyen güvenlikçi yasalara geçit veren de bu AYM değil mi?” Diye sorduklarını duyar gibiyim.

-Doğru bir soru, acaba ben çok şey mi bekliyorum AYM’den?

-Hayır, çok şey beklemiyorum. Ama insanı yaşatmayan bir karar. Böyle de bir karar olmaz ki!

Yazık çok yazık, yine “Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi” yolunu gösteriyorlar.

-Onun kararları da canları geri getirmiyor ki!...

***
Gel de şimdi yıllar öncesine gidip Mahsuni, İhsani ve Şemsi Belli’yi anma…

Emin Toprak- DOSTÇA

          Diğer yazılarım için tıklayınız 

Bu yazı Radikal Blog’da:
http://blog.radikal.com.tr/turkiye-gundemi/aym-anayasa-mahkemesi-vekile-olmaz-demis-120614

20 Aralık 2015 Pazar

Yapıverdik oldubitti…/Peki, şimdi ne olacak?


Bugün her gün olduğu gibi önce gazeteden okudum haberleri, yorumları, yazıları. Gazete kâğıdına dokunmak, kokusunu (kimyasal da olsa) solumak bir haz veriyor nedense.

Bitince gazete okumaları her gün olduğu gibi sessizce soruverdim kendime; Günün yazısı hangisi?

-Doğan Satmış’ın “Yakılan camiler ve savaşın etiği” başlıklı yazısı…

İlerde, Diyarbakır’ın sokaklarında gezen torunlarımız, “Burada 550 yıllık bir camii vardı, hendek savaşlarında yok oldu, 77 milyon da seyretti” demesin. Bu utanç hepimizin... Sözleri ile biten bu yazının, tümünü okumak gerek..

Orhan Bursalı’nın, Nobel Edebiyat Ödülü’nü alan Rus kadın yazar Svetlana Alexievich’in konuşmasından yaptığı; “Dünyayı nefret değil sevgi ve umut kurtaracak, nefret değil, özgürlük anlık bir tatil değil zahmetli bir yoldur”, “Yeni bir barbarlık dönemi içindeyiz, demokrasi emekli olmuş gibi..” alıntı ile beni, internette konuşmanın tümünü aramaya yönlendirdi. İyi de oldu, o oldukça uzun konuşmayı buldum okudum ve çok çok kişi okusun isterim. http://siyasihaber1.org/kaybedilmis-bir-savas-uzerine-svetlana-aleksiyevicin-nobel-edebiyat-odulu-konusmasi

Doğan Satmış ve Svetlana Alexievich’in buluştukları ortak noktayı kendimce şöyle özetledim: Bazı insanlar verilen emirlerin esiri olarak; düşünmeden, yorum yapmadan, canavarlaşan duygularıyla; doğaya, tarihe ve canlılara karşı acımasızca zararlar veriyor, sessiz çoğunluklar ise sessiz…

(Kim bilir bugün, alıntı yapamadığım, okuyamadığım daha ne çok söylevler, görüşler, okunası yazılar var…)

***

"Suçluyu kazıyın, altından insan çıkar.”

Her yıl 10 Aralık gününü de içine alan hafta “İnsan Hakları Haftası” olarak kutlanır. İnsan hakları; ırk, cins, dil, din ayrımı olmaksızın, suçlu-suçsuz, dinli-dinsiz, güçlü-güçsüz ayrımsız olarak herkesin haklarıdır.

Tayfun Atay 9 Aralık 2015 günlü yazısında: Ünlü hukukçumuz, (rahmetli) Prof. Faruk Erem’in “Bir Ceza Avukatının Anıları” adlı eserinden aldığı Suçluyu kazıyın, altından insan çıkarSözünden hareketle güzel bir yazı yazmıştı.

Bu da bana, eşini kaybetmenin büyük acısını yaşayan Rakel Dink’in (kendisi ile acı paylaşımında bulunmak için toplanan yüzbinlere), “Bir bebekten bir katil yaratan karanlığı sorgulamadan hiçbir şey yapılmaz kardeşlerim…”  diyen (bence tarihe geçen) o muhteşem konuşmasını anımsattı.

İşte, bir insan hakları savunucusu avukat ile ırkçı bir anlayış sonunda, eşini kaybetmiş (acısı büyük) bir vatandaş. İkisinin de acıları görerek ve yaşayarak vardıkları ortak görüşlerini şöyle özetlemek mümkün:


Suç ve suçluyu doğuran etmenleri ortadan kaldırmadıkça, bu tür suç ve suçlular hep var olacak, yeni canlar yanacak, yeni acılar yaşanacaktır.

Neden-sonuç ilişkisine bağlı olarak oluşan doğa olaylarında olduğu gibi, insan davranışları da, gerekirci (determinist) bir oluşumun sonucuna bağlıdır.
  
***

İktidar şimdi çözümsüzlüğü çözmek için; sadece tekçi anlayışla, tek yönü gösteren gözlüklerin takmış ve güvenlikçi anlayışlara sıkı sıkı sarılmış…

Temel yöntemi; ‘kısasa kısas’

Sonuçları: (tarih, coğrafya, kültür, canlı demeden)  öç almak, yok etmek, yıkmak, yakmak, gaz sıkıp, bomba atmak…

Böylece günü kurtarmak...

Ya da, algı geliştirme/değiştirme yöntemlerini kullanarak olanları unutturmak…

Oysa öç alıp yok etmek, başka öç almaları besler içinde!

Oysa halı altına süpürülmüş dertler/acılar, geleceğe taşınarak yok olmaz!

Oysa onlar, karanlıkta beslenip, acıları yaşatacağı günleri bekleyecek!..

İşte o zaman bu gün yaşadıklarımızı, torunlarımız yaşamaya devam edecek.

Çok yazık….

Emin Toprak - DOSTÇA

         Diğer yazılarım için tıklayınız 

Bu yazı Radikal Blog’da:
http://blog.radikal.com.tr/politika/alintilar-119460


13 Aralık 2015 Pazar

Alıntılar…

Bugün her gün olduğu gibi önce gazeteden okudum haberleri, yorumları, yazıları. Gazete kâğıdına dokunmak, kokusunu (kimyasal da olsa) solumak bir haz veriyor nedense.

Bitince gazete okumaları her gün olduğu gibi sessizce soruverdim kendime; Günün yazısı hangisi?

-Doğan Satmış’ın “Yakılan camiler ve savaşın etiği” başlıklı yazısı…

İlerde, Diyarbakır’ın sokaklarında gezen torunlarımız, “Burada 550 yıllık bir camii vardı, hendek savaşlarında yok oldu, 77 milyon da seyretti” demesin. Bu utanç hepimizin... Sözleri ile biten bu yazının, tümünü okumak gerek..

Orhan Bursalı’nın, Nobel Edebiyat Ödülü’nü alan Rus kadın yazar Svetlana Alexievich’in konuşmasından yaptığı; “Dünyayı nefret değil sevgi ve umut kurtaracak, nefret değil, özgürlük anlık bir tatil değil zahmetli bir yoldur”, “Yeni bir barbarlık dönemi içindeyiz, demokrasi emekli olmuş gibi..” alıntı ile beni, internette konuşmanın tümünü aramaya yönlendirdi. İyi de oldu, o oldukça uzun konuşmayı buldum okudum ve çok çok kişi okusun isterim. http://siyasihaber1.org/kaybedilmis-bir-savas-uzerine-svetlana-aleksiyevicin-nobel-edebiyat-odulu-konusmasi

Doğan Satmış ve Svetlana Alexievich’in buluştukları ortak noktayı kendimce şöyle özetledim: Bazı insanlar verilen emirlerin esiri olarak; düşünmeden, yorum yapmadan, canavarlaşan duygularıyla; doğaya, tarihe ve canlılara karşı acımasızca zararlar veriyor, sessiz çoğunluklar ise sessiz…

(Kim bilir bugün, alıntı yapamadığım, okuyamadığım daha ne çok söylevler, görüşler, okunası yazılar var…)

***

"Suçluyu kazıyın, altından insan çıkar.”

Her yıl 10 Aralık gününü de içine alan hafta “İnsan Hakları Haftası” olarak kutlanır. İnsan hakları; ırk, cins, dil, din ayrımı olmaksızın, suçlu-suçsuz, dinli-dinsiz, güçlü-güçsüz ayrımsız olarak herkesin haklarıdır.

Tayfun Atay 9 Aralık 2015 günlü yazısında: Ünlü hukukçumuz, (rahmetli) Prof. Faruk Erem’in “Bir Ceza Avukatının Anıları” adlı eserinden aldığı Suçluyu kazıyın, altından insan çıkarSözünden hareketle güzel bir yazı yazmıştı.

Bu da bana, eşini kaybetmenin büyük acısını yaşayan Rakel Dink’in (kendisi ile acı paylaşımında bulunmak için toplanan yüzbinlere), “Bir bebekten bir katil yaratan karanlığı sorgulamadan hiçbir şey yapılmaz kardeşlerim…”  diyen (bence tarihe geçen) o muhteşem konuşmasını anımsattı.

İşte, bir insan hakları savunucusu avukat ile ırkçı bir anlayış sonunda, eşini kaybetmiş (acısı büyük) bir vatandaş. İkisinin de acıları görerek ve yaşayarak vardıkları ortak görüşlerini şöyle özetlemek mümkün:


Suç ve suçluyu doğuran etmenleri ortadan kaldırmadıkça, bu tür suç ve suçlular hep var olacak, yeni canlar yanacak, yeni acılar yaşanacaktır.

Neden-sonuç ilişkisine bağlı olarak oluşan doğa olaylarında olduğu gibi, insan davranışları da, gerekirci (determinist) bir oluşumun sonucuna bağlıdır.
  
***

İktidar şimdi çözümsüzlüğü çözmek için; sadece tekçi anlayışla, tek yönü gösteren gözlüklerin takmış ve güvenlikçi anlayışlara sıkı sıkı sarılmış…

Temel yöntemi; ‘kısasa kısas’

Sonuçları: (tarih, coğrafya, kültür, canlı demeden)  öç almak, yok etmek, yıkmak, yakmak, gaz sıkıp, bomba atmak…

Böylece günü kurtarmak...

Ya da, algı geliştirme/değiştirme yöntemlerini kullanarak olanları unutturmak…

Oysa öç alıp yok etmek, başka öç almaları besler içinde!

Oysa halı altına süpürülmüş dertler/acılar, geleceğe taşınarak yok olmaz!

Oysa onlar, karanlıkta beslenip, acıları yaşatacağı günleri bekleyecek!..

İşte o zaman bu gün yaşadıklarımızı, torunlarımız yaşamaya devam edecek.

Çok yazık….

Emin Toprak - DOSTÇA

         Diğer yazılarım için tıklayınız 

Bu yazı Radikal Blog’da:
http://blog.radikal.com.tr/politika/alintilar-119460

 

5 Aralık 2015 Cumartesi

Hapishanelerin bile özlendiği bir ülke, bir iklim…


Ülkemiz ve insanlarımız, Evren’li, Çiller’li, Jitemli yıllarda nice ölümler, nice işkenceler, nice acılar çekti yaşadı…

Çiller zamanında hazırlanan listelerdeki sakıncalı Kürt işadamları tek tek öldürülüyor, karanlıklara atılıyor, derinlere gömülüyordu. Sonrasında da yemin billah biz yapmadık bilmiyoruz diyerek riyakârca inkârları oynuyorlardı…

558 haftadır Galatasaray meydanında toplanan “Cumartesi Anneleri”nin; “Hiç olmazsa bize katlettiğiniz canlarımızın mezarını gösterin, kemiklerini verin” diye attıkları çığlıklar devam ederken, 14. Yılına giren iktidar onlara bir teselli bile veremedi…

Ve gazetelerden güncel bir haber; dün Eskişehir 2. Ağır Ceza Mahkemesi, Cizre’de işlenen faili meçhul cinayetlerle ilgili açılan davada dönemin İlçe Jandarma Komutanı Cemal Temizöz ve korucular dahil bütün sanıkların beraatına karar verdiği kararının gerekçelerini açıkladı. “…Mahkeme, sanıkların çete kurarak 21 kişiyi öldürdüklerine ilişkin “şüpheleri” olduğunu ancak şüpheden sanık yararlanır ilkesi gereği beraat kararı verdiğini bildirdi.”

***

Şimdilerde ise birileri, seçim sonuçlarını önüne alıp, az oy aldığı yerleri, köy köy, belde belde, ilçe ilçe, il il listeleyip oraları kuşatmaya alıp, susuz, ekmeksiz, elektriksiz bırakıyor. Böylece “diğerleri” dediği insanlara, gözdağı vererek onları sindirmeye, susturmaya, göç ettirmeye çalışıyor.

Çocuk, kadın, hasta ve yaşlılar, savaşlarda bile korunup esirgenir, buna uymayanlar ise savaş suçlusu olarak yargılanırken, bizdeki bu kuşatmalarda, çocuk, kadın, hasta ve yaşlılar gözetilmeksizin tüm hakları gasp ediliyor… İnsanların ölüm öncesi iniltileri, çığlıkları, mermi ve bomba seslerine karışarak gökyüzüne yükseliyor...

Birileri ise, tüm olanları hiçe sayıp çetele tutuyor “bir bizden, on, onlardan” hesapları yaparak nutuklar atıyor…

Oysa en kutsal insan hakkıdır, güven içinde yaşama hakkı… “Bir bizden, on, onlardan” mantığı ile yok edilemez halklar, haklılıklar. Sosyal olaylar güvenlikçi anlayışlarla değil, karşılıklı konuşmalarla, kısıtlanan hakların verilmesi ile çözülebilir. Güvenlikçi anlayışla sindirilen öfkeler, kin olarak karşı döner. Olaylara sebep olan, onlara emir veren, uygulayanlarda, eğer vicdanın kırıntısı bile kalmışsa; bu ölümler, bu çığlıklar, bu iniltiler her gün, her gece kâbus olup onları uykusuz bırakacak, sıçratacak yastığa konmuş başlarını… Ellerindeki o kanlar, yüzlerindeki o lekeler nedeniyle, eşinin, çocuklarının, torunlarının yüzüne bile bakamayacak, her gün yeniden, yeniden bir kor gibi için için yanıp yok olacaklar…

Ne var ki, ne yazık ki, onların için için yanıp yok olması da çözmeyecek sorunlarımızı, dertlerimizi…

***
Şimdi bir an olsun ekonomimizi, dünyadaki ‘değerli yalnızlığımızı’ ve görünüşümüzü, unutup (unutulmaz ya), içimizden birilerine reva görülenlere, yapılanlara, olup bitenlere bakalım. Bakın görün neler oluyor neler…

Lice- Şırnak-Nusaybin-Diyarbakır ve pek çok yerde (güya) kenti ve insanları korumaya gelmişler; küfür edip, nefret söylemleri ile halka meydan okuyor, duvarlara sloganlar yazıyor, geldik yoksunuz… Deyip, çığlıklar eşliğinde, havaya binlerce mermi sıkıyorlar. Kim vurduya gidiyor pek çok kadın, çocuk ve yaşlılar.

İşte size iki ay içinde işlenmiş, iki tane nefret suçu örneği:

1. 10.08.2015 günü Muş Varto’da çıkan çatışmada Kevser Ertürk öldürülür. ”Hayatını kaybeden PKK’li bir kadının cesedi sokakta polislerce çıplak bir şekilde teşhir edildi.” http://www.imctv.com.tr/pkkli-cesedine-iskence-iddiasi/

2. 15.10.2015 günü Şırnak’ta Hacı Lokman Birlik öldürülür. “Telsiz konuşmalarında polislerin, Birlik’in fotoğraflarını çekmek ve araca bağlayıp karakola sürüklemek için amirlerinden izin ve talimat aldığı ortaya çıktı.” http://www.cumhuriyet.com.tr/haber/turkiye/440749/Telsiz_konusmalari_vahseti_ortaya_koydu.html

Çatışma sonrasında öldürülen kadının çıplak cesedinin görüntülerini sosyal medyada paylaşmak, öldürülenin cesedini polis aracına bağlayıp şehir turu attırmak, bu videoları, tehdit mesajları eşliğinde ölünün yakınlarına göndermek…

Oysa tüm inançlarda nefret suçudur, ölülere işkence yapmak. Demek ki bu insanlık suçunu işleyenlere “haydi yiğidim, yürü…” deyip cesaretlendiren odaklar var. Eğer böylesi odaklar olmasaydı, bunlara hesap soran, sus diyen, dur diyen, hak ettikleri cezalar verilebilen birileri olsaydı…

Yok ama yok, yok! Yok!..

***

İki-üç gün önce, ayrı yerlerdeki iki gencin söz ve görüntüleri yansıdı medyaya:

Birisinin babası insan hakları savunucusu bir avukattı, görevi gereği, yukarıda anlatıla gelen olayların mağduru olan insanların haklarını arıyor, demokrasi, eşitlik ve barış istiyordu. Tam da bu isteklerini dillendirilirken ense kökünden giren kurşunla öldürüldü, bu barış abidesi insan, hem de çoksesliliğin simgesi dört ayaklı minare’nin (ve herkesin gözü) önünde…

İşte onun kızı; “Keşke babamız hapisten çıkmasaydı şimdi yaşardı.” Dedi.

Diğerinin babası gazeteci idi, görevi gereği, yukarıda anlatıla gelen olay ve benzeri haberleri okuyucuları öğrensin diye yazmıştı gazetesinde ve bunun için konmuştu hapishaneye…

Ve onun oğlu (avukatın ölümünden etkilenerek); “İyi ki babam hapiste ve şimdi yaşıyor.” Deyiverdi…

Ve başımızı, iki avucumuz arasına alarak sessizce çığlıklarımız:

İşte, 90’lı yıllara kardeş yıllar…

İşte, tünelin ucundaki ışığı göremeyen insanlarımız…

İşte, oyuncakları ölüm kusan mermi olmuş, geleceğimiz çocuklar…

İşte, insanlar yaşasın diye hapishanelerin özlendiği bir ülke, bir iklim…

İ
şte, güvenlikçi anlayışla on dört yıllık iktidarın ülkeyi getirdiği son durum…

Emin Toprak- DOSTÇA

          Diğer yazılarım için tıklayınız 

Bu yazı Radikal Blog’da:
http://blog.radikal.com.tr/politika/hapishanelerin-bile-ozlendigi-bir-ulke-bir-iklim-118897

30 Kasım 2015 Pazartesi

Acılar acıları gölgeliyor…

Öylesine hızlı gelişiyor değişiyor ki saatler, günler, haftalar, aylar, yıllar. Seni, için için kavuran acının üstüne ekleniveriyor yeni yeni acılar sancılar.

Daha dün olmuştu; yaşamak için "40-50 liralık kaçağa giden" 34 çocuk-gencin, ülkesinin savaş uçaklarınca parça parça edilmesi.

Daha dün olmuştu; Diyarbakır'da halkların kardeşliği ve barış çağrıları için toplananların bombalarla yok edilmesi.

Daha dün olmuştu; Kobani'nin annesiz babasız kalan bebelerine-çocuklarına, mama, giysi, oyuncak, şarkı-türküler götüren coşku dolu suçsuz günahsız gençlerin toplu kıyımı.

Daha dün olmuştu; Ankara'da barış, demokrasi, eşit-kardeşlik istemek için toplanan yüzbinlere bomba atıp yüzlerce genci-anneyi-babayı yok etmeleri.

Daha dün olmuştu; kudurmuşların, Paris'te haftanın yorgunluğunu sporla müzikle eğlence ile bitirmek isteyen yüzlerce suçsuz genci bombalarla yok etmeleri.

Daha dün olmuştu; tek suçu mesleği gereği yukarıda sıralananları ve benzeri konuları haber yapıp halka sunan gazetecileri, karanlığı seven aydınlıkta histeri krizine kapılan birilerinin "atın içeri bunları" demesi ile tutuklanmaları.

Amaaa dünnn! Biri ensesinden vuruldu dört ayaklı minarenin önünde;

O;  genç yaşına çok şeyler sığdırmış acıların çocuğu.

O; insan hakları tutkunu.

O; yargısız infaz edilen faili meçhul (!) köyü (börtü böcek insanıyla) yakılan.

O; yabancı değil kendi ülkesinin helikopterleri, uçaklarınca bombalanan.

O; Lice, Temizöz, Kuşkonar, Koçağılı, Hrant Dink, Roboski . davalarının takipçisi AİHM'e taşıyıcısı.
O; insanlara bok yediren ve katırları bile kurşuna dizenlere karşı duran.

O; karanlıkta kalmış kirli sayfaların araştırıcısı.

O; hep birlikte demokrasi ve barış içinde yaşayacağımız bir Türkiye sevdalısı.

İşte onu!.. İşte O, Tahir ELÇİ'yi vurdular tamda:"İnsanlığın bu ortak mekânında silah, çatışma, operasyon istemiyoruz. Savaşlar, çatışmalar, silahlar, operasyonlar bu alandan uzak olsun. Tarihimize değerlerimize sahip çıkalım" dediği anlarda. Hem de, her görüşü temsil eden "Dört Ayaklı Minare"nin önünde.

Belki onun ana dilinde böylesi acılarda söylenen "Gotin sar bû" (söz soğudu) diyenler olsa da. Eğer O yaşasaydı, bunu diyenlere "Na, na!.. Hina pir gotin hene." (Hayır, hayır!.. Daha diyecek çok çok söz var.) diyeceğini biliyorum.

Diyalektik döngüde gün dünü gölgeliyor, sallandıkça döndükçe, gün yüzüne çıkıyor insanların sancılar acıları.  İşte bu toplumsal bellek, asırlar sonrasında da lanetleyecek bu karanlıklar içindeki korkakları ve kutsayacak; hak, hukuk, özgürlük uğruna verilmiş savaşları-kahramanları.

Ama bilinsin ki, böylesi bir acı ile yok edilen bir kahramanımızın dediği gibi:

Hiçbir kutsal amaç,
hiçbir ideoloji,
hiçbir hak,
hiçbir öfke
hiçbir yetki
doğrulamaz öldürmeyi!
                    Onat KUTLAR

Yazarın diğer yazıları için tıklayınız

Bu yazı Radikal Blog’da:
http://blog.radikal.com.tr/politika/acilar-acilari-golgeliyor-118419



Öğretmenler günü demek için…

Öğretmen sadece ABC ve bilgi öğreten bir kaynak değil ki. Öğretmen eğitim sürecinde; öğretirken öğrenen biri, yani sürecin bir bireyi, bir çalışanı. Bu süreçte katılımcılara;  din-dil-ırk ayrımı yapmadan barış içinde birlikte yaşama, paylaşma, düşünme, sorgulama, yorumlama, çözüm arama gibi insan olmanın değerleri kazandırılır.
Uluslararası Çalışma  Örgütü (ILO) ile UNESCO işbirliğinde 21 Eylül - 5 Ekim 1966 tarihleri arsında (Türkiye'den de Osman Bener, Aysel Yüceışık ve Güngör Salman'ın da katıldığı) Paris'teki toplantıda "Öğretmenlerin Statüsü Tavsiyesi" adlı bir belge kabul edilmiştir. Bu belgede, öğretmen adayının seçiminden öğretmen eğitimine, öğretmenin işlev ve sorumluluklarından mesleki yaşam koşullarına kadar pek çok konu ele alınmıştır.
Öğretmenlerin sadece eğitim alnında yani okul içinde değil, toplum içinde de yerine getirmesi gereken önemli işlev ve sorumlulukları vardır ortak görüşüne varılmış ve aşağıdaki ilkeler saptanmıştır:
  * Eğitim, insan kişiliğinin ve yeteneklerinin geliştirilmesine ve ayrıca temel özgürlüklere ve insan haklarına derin bir saygı aşılamayı amaçlamalıdır.
  * Eğitim'in, dünya barışına, tüm uluslar, din ya da ırk grupları arasında dostluğa hoşgörüye ve karşılıklı anlayışa yapabileceği katkıya büyük önem vermelidir.
  * Öğretmenlerin yetiştirilmesi ve istihdam, soy renk, cinsiyet, din, siyasal görüş, etnik köken, ekonomik durum gibi ayrımcılığın hiçbir biçimine yol açmamalıdır.
  * Öğretmenler sadece kendi mesleklerini yapacak şekilde ekonomik olanaklara sahip olmalıdır.
  * Öğretmen örgütlerinin, eğitimin ilerlemesi amacıyla eğitim politikalarının hazırlanmasına ve eğitim yönetimine demokratik katılımları sağlanmalıdır.
Öğretmenliğin toplum içindeki konumunu belirleyen bu ilkeler nedeniyle 1994 yılından beri, 5 Ekim tüm dünyada Dünya Öğretmenler Günü olarak kutlanmaktadır.
Ülkemizde ise 24 Kasım günü öğretmenler günü olarak kabul edilmiş ve kutlanmaktadır.  Amacım, 5 Ekim mi, yoksa 24 Kasım mı öğretmenler günü olmalı, tartışmasına girmek değildir. Asıl konumuz yukarıda özetlenen ilkelere göre öğretmenlerimizin şimdiki durumu...
İşte aynada gördüklerimizden bazıları:
   * İnsan kişiliğinin ve yeteneklerinin geliştirilip, temel özgürlüklere ve insan haklarına saygılı insanlar yetiştirme yerine; tornadan çıkmış benzerlikte, ortaçağ eğitim anlayışını uygun, soru sormayan, yorum yapmayan,  4+4+4 sistemi kurulmuş. Tüm okulları İmam Hatip felsefesine uyarlayan, insanlara; 'bizimkiler' ve 'ötekiler' anlayışıyla bakan yeni nesiller yetiştirme amaçlanmaktadır.
  * Öğretmen yetiştirme politikası iflas etmiş, öğretmen yetiştiren kurumlar kapatılmış, böylece öğretmen olmayı içselleştirmiş, düşünsel, fiziksel ve kişisel nitelikler taşıyan ve istenilen bilgilere ve beceriye sahip öğretmen yetiştirilmemiştir.  Öğretmenin yetiştirilmesi; üniversitelerin 300-500 kişilik dersliklerinde, öğrenciyi tanımayan, uygulamadan uzak, kuru bilgi ezberleten öğretim üyelerine bırakılmıştır. Bu okullardan mezun olan gençlere öğretmen olabilsin diye kısa süreli "Pedagojik Formasyon" dersleri verilmektedir. Böylece okulunu bitirip öğretmen olma hakkı kazanmış ama öğretmen olamamış yüzbinlerce genç, atama sırası için kuyruklar oluşturmuş ve ülke çapında çığlıklara neden olmuştur. Bu çığlıklara sağır kalmış yönetim, çözüm bulamaz ve sorunun içinden çıkamaz durumdadır...
  * Politik çıkar ve anlayışlar doğrultusunda okulun iklimi ve havası bozulmuş, kazanılmış hakları yok sayılan yönetici ve öğretmenler 'bizden' ve 'ötekiler' şeklinde parçalara ayırılmış. Ekonomik nedenlerin yaşamı zorlaştırması sonucu mesleğini ikinci plana atarak ek işler peşine düşürülmüş mutsuz bırakılmış öğretmenler...
  * Kendilerinden saymadıkları mesleki sendika ve dernekler yok sayılmış, onların eğitim politikalarının geliştirilmesine ve eğitim yönetimine demokratik katılımı engellenmiş, böylece meydan sarı sendika ve sarı derneklere bırakılmıştır.
  * Yöneticiliklerinin hemen hemen tümü "Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi" branşından olanlara verilmiş böylece diğer öğretmenlerin meslekte yükselme istekleri engellenmiştir.   
..
Öğretmenin elini öpmek, ona; şiirler okumak, övgülerde bulunmak, çiçekler vermek kısa süreli de olsa mutluluk verir ama kalıcı olmaz.

Öğretmenler, çocuklarıyla, öğrencileriyle, velileriyle, meslektaşlarıyla aynaya baktıklarında coşku içindeki mutlu-başarılı ülkeleriyle birlikte mutlu olurlar.

Tüm dünyada barış içinde hep birlikte mutlu olacağımız günlere...


Yazarın diğer yazıları için tıklayınız

Bu yazı Radikal Blog’da: 
http://blog.radikal.com.tr/egitim/ogretmenler-gunu-demek-icin-117956



27 Ekim 2015 Salı

Demek ki “ötekiler” olmadan kral çıplak



Yıllar öncesinden tanıdığımız bir saygın-bilge kadın vardı. İlkokul mezunu iken 40’ından sonra dışarıdan bitirme sınavlarına gire-çıka şimdi Anadolu Üniversitesi öğrencisi olmuş biri.

Uzun bir aradan sonra merhaba demeye gelmişti evimize. Söz döndü dolaştı günlük ve ülke sorunlarımıza geldi. Ve anlatmaya başladı:

“… İşim rahat, ücretim iyi, patronlar beni seviyor ben de mutlu idim. Derken ‘gezi olayları’  başladı. Yüreğim ağzımda, gözlerim yaşlı günlerce televizyonları izledim. Bir de baktım ki her yerde Alevi çocukları, dövülüyor, gazlanıyor, sakat bırakılıyor, gözaltına alınıyor ve öldürülüyor. Ben Aleviyim, patronum da iktidarın önemli bir zengin adamı. Artık, çalışma isteğim kalmadı, huzurum kaçtı uyku uyuyamaz oldum. Ve bir gün çıktım karşısına patronun; beyefendi dedim ben işi bırakıyorum dedim. Şaşırdı, nedenini sordu. Anlattım:

Ben Aleviyim, Taksim de ve diğer bütün meydanlarda ölen, sakat kalan, tutuklananlar bizim çocuklarımız. Sizin iktidarınız onları korumadığı gibi düşman ilan etti onları… Sizden ve işimden çok memnundum fakat artık sizden aldığım parayı kendime helal kılamam boğazımdan geçmiyor dedim.

Ve ayrıldım. Şimdi işsizim.”

İşte bu ve bunun gibilerin destanıdır 7 Haziran seçimi.
7 Haziran seçimi pek çok bilinmezi bilinir kıldı.

Özgüven yitimine uğramışların özgüven kazanmalarını sağladı.

Onları yıllarca önemsiz-öteki görenlerin özgüven yitimine uğramalarını sağladı.

(Gerçi panik içinde ve güven yitimine uğrayanlara hala alkış tutan ötekilerden oluşmuş milyonlarımız var ama olsun onları da bekliyoruz…)

Bunun için 7 Haziran (1Kasım’da hangi sonuç alınırsa alınsın) bir uyanışın başlangıcıdır.

Çünkü ‘ötekiler’ olmadan sırça köşkte rahat edemeyeceklerini anladı birileri.

Kimi, bas bas bağırarak onların yanıldığını, kandırılıp, korkutulduğunu söyleyip,   yeniden seçimle onların kendisine döneceğini düşledi… 8 Hazirandan sonra ülkenin kana, gözyaşına boğulmasına neden oldu…

Kimi, M.E.Bozkurt'un; "Öz Türk olmayanların Türk vatanında bir hakkı vardır, o da hizmetçi olmak, köle olmaktır" anlayışıyla ‘ötekileri’ kendi malı sanıp biz Kızılay değiliz, biz hayır kurumu değiliz diyerek  oyları için onları geri çağırdı…

Kimi ise, hayır dedi, sizi tanımıyorum, siz yoksunuz dedi…

Ama şu bir gerçektir ki, hiçbiri dillendirmese de, siz ‘ötekilerin’ varlığını, değerini çok iyi anladılar.

Böylece:

‘Ötekiler’ olmadan kralın çıplak olduğunu,

 ‘Ötekilerin’ yıllarca yaptığı karşılıksız oy yardımın son bulduğunu, 

Ve yok saydıkları ‘ötekilerin’ geçmişte oldukları gibi, bugün de var olduklarını…

An-la-dı-lar…

O halde bizlerden biri ile bitirelim yazımızı:


K İ   B İ L S İ N
B E N D E N   S O N R A K İ L E R
Madem doğmuşuz bir kere
Yaşadığımız belli olsun bari
Diyedir yazdığım bunca şiir
İstedim, kalsın benden de
Bir şeyler bu dünyada
Bir kelime, bir hece
Ki bilsin benden sonrakiler
İsmail diye biri yaşamış
Ne günü günmüş, ne gecesi gece..
İsmail UYAROĞLU 


Yazarın diğer yazıları için tıklayınız

      Bu yazı Radikal Blog’da:
http://blog.radikal.com.tr/politika/demek-ki-otekiler-olmadan-kral-ciplak-115588