25 Ekim 2019 Cuma

Hedefe ulaştıran yol


Hedef insanın varmak istediği son noktadır. Sözlükler hedefi, amaç olarak da tanımlarlar. Bence, amaç tam olarak tanımlamaz son nokta olan hedefi. Çünkü hedefe adım adım ulaşılır ve her adımın da değişik amaçları olabilir.

Bunun için de hedef; ana amaçtır demek, daha uygundur diye düşünüyorum.
   
Her insan hedefine ulaşmak için, çeşitli amaç, yöntem, araçlar belirler ve onları kullanarak yol alır. Böylece yaşamında istediği değişiklikleri yapabilir.

Her sosyal insanın; seçtiği amaç, yöntem ve araçlar, onun hangi toplumsal grup içinde yer alacağını da belirler. Hedefine varmak isteyenin önünde sadece iki yol vardır (üçüncü bir yol yoktur). Ya birinci yolla yol alınır, ya da ikincisiyle…

İşte o iki yol ve yolcuları:

Birinci yol ile yola çıkanların amacı; kendisi, halkı ve insanlık için belirlenen hedefe ulaşmaktır. Bilim insanları, hümanistler ve devrimciler bu yolu seçerler.

Bu insanlar: dinler, öğrenir, düşünür, tartışır, hakkını arar, yorumlar, geliştirir, üretir, paylaşırlar…

Özetle bunlar: mantık ve akılla araştıran, bulan, özgün katkı sunan ve mevcut düzenle yetinmeyip, değişim gelişim isteyenlerdir.  
*
İkinci yol ile yola çıkanların amacı; kendisi ve birlikte olduğu grup için belirlenen hedefe ulaşmaktır. Önce 'ben' diyen benciller, sömürücü ve zalimler bu yolu seçerler.

Bu insanların büyük çoğunluğu: dinler, öğrenir, emre uygun çalışır, üretir, verilenlerle yetinirken, gruptaki sömürücü ve zalimler, düzenlerinin sürgit devamını isterler.

Özetle bunlar; öğrendikleri ile yetinen, yorum yapmayan, katkı sunmayan, sadece istenileni yapan, gelişim ve değişime karşı duran, mevcut düzenle yetinmekte olanlardır.

Görüldüğü gibi:

Birinci yolun ilke ve kuralları insana ve insanlığa dairdir. Bu kurallara uyanlar; objektif, bütüncü bir anlayışla değişim ister, ayrımcılık yapmazlar. Bu yolda olanlar, toplumsal yaşamda olup bitenlere bölgesel ve grupsal değil, evrensel bir bakışla bakarlar.

İkinci yolun ilke ve kuralları; bireye ve gruba dairdir. Bu kurallara uyanlar; sübjektif, “yerli ve milli” bir anlayışla, ayrıştırır, ötekiler yaratır. Bunun için de bu yolda olanlar; toplumsal yaşamda olup bitenlere evrensel değil, bölgesel ve grupsal bir bakışla bakarlar.

Yapılan haksızlıklar nedeniyle bu günlerde her iki yoldan gidenlerden de azımsanmayacak sayıda kişi ve grup; demokrasi, insan hakları, hak, hukuk, adalet gibi evrensel değerleri sıkça anar ve arar oldu. 

Fakat ne yazık ki, bu kişilerin büyük çoğunluğu, aradıkları evrensel değerlere yerli ve milli bir zırh giydiriyor ve bu değerleri sadece kendileri ve grupları için istiyorlar. Başka ilan etikleri için de canları cehenneme diyorlar.

Sizce evrensel değerlere; coğrafi, inançsal, kimliksel etiketler eklenir mi?

Ya da, sadece bir gruba özgü kılınan değerler evrensel olabilir mi? 


***

Evet, önümüzde iki yol var.

Bize de bu yollardan birini seçmek düşer.

Demek ki, seçme yetisini kaybetmeyen her insan yolunu kendisi seçer.

Kişi hangi yolu seçerse; o yolun istediği kurallara uyar, orada şekillenen kişilik özelliklerine (karaktere) bürünür, yani o yolun yolcusu olur.

Tüm inanç sistemleri der ki: insanların bu dünyadaki yaşamı ölümle sonlanınca, öbür dünyada; sevap ve günahlarına göre, ya cennete, ya da cehenneme gidecekler. 

Demek ki, öbür dünyada da insanların önüne iki ayrı yol çıkacakmış. Ama, cennete mi, cehenneme mi gideceği kararını kişi veremeyecekmiş. Öbür dünyadaki yol seçiminde belirleyici olan, kişinin bu dünyadaki eylemleri ve söylemleri olacakmış... 

Ne dersiniz? 

Belki bazıları sevinerek: "Eğer böyle ise yukarıdan beri anlata gelinen birinci yolun yolcuları cennete, ikinci yoldakiler ise cehenneme gidecektir!..." diyebilir.

O halde şimdi zulme varan haksızlık ve sıkıntılar içinde yaşayan, birinci yoldakiler ve ikinci yoldakilerin büyük büyük çoğunluğu "insanca" yaşamak için ölüm sonrasını mı bekleyecekler?

Kesinlikle hayır!... 

Bu dünyada cehennemi yaşamak zorunda bırakılan büyük çoğunluğun,"Artık yeter!.." deyip kendilerine: "Kaderin bu, öbür dünyayı bekle" diyen küçücük mutlu azınlığa "dur" deme zamanı çoktan gelmiştir. Sömürmek için uydurulan ve yaşamları cehenneme çeviren, yalan ve algılar teşhir edilmeli. 

Dünyada herkesin "insanca" yaşayacağı bir iklim için, herkes el ele, omuz omuza vermeli...   


Diğer yazılarım:tıklayınız


18 Ekim 2019 Cuma

AYNALAR ve HUZUR

Aynalar, işlevleri gereği olarak; laboratuvar, okul, fen, tıp, dişçilik, askeriye, trafik, süsleme, kültür-sanat-eğlence vb. pek çok hayati alanda kullanılır.

Hazır eğlence demişken, sanırım bir anı için parantez açma zamanı geldi: 

(Edinburgh’ta  bulunan 6 katlı bir ayna müzesini eşim ve kızım ile birlikte gezmiştik. Daha çok çocukların götürüldüğü bu müzenin her katında, aynaların işlevleri birer mühendislik eseri olarak sunuluyordu. Burada, kahkahalarla gülmüş, bazen ağlamış, sonuç olarak: unutulmaz anlar yaşamıştık.)

Ayna, belki ilk insanların cebinde olmamış, duvarlarına da asılmamıştır. Fakat ilk insanla yaşıt olarak, insanlık yaşamın her zaman etkileyen önemli bir araç olmuştur…

Günümüzde pek çok çeşidi olan aynaları, hemen herkes kullanır. Ayna eğer aniden karşımıza çıkarsa bizi ürkütür, korkutur ve panikletir. Sanırım bu deneyimi herkes yaşamıştır. Yani aynaya yansıyan kendi görüntüsünden ürkmeyen, korkmayan ve paniklemeyen hiç kimse yoktur. Sonra da, aynanın yansıtıcı bir araç olduğunu anımsayarak bu korkumuza gülüp geçmişizdir.

Peki, acaba duvarında, cebinde aynası olmayan ilk insanlar; denizde, ırmakta, durgun suda ve karşısındaki kişinin gözbebeğinde kendi görüntüsünü görünce ne yapmış, neler yaşamış, neler söylemiş ve bu korkusu onu hangi tanrıya bağlamıştır?

* **

Aynalarla kavgalı, mutsuz ve suskun bir toplum:

Aynalar fiziksel işlevleri dışında, toplumsal yaşamda değişmeceli (mecazi) anlamda kullanılır. Kişi, grup ve toplumun eylem, söylem ve psiko-sosyal durumuna ışık tutar, orada olup bitenleri yansıtır. 

Böylece ayna toplumsal bir işlev de kazanır.    

Bunun için ayna hakkında her kültürde çokça tekerleme, şarkı, şiir, öykü söylenmiş, yazılmıştır. Ve kocaman egosu olanlar da aynalara yalvararak; “Ayna ayna, söyle bana! Var mı benden güzeli…” diyebilmiştir.

Orhan Veli, çok büyük bir ozanımız... O, insanın bir eline ayna, bir eline de cımbızı verir ve: 

Ne atom bombası/Ne Londra Konferansı/Bir elinde cımbız,/Bir elinde ayna;/Umurunda mı dünya! 

Diyerek toplumsal duyarsızlığı eleştirir.  

Toplumumuzun büyük çoğunluğu, kendisiyle kavgalı, mutsuz ve suskundur. 

Belki çok küçük bir grup kendileriyle barışık ve mutlu görünüyorsa da siz sakın inanmayınız. Onların da yoğun bir gelecek kaygısı ve korkusu yaşadığı kesindir.

İçinde; kendisiyle kavgalı, işsiz, güvencesiz, mutsuz, acılı ve suskun bunca insan barındıran bir yerde hiç huzur olabilir mi?  

Ülkece zor günler yaşıyoruz, bunun için egomuzu susturarak, kendimizle yüzleşerek, eksik ve yanlışlarımızı bulup, gidererek insan olmanın onurunu yaşamamız ve huzur bulmamız gerekir.

Kişisel ve toplumsal gerçeklerimizle yüzleşip zorluklarla başa çıkmamız için de insani bakışlı aynalara ihtiyacımız vardır.  

Çünkü eğer her sabah işe giderken, ‘aynadaki kendinizi’ beğenmezsek, o gün bize zehir olur, mutsuz ve başarısız oluruz.

Belki aynadaki kendinizin kaşı, gözü ve görünür her yeri iyidir, güzeldir. Ya da belki aynadaki kendinizi beğenmiyorsunuz. Sadece bunlarla yetinip: “kendimi beğendim!..” veya “kendimi beğendim!..” diyerek kurtulamazsınız.

Çünkü ayna karşısında kendinizi beğenme veya beğenmemenize içsesimizin de onay vermesi gerekir.

Çünkü içsesimiz sadece fiziki görünüşümüz ile yetinmez, bunun dışında, çevrede olup bitenler karşısındaki duygu, söylem ve eylemlerimizi de tarafsız bir hakem gibi sorgular-yargılar-yorumlar sonra da bize; “beğendim” veya “beğenmedim” diye ses verir.  

Demek ki bize enerji veya enerjisizlik veren bu içsesimizdir. Siz ona, mantıok, akıl, sağduyu, vicdan, ahlak da diyebilirsiniz…

***

Ülkece zor günler yaşıyoruz; yöneticilerimiz adil değil, yargıçlarımız hukuktan uzak, güvenliğimizi sağlamakla görevli olanlar insan haklarını önemsemiyor, demokrasimiz ağır yaralı... 

Bu günlerde hepimizin içsesi; kıpır kıpır huzursuz, çığlık çığlığa haykırıyor: Olup bitenleri beğenmedim!... Hayır, hayır! Olmaz! Yapmayın!.. diye, isyan ediyor. İçsesimizin bu çığlık ve isyanını egomuzu yenerek susturmalıyız.  

Şimdi de her konumdaki kişi ve meslek sahibine, özellikle de yönetici, yargıç, hekim, öğretmen, güvenlikçi, gazeteci-yazar-şair olanlara insani bir çağrıda bulunmak istiyorum.

Lütfen mesleğinizin evrensel etik kurallarını hatırlayarak; söylem, eylem ve uygulamalarınıza ayna tutunuz.

Hekimlerin Hipokrat yemini tüm dünyada kabul görmektedir. O halde bu ilkelerde birlik olalım. Bence, güncellenen bu yeminin bir maddesi tüm mesleklerin de etik kuralı sayılabilir ve o madde şöyledir:

(Her meslek sahibi görevini yaparken karşılaştığı insanlar ile arasına); “… yaş, hastalık ya da engellilik, inanç, etnik köken, cinsiyet, milliyet, politik düşünce, ırk, cinsel yönelim, toplumsal konum ya da başka herhangi bir özelliğin girmesine izin vermeyeceğime… Kararlılıkla, özgürce ve onurum üzerine, Ant içerim.”

Diyerek ant içer ve buna uygun eylem ve söylemde bulunursa, yani ayrımcılık ve ötekileştirme yapmazsa, o zaman ülkemiz insanları bu zor günleri aşar. 

O zaman zor günler biter ülkeye huzur gelir huzur!...

Huzura düşman olunmaz ki!.. 

Niçin huzursuzluk istiyorsunuz?


Yazarın diğer yazıları için tıklayınız




11 Ekim 2019 Cuma

Adalet+Vicdan+Ahlak=BARIŞ

Adalet, Vicdan, Ahlak…

Bunlar her kişi ve her toplumda bulunan çok önemli insani değerler…

Baskıyla suskun kılınan toplumlarda, bu değerler aşınır ve zarar görür. Bunun için o toplum ve insanları; kendileriyle barışık olmadan, huzursuz, mutsuz, özgüvensiz ve başları öne eğik yaşarlar.

Çünkü her sağduyulu her vicdan; çevrede olup bitenleri izler, düşünür, yorumlar. Haksızlık-adaletsizlik görürse de, karşı çıkması için sahibinin içini kemirir, onu huzursuz kılar ve sürekli uyarır. Buna rağmen vicdan sahibi, olup bitenlere karşı çıkmaz, sessiz ve duyarsız kalırsa da ona isyan eder.

Bunun içindir ki, böyle toplumlarda çoğu kişi kendi vicdanı ile kavgalı durumdadır.

Bunun içindir ki, böyle toplumlarda insanlar yiten değerlerini hep arar dururlar.

Ve hem de böyle toplumlara ikiyüzlü bir ahlak egemen olur. 

Çünkü: 

Büyük çoğunluk, kendi vicdanının haykırış ve isyanını haklı görse de, ‘bencil’ davranır, “bana ne” der. Ve bu isyanı “sus, sus!..” diyerek bastırır. Demek ki, topluma ikiyüzlü bir ahlak egemen olmuş, çoğu kişi dürüstlükten uzaklaşmış ve “üç maymunu” oynuyor. 

Bazı kişi ve gruplar ise, kendi vicdanlarının haykırışını haklı görüp, zalime, zulme ve haksızlıklara karşı dururlar.

İşte o zaman aranan “düşman” ve “ötekiler” bulunmuş olur...  

Bu “düşman” ve “ötekiler”, egemenler ve onların kukla fedailerinin hedefi haline gelir. O zalimlerin hışmına uğrar, işkence görür, kaybolur, tutuklanır ya da öldürülürler… 

Artık egemenlerin doymak bilmez bir açgözlülükle yaptığı sömürü, dayatma ve baskı düzeni etkili olmuştur. Çoğu insan, olup bitenleri içine sindiremez, adil, ahlaki bulmaz, fakat çaresizlik ve korku onların boyun eğmesini sağlar.

Böylece ‘sus düzeni' kurulmuş olur.

***
Suskun toplumda egemenler ile işbirlikçileri; şimdiki ve gelecek çıkarları için sus düzeni kurmuşlardı ya... İşte bu düzende dört iklim yoktur, sadece ‘korku iklimi’ vardır.

Korku ikliminin amacı: var olan düzeni korumak ve yarını garantiye almaktır. Bu amacın gerçekleşmesi için de:  

Bir: Her gün kendi vicdanlarına “sus!..” deyip, kavga eden büyük kitleyi oyalamak…

İki: Olup bitenlere susmayıp, karşı olan (muhalefeti), ötekileştirerek, düşmanlaştırarak sindirmek ve etkisiz kılmak gerekmektedir.

Yöntem olarak toplum mühendisliği ile algı oluşturmayı seçerler. Bu yolla, toplumun birer zenginliği olan; kimlik, dil, düşünce, inanç gibi farklılıklarını, etik olamayan, ahlaksız söylenti, yalan, iftira, hilelerle düşmanlık, kin ve nefrete çevirirler. Böylece toplumu kolayca bölüp parçalar, düşmanlıklar yaratırlar.

Araç olarak, kitlelere ulaşımlarını sağlayan meydanları ve sözlü-yazılı-görsel iletişim araçları olan: TV, radyo, gazeteleri etkili kullanırlar. Bunlar aracılığıyla algıya dönüştürdükleri yalanlarını hamaset yaparak anlatırlar.  
(İktidar, iktidar olmanın sağladığı güçle, bu yöntem araçları zaten kolayca ele geçirmiştir.)

Yöntem ve araçların oluşturduğu yapay algılarla; savunmasız ve korumasız olan kişi ve gruplar kolayca ‘düşman’ ilan edilir ve onlara ‘mahalle baskısı’ uygulanır. Hatta yaratılan bu sanal düşmanlıklar yardımıyla kitlesel ölümlere neden olacak haksız savaşlar bile çıkartılır.

Yıllardır her akşam bazı TV kanallarında; adalet, vicdan, ahlak diye diye topluma; adaletsizlik, vicdansızlık, ahlaksızlık aşılıyorlar. Ve adeta “kim kime daha çok hakaret edecek” yarışması düzenliyor gibiler.  

Her gün toplumun karşısına çıkan bu kişiler, orada olamayan ve cevap hakları yok edilmiş olanlara küfür edip hakaret yağdırıyorlar. Ve sık tekrarlarla söyledikleri bu zırvalarına, bir gün sonra kendileri de inanır hale geliyorlar.

Peki, bunlara ‘dur’ demekle görevli kurum ve makamlar niçin susuyor!?..

Çünkü korku ikliminde, bu kişiler hiç sorgulanamaz ve ceza almazlar…

Çünkü karanlık eller korumaktadır bunları…

***

Adalet-Vicdan-Ahlak; ‘neden sonuç’ ilişkisiyle iç içe geçmiş, birbirini tamlayan, üç insani değer…

Adalet+Vicdan+Ahlak=BARIŞ

Eğer bir toplumda:                               

Yargı; bağımsız-tarafsız-hukuka uygun kararlar vererek adaleti sağlarsa...

Yönetim; demokratik-eşitlikçi uygulama yaparak vicdanları rahatlatırsa...

İnsanlar; adil, vicdanlı, ahlaklı olursa... 

İşte o zaman savaş değil BARIŞ olur.



Yazarın diğer yazıları için tıklayınız

27 Eylül 2019 Cuma

Ziya Selçuk'un İmam Hatip tutkusu...


Sessiz kalmak bulaşıcı mı?

Bildiğiniz gibi toplumumuzun büyük bölümü 'bana ne' anlayışı ile, olup biten haksızlıkları görse bile görmezden gelir, sadece sessizce izler. Vicdanı onu 'konuş!' diye rahat bırakmasa da o;'yerin kulağı var' diye konuşmaz, susar... Sonra bir gün onun canı yanmaya başlayınca da... artık geç kalmıştır.    

Gençlerimiz en az 12 yıl okur ve gelecekleri için üniversite sınavına girerler.

ÖSYM 2019 Raporuna göre; Üniversite için Temel Yeterlilik Testi sınavına giren 2 milyon 300 bin kişiden;
  •  1.477.782 kişi Biyoloji,
  •  1.163.813 kişi Kimya,
  • 1.131.340 kişi Fizik,
  • 437.455 kişi Tarih,
  •  419.010 kişi Coğrafya,
  • 307.712 kişi Matematik
…testinde, HİÇBİR SORUYA DOĞRU CEVAP VEREMEMİŞ!..

Dikkat…! 

Bu tablo, geleceğimiz olan ve en az 12 yıl okumuş gençlere aittir...

Bu tablo, yıllardır bilimden, demokrasi ve laiklikten uzak tutulan gençlere aittir. Onlar düşünmez, sormaz, yorumlamazlar, sadece ezberler ve susarlar. Eğitimciler bu anlayışa imam hatip anlayışı derler...

Acaba, tablodaki 'cevapsızlık' ile toplumsal suskunluğumuz arasında bir ilişki mi var? Yoksa, “sessiz kalmak”  bulaşıcı bir hale mi gelmiş!..

Peki, bu gençlerden birisi sizin çocuğunuz olsa ne düşünürdünüz? 

***
AKP iktidarıyla imam hatip rüzgârına tutulan eğitim sistemimiz, ortaçağa doğru hızla yol alıyordu. Ve bu durum, halkın büyük çoğunluğunda 'gelecek endişesi' yaşatmaya başlamıştı...

İşte böyle bir ortamda, MEB’in başına Sn. Ziya Selçuk getirildi. O, eğitimciliği ile tanınan birisiydi. Onun bu kimliği, parti farkı olmadan toplumun her kesiminden büyük destek almış, bir “umut” yaratmıştı. 

Akıl ve mantık, Z. Selçuk'un kendisine verilen bu desteğe saygı duyması ve  çalışmalarını objektif olarak yapmasını gerektiriyordu. Çünkü ancak o zaman, bilimsel  çizgiden ayrılmış olan eğitim sistemimiz, çağa uygun, demokratik, laik ve bilimsel bir anlayışa kavuşabilirdi. Bakanın, eğitim sorunları için bilimsel yöntemlerle çalışan bir ekip oluşturması, öğretmenlerle el ele verip, dinci-ezberci hale getirilen eğitim sistemini öğrenci merkezli kılması isteniyor ve bekleniyordu.  

Ama ne yazık ki böyle olmadı... 

Ziya Selçuk'un niçin bakan seçildiği de çok geçmeden anlaşıldı: Meğer bu atama; azalan kamuoyu desteğine yönelik bir algı operasyonu, yani bir proje imiş!.. 

Ziya Bey, ara sıra öğrenci-veli-öğretmenlere bazı sözde kalan sözler söylese, espriler yapsa da, beklentilere cevap veremedi. Kısacası, kendisinden öncekileri hiç aratmadı. 

Konuşmaları ve medyadaki paylaşımlarında da önemli gaflar yaptı: 

İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı adayı olan AKP adayı Binali Yıldırım'ın vaatleri olan reklamı, kendi sosyal medya hesabında paylaşarak taraf olduğunu herkese ilan etti!.. 

Ayrıca, bilimsel verilere dayanmadan bazı imam hatip güzellemeleri yaptı ki, bu durum hiç bir akademisyenin başvurmadığı bir yoldur. Böyle yaparak tarafgirliğini pekiştirdi ve 'bir imam hatip sevdalısı' olduğunu da kanıtladı. 

İşte bilimsel dayanaktan uzak konuşmasından iki alıntı: 

1.“İmam hatipler vicdan ile liyakatin bilim ve teknolojiyle birleştiği yerdir” 

2.“İmam hatip meselesi aslında dünyada bilimle, manevi atmosferi, maddeyle manayı birlikte ele alabilecek bir atmosferi, ortamı, iklimi, birçok dünya ülkesine, millete de örnek olarak gösterebilecek numunedir”

Ziya Bey, işte bu eylem ve söylemleriyle; hem eğitimin etik kurallarını çiğnedi, hem de kendisine verilen kamuoyu desteğini kaybetti...


*
Şimdi benim de Sn. Selçuk'a birkaç sorum olacak:
  • İslami vakıf, tarikat ve cemaatlerin güvenlik, yargı,... ve MEB'de yaptıkları biliniyorken, siz neden anlaşmalar yaparak, bu yapılanmalara okullarımızda alan açıyorsunuz? 
  • MEB'de etkin kılınan "imam hatip anlayışı" ile (çıkarcı ve fırsatçılara kul olabilecek); düşünmeyen, sormayan, yorumlamayan, bağımlı ve ezberci bir nesil yetiştiğini biliyor musunuz? 
  • ÖSYM 2019 Raporundan alıntıladığım yukarıdaki tablo hakkında ne düşünüyorsunuz? 
  • Siz eğitimci bir akademisyensiniz, dünyada; bilimi, fenni öteleyip de sadece dini eğitimle ilerleyen bir ülke olduğunu duydunuz mu? 
  • Eğer dini eğitimle ilerleyen bir ülke yoksa, siz niçin bir eğitim bakanı olarak, imam hatip güzellemeleri yapmaya ihtiyaç duydunuz?
  • Ortaçağ anlayışı ile çalışan, deney ve yorumlama yaptırmayan, sadece bellek geliştiren ezberci bir yöntemi esas alan imam hatip anlayışına bu tutkunuz nereden çıktı? 
  • Sn. Selçuk, mademki, İmam Hatipler eğitimde bir 'numune' ve imam hatip eğitim anlayışı ile okulculuk bu kadar gerekli/önemli ise; neden siz de kurucusu olduğunuz okulları, Özel Maya İmam Hatip Okulları'na dönüştürmüyorsunuz? 


Yazarın diğer yazıları için tıklayınız

20 Eylül 2019 Cuma

Eylül bitti bitecek...


Günlerdir "Dolunay Şöleni" var Boğaz’da...

Bu gecelerde; ‘Dolunay-rüzgâr-su üçlüsü renk cümbüşü olup, buluşur nağmeleriyle orkestranın ve o muhteşem şölen başlar...

Aslında herkesin böylesi şölenlere ihtiyacı vardır. Çünkü o coşkuyla, bir an bile olsa insanın; içi şenlenir, acıları, gerginlikleri unutulur ve gecesi aydınlanır.

Tabii ki, sonra da sabah olur, gün ışıldar, herkes kalır derdiyle baş başa…

“Eylül; hasat, arpa, mısır, meyve ayı” derler ya. Ben de kısaca; “Eylül; yaşam için hazırlık ve okul ayı” diyorum.

Kışa ve okula hazırlık…

İşte okullar açıldı.

Haklı olarak her veli, çocuğu için; sağlıklı, mutlu ve başarılı bir hayat ister. Böyle bir hayatı sağlamanın yolu da; bilimi, fenni önceleyen, laik, demokratik ve güvenli bir eğitimden geçer. 

Bunun için veliler haklı olarak, iyi okul, iyi öğretmen arayışı içindedirler ve bu  arayışlar hiç bitmeyecek gibi… 

Abbas Güçlü, "Öğretmen, öğrenci ya da veli olup da mutlu olan var mı?" diye soruyor.

Sizce var mı?

Peki, toplumda; öğretmen, öğrenci, veli dışında kalan kaç kişi var?!..

Demek ki?

...
***                            

Abbas Güçlü, "mutlu olan var mı?" diye sormuştu ya, biz de bu gözle bakalım yurdumuz insanlarına:

Emekli veya çalıştıkları halde geçim sıkıntısı çeken ve açlık sınırında yaşayan on milyonlar...

İşsiz olan milyonlar... 

710 bin EYT'li (emeklilikte yaşa takılanlar)...

"3600 gösterge" sözü verilenler... 

Ve eşleri, çocukları, yakınlarını kaybedip onlar için meydanlarda, sokaklarda, kapılarda adalet arayan gözü yaşlı, acılı insanlar...  

Bir de suçsuz oldukları kesin olan, yüz binlerce, öğretmen, memur ve akademisyen var. Evet, 'suçsuz oldukları kesin' dedim, çünkü eğer suçlu olsalar, ceza alır, tutuklu olurlardı. 

Bunlar tek kişinin buyruğu olan KHK'ler ile görevine son verilenler!...

Yargılamadan suçlanmak, suçu olmadan cezalandırılmak! Olamaz, olmamalı!

Beğenmediğini cezalandırmak bir nefret suçu, yani insanlık suçudur. Bu işte kindarca bir 'şahsilik' var!

İşini alıp aşını kesmek, ailece açlığa mahkum etmek, demokrasilerde olmadığı gibi, ilkel kabile törelerinde bile yoktur. 

Fakat şu an karşımızda 140 bin KHK'lı var. Ve onların çocukları, eşleri, yaşlıları ile birlikte yüz binlerce suçsuz insan...  

***

MHP destekli AKP iktidarı, devlet gücünü, toplumsal uyuşma ve barış için değil de 'ya hero, ya mero' anlayışıyla, baskı ve ötekileştirme için kullandı. Bunun için de kısa bir zaman önce yapılan yerel seçimlerde umduklarını bulamadılar. Fakat bu yenilgi için kendilerine hiç ayna tutmadılar, kendilerinden olmayanları, "hain, terörist..." sayan ayrıştırıcı, çatıştırıcı söylem ve eylemleri için pişmanlık duymadılar. Eski söylem ve eylemlerine devam ettiler: 

Yüzyıldır yurdumuzun süregelen 'Kürt Sorunu' var. Bu sorunu 'Karşı çıkanı yok et' politikaları çözemez. Bu sorun, ancak ve ancak; insan hakları ve demokrasiyi önceleyen barış yöntemleriyle çözülebilir. Çünkü yıllardır uygulanan güvenlikçi politikalar sadece; ölüm, acı, gözyaşı, öfke, kin ve nefret üretti! 

Bitti, bitti! dediler bitmedi, işte... 

Yeter!!! Bu gerçekleri görünüz artık!

Şimdi artık uzlaşmayı, anlaşmayı, barışı, yaşamayı öncelemek gerekir. 


*
Evet dostlar!...

Hayat devam ediyor...
Eylül’ün yirmi günü geride kaldı. 
Ara sıra serin serin esse de rüzgâr, 
Yaz sıcakları bitmedi daha. 
Günlerdir Dolunay şöleni var Boğaz'da, 
Bugünlerde çocuğun, velinin, öğretmenin,  
Sokaktaki işsiz, güvencesiz, acılı insanın, 
Hem de iktidarın yanakları alev alev... 



Yazarın diğer yazıları için tıklayınız



13 Eylül 2019 Cuma

Anneleri bölerek ayırmayınız!


Dün, lanetlenmesi gereken zalim 12 Eylül Darbesinin yıl dönümüydü.


Annelerin, çokça acı, çığlık ve öfkeleri saklıdır, o gün/o yıllarda:

49 İdam, 171 işkenceli ölüm, 300 kuşkulu ölüm, 14 açlık grevi ölümü ve 650.000 gözaltıda pek çok "insanlık suçu" işlendi. 

O faşist katillerin insanlarımıza ve insanlığa yaşattığı acılar, karanlık günler ve tortuları, henüz bitmedi devam ediyor.

Yıllardan beri yaşanan olaylarda; faili belli olan, olmayan binlerce ölüm, binlerce sakat ve yüzlerce gidip de dönmeyenimiz oldu. Kuşkusuz ki, bunların her birisini bir anne doğurdu, var etti, onları fedakârca, yokluklara, zorluklara karşı korudu, büyüttü.

Fakat birileri de onları yok etti.

Hani derler ya “ağlarsa anam ağlar, gerisi yalan ağlar”…  Aynen öyle…

755 haftadan beri toplanan 'Cumartesi Anneleri'ni herkes bilir.

Ayrıca, Soma, Ermenek, Roboski, Diyarbakır, Suruç, Ankara, Sultanahmet vb. adlarla anılan pek çok acılı anne gruplarımız var. 

Ve de bu annelerin devletten çok haklı bazı istekleri var.

Kimi kayıpların nerede olduğunu, nereye gömüldüğünü, kimi kemiklerini, kimi katliam faillerinin belirlemesini, hesap sorulmasını ister.

İşte bu insani amaçlarla ve ‘insan haklarını’ kullanarak giderler meydanlara, mezarlara, parklara…

Oralarda oturur, söyleşir, acılarını paylaşır, sloganlarını atar, olayları lanetler, protesto ederler…

Fakat onları, hemen oraya gelen ve asıl görevi kendilerini korumak olan polislerin; baskısı, barikatları, copları, panzerleri, tomaları, tazyikli suları, biber gazları karşılar.

İşte anneler böyle bir ortamda, acılarını haykırır ve içlerine akıtırlar gözyaşlarını...

Yetkililerden hiç birsi ortaya çıkıp da, "Bu acılı annelere yapılanları durdurun, durun yapmayın!.." Demez, belki de diyemezler. 

Hatta onları kahraman ilan edip destek verenler de pek çoktur. 

Eğer halktan birileri çıkıp durun, yapmayın derse, onlar da, saldırıya uğrar ve  hainlikle suçlanır.

Hani, Mardin’in Kızıltepe’de 1992-96 yılları arasında asker ve korucular tarafından öldürülen ve kör kuyulara atılan 22 sivil vardı ya? Kamuoyunda Kızıltepe JİTEM Davası olarak bilinirdi. İşte o dava yıllarca süründürüldü, başka illere taşındı ve son duruşması 5 gün önce Ankara’da yapıldı.

Ve tam da beklenen oldu: tüm sanıklar beraat etti!  Zorla kaybetme, cinayet, yargısız infaz suçları ise zaman aşımına uğradı... 

Anneleri bölerek ayırmayınız!

Diyarbakır HDP’nin önünde 10 günden beri toplanan bir anne grubu eylem yapıyor.

Diğer anneler gibi bu annelerin istekleri de haklı ve çok saygıdeğer.

Bu anneler, PKK'ya katılan veya kaçırılan çocuklarını istiyorlar.
Bu annelerin diğer annelerden farkı ise şöyle açıklanabilir; bunlar, çocuklarımızı devlet bulup getirsin demiyor, bu işi resmi bir parti olan HDP yapsın istiyorlar.

Peki, niçin, neden ve hangi amaçla, bir siyasi parti olan HDP ile bu acılı anneler karşı karşıya getiriliyor?  

Demek ki, bu acılı ve haklı anneler yanlış bir adresteler.  

Çok önemli bir farklılıkları daha var: 
Polis teşkilatı bu annelere; barikat, baskı, cop, panzer, toma, tazyikli su, biber gazı kullanarak karşı durmuyor. Tam tersine onları koruyor. 
Devlet de o annelerin; sağlık, yemek, su vb. ihtiyaçlarını karşılıyor ve bu eylemi desteklesinler diye çağrılarda bulunuyor. 

Bunlar ne güzel gelişmeler değil mi? 

İsteğimiz odur ki; devletin, bu müşfik koruyuculuğu ayırım yapmaksızın bütün hakları gasp edilen, adalet isteyen vatandaşlara ve yıllardır meydanlarda çığlıklarla acılarını haykıran annelere de gösterilmesidir. 

Bekleyelim ve görelim...    

Darısı adalet isteyen diğer annelerin başına...  


***
Nereden nereye…

Seçimde istediği sonucu alamayan iktidar bugünlerde çok zorda; kaynakları azalmaya başladı, bazı hortumlar kesildi-kesilecek.

Artık eskisi gibi yakınlarına kazanç, kaynak dağıtamayacak. 

Şu büyük tesadüfe bakınız:

12 Eylül 2019 günü yani dün, Hazine ve Maliye Bakanlığı bünyesinde ‘Borçlanma Genel Müdürlüğü’ kuruldu!

1 Eylül 1881’de de Osmanlı maliyesi iflas edince, 2.Abdülhamid, şimdiki İstanbul Lisesi binasında, Düyun-ı Umumiye İdaresi’ni kurdurmuştu. 

Bu da Osmanlı'nın yarı sömürge olmasının en belirgin göstergesiydi.  

Nereden nereye…


Yazarın diğer yazıları için tıklayınız