sevgi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
sevgi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

19 Ekim 2024 Cumartesi

"Kürt Sorunu"

 

14 Nisan 2024 Pazar

BAZEN...


Herkesin yaptığı gibi ben de kendimle baş başa kaldıkça bir başkasıyla paylaşmadan sadece içimdeki 'ben' ile konuşur, didişir, barışırım. Bu yargılayan, sorgulayan, suçlayan, aklayan, alkışlayan yöntemi her insan içinde yaşar ve kendine özel bir yol bularak uygular. 

İşte bu farklı yöntemler de eylem-söylem farklılığı yaratır, o insanın 'iyi' ya da 'kötü' anılmasına neden olur. 

Bazen, sıcak bir gecenin sessizliğini, dinginliğini, böcek-kuşların kanat çırpınışını duymak, temiz bir havayı solumak isteğiyle pencere açtığınızda esen rüzgar, perdeleri şişirip kabartır, sonra da yeni bir rüzgar için eski hallerinde bekletirken o anda da sürücüsünün insafına bırakılmış birçok aracın yaklaştıkça çoğalan uzaklaştıkça azalıp tükenen korna-motor gürültüleri sarsar insanı...
 
Bazen; doğaya, doğadaki sese, fısıltıya, renge, tohuma, çiçeğe, böceğe, suya, yele … takılır onları sorgular mutlu-mutsuz anlar yaşar insanlar….
 
Yaşamak, çevremizdeki: iyi-güzel-doğru-yanlış her şeyin bizimle birlikte var olduğunu ve bizden sonra da hep var olacağını bilmek düşünmek ya da hiçlikten kurtulmaktır aslında.

Bence insanlar; bir günün sonunda oturup da yaşadığı sevinç, üzüntü yorgunlukları bir kimyager titizliği ve bir kuyumcu hassaslığı içinde sorgulamalı. Tıpkı bir gecedeki görüntü ve seslerin hafif bir esintiye kapılmışcasına titreşerek akıp, gel-git yapması gibi...

Bazen, yaşanmış ve altı çizilesi mutlu bir gününüzün sonunda akşamımızı başlatarak, dingin bir gecede haz almak isteğiyle çevreyi kuşbakışı gören küçük bir sığınak koltuk/kaya/balkon bulup oturmalı ve orada mehtabın ışıltılarla titreştirdiği deniz/göl/nehir/ormana bakmalıyız, zaten o anlarda beyniniz de hiç durmaz, duramaz da hep; iyi-kötü-örtüşen-zıt pek çok düşünce ile boğuşur, kimi duyguları yok etmeye çalışır, kimilerine kocaman bir yaşam alanı açmaya çalışır, haa, bir de dokunulmaz kılıp 'giz' olarak saklamaya karar verdiklerimiz var ki, asıl yorucu olan, insanı rüya-gerçek arası seme sersem bırakan da onlardır... 

Rüyalar; onlarca yıllık bastırılmış: tutku-sevgi-özlem-acı-korku-sevinç gibi gibi yaşanmış-yaşanmamış, istenen-istenmeyen tüm duyguların yoğun bir basınç altında birkaç dakikaya sıkışarak hayat bulmasıdır aslında… 

Rüyalar, içimizin karanlık dehlizlerinde kalmış; tene, dile, göze, kulağa ulaşmayan arzularımız, acılarımız, korkularımız, sevinçlerimizin toplamı görüntülerdir. 

Gece düşlerimizi de gündüzdeki düşlemelerimizi de bunlar doldurur. Fakat farklı düşler görerek farklı düşlemeler yaparak ve farklı eylemlerde bulunarak... 

Bazen egomuz baskın çıkar ve edindiğimiz görüş ve duygularımızın birer 'nas' olduğu düşüncesine kapılır ve herkesin bunlara uyup yetinmesi gerektiği öngörüsüyle dayatırız insanlığa.  

Ki bu anlayış; bir durumun sadece bir yönünü görebilen, başkalarına kapalı yani ne insani ne de doğaldır. Bu, insanlık değer ve kaynakları: benim olsun / bana yetsin yeter diyen “çıkarcı-asalak" anlayıştır. İşte bu anlayıştır her yerde yok edip, sömüren, yokluk, çatışma, savaş, ölüm, yıkım ve acılar yaşatan.

Bizler genellikle çözüm bulmamış bir soruna ışık tutup ona çözüm bulmak isteğiyle, inceleme, araştırma, düşlemelerle ve emek vererek üretmek isteriz. Bu, soyut olandan somuta, yokluktan varlığa varma çabasıdır. İşte o anlarda haz duyar zevk alır, bazen kendimizi okşayıp övünürüz bile…

Sonra da, emeğimizin karşılığını almak, anlaşılmak kabul-empati görmek isteriz. Bu duygular barış içinde bir yaşamı sağlamak için karşılık bulması gereken en doğal, zararsız insani duygulardır.

İnsanlığın kötücül yüklerinden kurtulması için iyilik ve barış sağlayan insani duygularla donanması gerekir. Çünkü hiçbir iyilik insana yük olmaz ve iyilik karşılık buldukça büyür barış-sevgi-kolaylık sağlar.   

Eğer bizim iyilikçi bir anlayış ve inancımız varsa beddua etmeyi bilmeyiz. Hep iyilik olsun isteriz ve dua ederken de: 

“Tanrım, düşmanlarımı da bağışla, onlara doğru yolu göster” deriz. 

Böylece sevgi-saygı-insanlığa kucak açmış oluruz. 



23 Mart 2024 Cumartesi

Kılıçdaroğlu Kaybetti!

 

Bu, aylardır isteyip de sürekli ertelediğim gecikmiş bir yazıdır aslında.

Belki de sonucu: "Korkak Bezirgân Ne Kâr Eder Ne Ziyan" atasözünün bir doğrulaması kabul edip hiç yazmayabilirdim.

Fakat hiç de öyle olmadı yani atasözü doğrulanamadı. Çünkü, bu sonuç bir kâr sağlamadığı gibi ahlaki ve insani değerlere çokça zarar verdi.

İşte bu duygularla ben de iki soru sorup, okuyucularımın cevap vermesini beklemeden, iki de cevap vermek istiyorum. Çünkü okuyucuların yerine vereceğim iki cevabın da onaylayacağını düşünüyorum.

İşte, o iki soru ile cevapları:

Soru 1: Sizler, 28 Haziran 2023 Cumhurbaşkanlığı seçim sonuçları için TV kanallarınca hazırlanıp ekranlarda gösterilen Türkiye haritasını gördünüz mü?

-Bu soruya hepinizin cevabı: 'EVET!' olacaktır.

Soru 2: Peki, sözü edilen haritada; Kürtlerin yoğun olarak yaşadığı tüm yerlerin: muhalefeti temsil eden 'kırmızı' renkle boyandığını da gördünüz mü?

- Biliyorum bu soruya da hepiniz: 'EVET!' diyeceksiniz.

Hiçbir karşı çıkış olmadığı için devam ediyorum:

Ve şimdi de diyorum ki, eğer o haritadaki 'kırmızı' renk dile gelseydi: "Bu coğrafyada yıllardan beridir, ne ana muhalefet partisi CHP ne de altılı masadaki diğer paydaşlarının pek taraftarı yoktu. Fakat halk bu seçimde onlara 'Merhaba' dedi, onların adayı Kılıçdaroğlu'nu adayları kabul edip ona çok yüksek oranda OY verdi!.." derdi.

Buraya kadar hep ben sordum ben cevapladım ve karşı çıkan olmadığına göre: 'anlaştık' diyebilirim.

Nerede kalmıştık?

-Seçim bitti ve Kılıçdaroğlu kaybetti!

Ve bu sonuç oy verenlere uzun süre: Oy! Oy! dedirtti.

O halde biz yeniden o haritada gördüklerimize bakıp devam edelim:

Çünkü burada, ülkemizin iç barışını yok etmeyi amaçlayan çatışmacı bir korku iklimine, onun yapay algılarla oluşturduğu önyargılara karşı boyun eğmek istemeyen halkın verdiği önemli mesajlar var.

Eğer bu mesajları görmez, anlamazsak o zaman da ülkemizin kördüğüm olmuş sorunları gün görmez ve çözümsüz kalır.

Sorumuz şudur:

Kürtler, bu altılı muhalefete neden 'merhaba' dedi ve adaylarına niçin 'oy' verdi?

Bu soruyu da (farklı görüşlere açık olarak) hemen cevaplıyorum.

Fakat cevap vermeden önce de bir ön açıklama yapmalıyım. Şöyle ki;
Kürtler, CHP lideri Kılıçdaroğlu'na destek verirken, onun geçmişte:
*Kürt sorunun çözümü için (yani barış olmasına) katkı vermediğini...
*Haksız savaş politikalarına ve teskerelere destek verdiğini...
*YSK'nın hukuk dışı kararlarına boyun eğdiğini...
*Dokunulmazlıkların kaldırılmasını onayladığını...
*Halk iradesinin gaspı eden 'Kayyum' uygulamalarına sessiz kaldığını...
*3. defa Cumhurbaşkanlığı adaylığını...
*Ve benzeri pek çok konu/duruma: "Anayasaya aykırı ama EVET!" diyen bir kişi olduğunu biliyorlardı.

İşte tüm bunları bile bile ona oy verdiler.

Neden mi?

Çünkü Kürtler, Kılıçdaroğlu'nun:
*2023 seçimini eğer Kılıçdaroğlu kazanırsa, Kürt sorununa yeni çözüm (çareseriya nû), yeni bir yol (rêyeke nû) bulabileceğini...
*Geçmişin karanlıklarına ayna tutacağını...
*Mağdurlarla helalleşeceğini...
*Çatışmaları bitireceğini...
*AKP+MHP ortaklığı ile bitirilen 'barış iklimini' başlatacağını...
*"Bal tutan parmağını yalar" bir kişi olmadığını... DÜŞÜNMÜŞLERDİ.

İşte bunun için de SHP'den sonra, bölgede hiç varlık gösteremeyen CHP'ye 'merhaba' deyip, liderine en yüksek oranda 'evet' oy verdiler.

* * *

Seçim olmadan önce, Kılıçdaroğlu, mutfağında Kürtlere el uzatıyordu. Kürtler, yaşananları unutmamış olsa da: "demek ki pişman olmuş"
diyerek onun uzattığı eli tutmak istedi ve öyle de yaptılar.

Meğer aynı günlerde Sn. Kılıçdaroğlu, (hem Machiavelli'ye özenmiş hem de okul arkadaşı Bahçeli'ye yakın olmak için) kapalı kapılar ardındaki dehlizlerde: Ümit Özdağ ile 'kirli' pazarlık yapıyor ve 'gizli' bir anlaşma imzalıyormuş!

Özdağ’a verilen 'devlet sözü' gereğince; Turancı kadrolar görev alacak: Kürtlerin insan hakları, kültürleriyle birlikte yok sayılacak, 'helalleşme' de unutulacakmış!...

Yeni bir oyun, yeni bir tuzak, yeniden aldatılmıştı Kürtler!

Özdağ, bu utanç belgesini açıklayınca da; Kılıçdaroğlu ne bir pişmanlık duydu ne de bir özeleştiri yaptı. Sadece susarak kabul etti.

Böylece anlaşıldı Kılıçdaroğlu'nun dürüst ve samimi olmadığı!
 
Ve böylece Kılıçdaroğlu tarihteki: 'bir varmış bir yokmuş' oldu!

İşte: Kılıçdaroğlu'nun: barışçılığı, erdemliği ve dürüstlüğü(!)

İşte, onun utanç duyulması gereken 'gizli' uzlaşısı ve anlayışı!

İşte, Dolmabahçe'de devrilen masanın bir benzeri!

Yine odaktalar fakat yine saha dışı bırakılmış Kürtler!

Kürtler yıllardır eşit-özgür vatandaşlık ve BARIŞ istiyorlar. 

Çünkü barış; tüm dargınlıklara, çatışmalara, savaşlara çözüm bulur.

Fakat bu barış istekleri; öfke, kin, düşmanca bastırılmak isteniyor.  

Savaşı seviyorlar; dargınlık, çatışma, acı, yokluk, kin, düşmanlık, ölüm kaynağı savaşı!

Bakınız Leyla Zana, daha dün Diyarbakır'daki Newroz konuşmasında milyonu aşkın insana sordu onlar hep birlikte: "Barışçı bir çözüme evet" dedi.

Peki, aynı soruyu şimdiki iktidara ve bugünkü muhalefete de sorarsak ne derler acaba?!.. 

**

Bir hafta sonra yeni bir seçim var! 

Dilerim ki bu seçimde barış kazansın. 

Sait Faik Abasıyanık: "Bir insanı sevmekle başlar her şey." diyerek sevginin yaşatan sonsuz gücünü anlatır.

Çünkü sevgi barıştır, kucaklar, korur, çoğaltır ve yaşatır her varlığı. 

Oysa, savaş zalimlerin işidir onlar; yakar, yıkar, yok eder ve sadece acı, kin düşmanlık, ölüm üretirler. 

Ayrımsız olarak ve hep birlikte: sevgiye, dostluğa, özgürlüğe, barışa götüren yolun yolcusu olalım.

15 Haziran 2018 Cuma

Bayram havasına muhtaç ülke

Bugün toplumumuzun büyük çoğunluğunun kabul ettiği inançsal bir bayram... Hemen hemen tüm inanç ve dinlerde böylesi bayramlar vardır. Bu bayramlarda  insanlar; empati yapar, hoşgörü ile halden anlar, ihtiyaç sahiplerine yardım eder, birlik olarak, dayanışarak, düşünerek sorunlara çözümler arar. 

Böylesi günlerde insanlar; her zamankinden daha temiz giyinir, daha hoşgörülü davranır, daha özenli konuşarak, dargınlık ve kırgınlıklar sonlandırılmaya çalışır.  Demek ki bayramların asıl amacı selamlaşmayı arttırmak, barış sağlamaktır…  

Mahalleniz, kentiniz ve her yerde bayramınıza farklı inanç sahibi komşularınız da saygı gösterir, kutlamalara katılırlar. Tabii ki, kendi bayramları olduğunda da aynı anlayışı bekleyerek… 

Savaşlar her toplumda; özgürlük, adalet, sevgi, saygı, hoşgörü, coşku sevinç dayanışma ortamını yok eder, sömürüyü arttırır ve yaşayanlara büyük acılar yaşatır... İnsanlık tarihi aslında mazlum halkların, hakları için zalimlere karşı başkaldırı ve haklı savaşlarının bir öyküsüdür. Bu süreçte özgürlük, kurtuluş ve kazanım elde eden halklar, haklı olarak, büyük duygusal anlar yaşarlar. İşte bu duygusal coşku ve sevinç kutlamalarının adıdır bayramlar...

Bayramlar, kaynağını yaşam ve inanç alanlarından alan; huzura, barışa ortam sağlayan duygusal ortaklıklardır.

O halde her günü bayram kılmanın tek bir yolu vardır o da: tüm insanları eşdeğerli bilmek ve kendinle, komşunla, çevrenle, dünyayla barış içinde yaşamak…

***
Bugün, 15-16. Haziran 1970'ın yıl dönümü... Bu yakın tarihimizin çok önemli bir sayfası… Emekçilerin bu günlerdeki birlikteliği, patronları ve onların işbirlikçisi komprador iktidarı korkutup geri adım attırmış olsa da, onların da büyük bedeller ödemesi, büyük acılar yaşamasına neden olmuştur. Kısaca hatırlayacak olursak:

1967'de kurulan DİSK (Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu), üç yıl içinde işçi hakları için yaptığı sendikal çalışmalarla, ülkedeki sarı sendikacılığı sarsmış, çokça taraftar ve güç kazanmıştı. Bu durum da patronları ve onların koruyucusu olan iktidarı çok rahatsız ediyordu. İktidar, bu gidişe dur demek için kısmi özgürlük sağlayan sendika yasalarını değiştirip DİSK’i etkisiz kılmak/kapatmak istiyordu. Öyle de yaptılar ve istedikleri yasal değişiklikleri mecliste kabul ettiler. DİSK yönetimi hemen toplanarak bir protesto mitingi yapma kararı aldı.
Fakat işçilerin iki günlük direnişi çok güçlü olmuş ve DİSK’i aşmıştı...

İstanbul’da, Gebze’de, İzmit’te fabrikalardaki çarklar durdu. Binlerce işçi üç koldan İstanbul şehir merkezine doğru ilerlemeye başladı. Şehir meydanları ve yollarını askeri zırhlı araçlar kapattı. Polisin ateş açmasıyla üç işçi öldü, 200 kişi yaralı… Karaköy ve Eminönü’nde biriken direnişçi işçiler birleşmesin diye, Galata Köprüsü açılarak geçişler engellendi. Hükümet hemen sıkıyönetim ilan etti, DİSK direnişi bitirdi…

Üç ay süren sıkıyönetim süresinde beş bini aşan işçi işten çıkarıldı. Ancak Olaylara neden olan yeni sendika yasası da iptal edildi. Fakat DİSK’ten öç alınması ve kapatılması işi 12 Eylül 1980 faşist darbesine bırakıldı…

***
Bugün bayram ülkemiz bayram havasına muhtaç:
  • Bugün bayram; ülkemizde halâ OHAL ve onun KHK’leri geçerli.
  • Bugün bayram; Cumhurbaşkanı R. T. Erdoğan, geçmişteki OHAL ile günümüzdeki OHAL’ini karşılaştırıp: “O dönemdeki OHAL'de (hatırlayın), fabrikalar hep grevlerle karşı karşıyaydı. Şimdi bizim dönemimizde herhangi bir fabrikada bir grev söz konusu mu? Tam aksine, böyle bir greve yeltenme olduğu zaman biz OHAL’le karşısına çıkıyoruz.” diyerek patronlardan daha çok patroncu oluyor.
  • Bugün bayram; hapishaneler henüz tutuklanma gerekçelerini bile bilemeyen yüz binlerle dolup taşıyor.
  • Bugün bayram; 9 gün sonra ülkemizde seçim var… Kandil’e yönelik askeri harekât devam ediyor...
  • Bugün bayram; Erdoğan, yeniden başkan olmak için işçi ve emekçilerden oy istiyor…
  • Bugün bayram; Başak Demirtaş, CHP'nin cumhurbaşkanı adayı Muharrem İnce'nin kendisini ziyaret etme isteği için; "Muharrem İnce bize gelecek. Tabii memnuniyetle ağırlayacağım. Sayın Erdoğan, Akşener, Perinçek ve Karamollaoğlu da gelse onlara da evimin kapısı her zaman açıktır. Bu yapılan anlamlı jest siyasetten daha ziyade insani ilişkilerin güçlenmesine hizmet ediyor" diyor.
  • Bugün bayram; Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın, HDP'nin Cumhurbaşkanı adayı Selahattin Demirtaş'ı suçlu ilan ediyor, meydanlar da “idam!” diye ses verince; “Parlamento, dedim ya size daha önce, parlamento bunlarla ilgili kararı bana göndermiş olsaydı, ben bunu çoktan onaylardım” diyor...  
  • Bugün bayram; Başak Demirtaş: “Siyaset düşmanlıkları değil, dostlukları büyütmelidir. Seçimlerden sonra da herkes birbirinin yüzüne bakabilmelidir. Her şey oy değildir, oydan daha kıymetlidir insani değerlerimiz...”
  • Bugün bayram; şöyle bir bakınız; kimler bayramın gereği olan birliği-huzuru-barışı ve kimler ayrıştırmayı-çatışmayı-savaşı istiyor. Onları görün ve düşünüp kararınızı veriniz.

Bugün bayram; saygı ve sevgiyle herkese iyi bayramlar...



Yazarın diğer yazıları için tıklayınız

8 Haziran 2018 Cuma

Kuzuluk’ta terlerken

Burası, yemyeşil dağ ve tepelerle sarmalanmış verimli tarlalar, bahçeler, cıvıl cıvıl kuşlar, hem serin, hem de şifalı sıcak suların bolca olduğu Kuzuluk... Geçirdiğim ortopedik ameliyat sonrasında doktorun önerisi ile kaplıca ararken, buldum bu şirin yeri... Detaylı bir araştırma yapmadan hemen aldım bu iki haftalık “devre mülk”ü… Yaşayan bilir ya, bu “devre mülk” uygulaması; "saadet zinciri" benzeri bir şey…  

Şöyle ki; ödenen aidattan daha az bir tutarla burada (her mevsim) benzer yerleri kiralamak olası… Saadet zinciri de böyle bir şey değil mi? Sanırım bundandır ki, içimdeki "ben" in "mülkiyet tutkusu", burayı her satmaya yeltendiğimde bana: 
“Ama, buranın 14 günlük tapusu senin ya!.." deyiveriyor...

Neyse, konumuz bu değildi, şimdi konumuza dönelim:

***
Ter, kültürümüzde çok kullanılan bir sözcük, kimyası gibi, işlevleri de çok farklı...  Ter için söylenmiş çokça söz, pek çok deyim var, bunların kimi, emek, kimi dinlenmek rahatlamak, kimi sömürülen emekçi çoğunlukları, kimi de çokça pay alan mikro azınlıkları anlatır. 

Ter, vücudun; sevinçlere, sevgilere, özlemlere, acılara, öfkelere, endişelere, korkulara, yorgunluğa, sıcağa, kirli havaya karşı duygusal ya da fiziksel tepkisi… Bu duygu ve durumların yaşattığı yoğun basıncı/gerginliği dengeleyip karşı duruşudur. İnsanı her durumda rahatlatan, gerginliğini azaltan ter, bu işleviyle vücudun sigortasıdır... 

Kuşkusuz yukarıdaki duygu ve durumları herkes sıkça yaşar, çokça ter döker. Ben de şimdi sıcak su ve buharlı bir ortamı bırakıp, biraz ötedeki odada sırt üstü uzanmış, ter taneciklerinin vücudum üzerindeki hareket ve seslerini izliyor, dinliyor, terliyor ve terimi beslemek için bolca su içiyorum...
***
Sırt üstü yattığınızda; alın, boyun, ense, göğüs, kol, el, ayak, tüm eklemler, her yerden sanki binlerce pınar oluşur, pıtrak baloncuklar şeklinde çıkıveren damlacıklar, bir süre sonra birleşip dereciklere dönüşür... Kulak memesi ve arkasından, kol, bacak, enseden şıp, şıp akan damlalar, sünger gibi emen havluya kavuşur. Göğüs kafesimin üstünden fışkıran damlacıklar ise, uzaklara akacak kanal bulamadıkları için karın boşluğundaki küçük gölcükte buluşarak her yan yatışta, ilkbahar derecikleri gibi coşkuya kavuşur... 

Bunları düşünüp izlerken, tel tel içim geçiyor/çekiliyor, şimdi uykuya çok yakınım. İşte tam da bu sırada, birdenbire irkilip, sıçrıyorum. Kulağımın arkasından, enseme doğru peş peşe sıralanarak akan kocaman damlaların yuvarlanırken yaşattığı ürperti idi beni korku ile yarı uykumdan eden...

Sonra da bu yarı uyanık halim devam etti… Kapalı gözlerimin içinde sanki bir ekran  vardı ve oradan yaşamımın filmini  izliyordum. Ekrana yansıyan her bölüm, her kare ve her kişi benim için çok kıymetliydi… Eşimi, çocuklarımı, torunlarımı derken, birden bire kendi çocukluğumu, okullarımı, arkadaşlarımı, öğretmenlerimi, kardeşlerimi, annemi, babamı, devamlı evinin balkonunda oturan dedemi, son yıllarında gözleri az görmeye başlayan babaannemi, yatalak olan anneannemi, kayın pederimi ve kayın validemi anımsadım. Düşündüm, sevindim, üzüldüm, gözlerimin içi terlemeye başlayınca da, konuyu değiştirdim ve yeniden çocukluğuma döndüm.  
*
4-5 yaşlarında iken annemin beni leğen veya taş yunaka oturtup sabunlaması, yıkarken, maniler söylemesi, yıkama bitince ayağa kaldırıp birkaç tas su dökerek “Gur ji te nexê!..” (kurt seni yemesin!..) dileğinde bulunması…/ Mevsim kış, her yer kar-buz, çok ateşim var, annemin konuşup anlaştığı abi beni sırtında taşıyacak. Sıkı sıkı sarınmış o abinin sırtındayım, Peri suyunu geçmemiz gerek, oysa ne köprü, ne de "kelek" var. Paçaları yukarı sıyırıp, suyun sığ yerinden geçiş, üşüyerek, terleyerek, yokuş çıkarak Çan nahiyesine varış... Çığlık attıran "Penisilin" iğnesi sonrasında eve dönüşümüzü.../ Evde (anne ve babama "küs" olsa da bizi çok seven), İsmail amcamın bana sarılıp, çocuk gibi hıçkırıklarını.../ İstanbul'a babamın yanına giden annemden bir süre sonra okulda başımda bit bulunuşunu, annem döndüğünde (o üzüntü ve utancın etkisiyle olsa gerek), ona sarılarak hıçkıra hıçkıra ağlayışımı…/ 7-8 yaşında kuzu ve oğlaklara çoban oluşumu, onların  tatlı yaramazlıklarını.../ 10-12 yaşında tam bir emekçi olarak; iki abimle birlikte orakla buğday biçmemi, harmanda öküzlerin çektiği “gam” üzerinde sapı samana çevirmeye çalışmamı, hayvanlara kışlık yem olsun diye “kenger" biçme ve “yaprak" kesme işlerini...

Ve kızgın güneşin altında, dil-damak kururken döktüğüm terleri... Geçim derdi, babamız gurbette... Annemiz hiç yalnız bırakmazdı bizleri. En az bir buçuk saat uzakta olan yayla evimizdeki işlerden sonra, 4 küçük kardeşimizi orada bırakıp, yürüyerek ter içinde bize (üç büyük oğluna) sıcak yemek getirirdi. Biz kardeşler de; gelen yemekten çok onu görmenin sevincini yaşardık. O, biraz dinlendikten sonra, bu kez yokuş çıkarak yayla evine, küçük çocuklarına, hayvanlarına, işinin başına dönerdi… Biz ise gün batımına kadar çalışır, yorgun argın köydeki evimize... Akşam yemeğini yedikten sonra, içtiğimiz 2-3 bardak kıtlama çay döktürdüğü ter ile bizi rahatlatır uykumuzu getirirdi. 

Kim bilir beni 60 yıl öncesine götüren bu 20 dakikalık gündüz rüyası, daha başka nice kişinin yaşamıyla kesişti, yaptırdığı çağrışımlarla onları düşündürüp geçmişe taşıdı... 

Şimdiye gelecek olursak; artık ne oğlak, kuzu, ne buğday, ne saman, ne inek-öküz, ne de köylü kaldı!... Artık o buğday, arpa, nohut, fiğ, sebze meyve ekim-dikim yapılıp bolca ter dökülen yerler terk edildi, bomboş kaldı. Şimdi, oralarda sadece yaban domuzu sürüleri koşuşturuyor. Ülkemizin pek çok bölgesinde olduğu gibi...

Tabii ki, doğa yasası gereği tüm canlılar: doğar-büyür-yaşar-ölürler. Bunun için de pek çok sevdiğimiz ve büyüğümüz bire birer dünyamızı terk etti, edecekler... 

Peki, şimdi biraz düşünelim, acaba bizim; ülkemizde yaşayanlar ve gelecekte doğup yaşayacaklar için yaşanır bir çevre ve yaşam kaynakları bırakmamız gerekmiyor mu?!.. 

*
Benim gündüz düşüm bitti!.. Güne döndüm şimdi... Ülkede seçim var. Liderler eşitçe (eşitçe?!) yarışıyor!...: Kimi bağırıp, korkutmaya çalışıyor, kimi; "tutukluları tutun, hükümlüleri salın!... " çığlıkları atıyor... 

S.Demirtaş kitapları önünde, öyküler, kuvvetli mektup ve tweetler yazıyor (tabii ki, bir oy Demirtaş'a bir oy HDP'ye)...  

Bir de M. İnce meydanda halka; “yerli ve milli kuru fasulye” yemeğinin tarifini yapmıştı (alkışlamıştım)... Dinlemeyen, duymayan varsa mutlaka arayıp bulsun, dinlesin. Bu yazı konusuna da uygun olan tarif, tam da tarım(!) ülkesi Türkiye'nin masalımsı hikâyesi…


Yazarın diğer yazıları için tıklayınız