Korku iklimi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Korku iklimi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

11 Ekim 2019 Cuma

Adalet+Vicdan+Ahlak=BARIŞ

Adalet, Vicdan, Ahlak…

Bunlar her kişi ve her toplumda bulunan çok önemli insani değerler…

Baskıyla suskun kılınan toplumlarda, bu değerler aşınır ve zarar görür. Bunun için o toplum ve insanları; kendileriyle barışık olmadan, huzursuz, mutsuz, özgüvensiz ve başları öne eğik yaşarlar.

Çünkü her sağduyulu her vicdan; çevrede olup bitenleri izler, düşünür, yorumlar. Haksızlık-adaletsizlik görürse de, karşı çıkması için sahibinin içini kemirir, onu huzursuz kılar ve sürekli uyarır. Buna rağmen vicdan sahibi, olup bitenlere karşı çıkmaz, sessiz ve duyarsız kalırsa da ona isyan eder.

Bunun içindir ki, böyle toplumlarda çoğu kişi kendi vicdanı ile kavgalı durumdadır.

Bunun içindir ki, böyle toplumlarda insanlar yiten değerlerini hep arar dururlar.

Ve hem de böyle toplumlara ikiyüzlü bir ahlak egemen olur. 

Çünkü: 

Büyük çoğunluk, kendi vicdanının haykırış ve isyanını haklı görse de, ‘bencil’ davranır, “bana ne” der. Ve bu isyanı “sus, sus!..” diyerek bastırır. Demek ki, topluma ikiyüzlü bir ahlak egemen olmuş, çoğu kişi dürüstlükten uzaklaşmış ve “üç maymunu” oynuyor. 

Bazı kişi ve gruplar ise, kendi vicdanlarının haykırışını haklı görüp, zalime, zulme ve haksızlıklara karşı dururlar.

İşte o zaman aranan “düşman” ve “ötekiler” bulunmuş olur...  

Bu “düşman” ve “ötekiler”, egemenler ve onların kukla fedailerinin hedefi haline gelir. O zalimlerin hışmına uğrar, işkence görür, kaybolur, tutuklanır ya da öldürülürler… 

Artık egemenlerin doymak bilmez bir açgözlülükle yaptığı sömürü, dayatma ve baskı düzeni etkili olmuştur. Çoğu insan, olup bitenleri içine sindiremez, adil, ahlaki bulmaz, fakat çaresizlik ve korku onların boyun eğmesini sağlar.

Böylece ‘sus düzeni' kurulmuş olur.

***
Suskun toplumda egemenler ile işbirlikçileri; şimdiki ve gelecek çıkarları için sus düzeni kurmuşlardı ya... İşte bu düzende dört iklim yoktur, sadece ‘korku iklimi’ vardır.

Korku ikliminin amacı: var olan düzeni korumak ve yarını garantiye almaktır. Bu amacın gerçekleşmesi için de:  

Bir: Her gün kendi vicdanlarına “sus!..” deyip, kavga eden büyük kitleyi oyalamak…

İki: Olup bitenlere susmayıp, karşı olan (muhalefeti), ötekileştirerek, düşmanlaştırarak sindirmek ve etkisiz kılmak gerekmektedir.

Yöntem olarak toplum mühendisliği ile algı oluşturmayı seçerler. Bu yolla, toplumun birer zenginliği olan; kimlik, dil, düşünce, inanç gibi farklılıklarını, etik olamayan, ahlaksız söylenti, yalan, iftira, hilelerle düşmanlık, kin ve nefrete çevirirler. Böylece toplumu kolayca bölüp parçalar, düşmanlıklar yaratırlar.

Araç olarak, kitlelere ulaşımlarını sağlayan meydanları ve sözlü-yazılı-görsel iletişim araçları olan: TV, radyo, gazeteleri etkili kullanırlar. Bunlar aracılığıyla algıya dönüştürdükleri yalanlarını hamaset yaparak anlatırlar.  
(İktidar, iktidar olmanın sağladığı güçle, bu yöntem araçları zaten kolayca ele geçirmiştir.)

Yöntem ve araçların oluşturduğu yapay algılarla; savunmasız ve korumasız olan kişi ve gruplar kolayca ‘düşman’ ilan edilir ve onlara ‘mahalle baskısı’ uygulanır. Hatta yaratılan bu sanal düşmanlıklar yardımıyla kitlesel ölümlere neden olacak haksız savaşlar bile çıkartılır.

Yıllardır her akşam bazı TV kanallarında; adalet, vicdan, ahlak diye diye topluma; adaletsizlik, vicdansızlık, ahlaksızlık aşılıyorlar. Ve adeta “kim kime daha çok hakaret edecek” yarışması düzenliyor gibiler.  

Her gün toplumun karşısına çıkan bu kişiler, orada olamayan ve cevap hakları yok edilmiş olanlara küfür edip hakaret yağdırıyorlar. Ve sık tekrarlarla söyledikleri bu zırvalarına, bir gün sonra kendileri de inanır hale geliyorlar.

Peki, bunlara ‘dur’ demekle görevli kurum ve makamlar niçin susuyor!?..

Çünkü korku ikliminde, bu kişiler hiç sorgulanamaz ve ceza almazlar…

Çünkü karanlık eller korumaktadır bunları…

***

Adalet-Vicdan-Ahlak; ‘neden sonuç’ ilişkisiyle iç içe geçmiş, birbirini tamlayan, üç insani değer…

Adalet+Vicdan+Ahlak=BARIŞ

Eğer bir toplumda:                               

Yargı; bağımsız-tarafsız-hukuka uygun kararlar vererek adaleti sağlarsa...

Yönetim; demokratik-eşitlikçi uygulama yaparak vicdanları rahatlatırsa...

İnsanlar; adil, vicdanlı, ahlaklı olursa... 

İşte o zaman savaş değil BARIŞ olur.



Yazarın diğer yazıları için tıklayınız

22 Aralık 2017 Cuma

İtaat, Saygı, Sevgi

Çocuklarımıza, bize ve çok önceki atalarımıza; “küçükleri sevip, korumak büyüklerimizi saymak” gibi yanlış bir öğreti aşılandı. Böyle büyüyenler de “hamilik” gösterisine başladı.  Oysa huzurlu bir toplumda bireyler; her çevreye, her canlıya ve herkese saygı duyar ve onları hakları ile birlikte kabul edip, önemserler. 

Günlük yaşamımızda kullanılan, topluma şekil ve yön veren çok önemli üç kavram vardır: İtaat (söz dinleme), Saygı (hürmet), Sevgi (muhabbet).  Egemen güçler bu kavramları, kendi anlayışlarına uygun yaşam tarzı belirlemek için kullanırlar:

Dogmacı, baskıcı (otokrat) ve faşist düzenlerde, bireyler kuldur ve hakları yoktur. Bu kullar, var olan güce itaat etmek ve kendilerine verilenlerle yetinmek zorundadırlar. Bu düzenin “kollayıp, koruyan hamileri”; istedikleri sayıda/biçimde/oranda/türde olanlara, istedikleri oranda hak(!) ve özgürlük(!) sağlarlar.  İtaat eden kişiler; kendisinin "hakları" olduğunu bilmez, emeği karşılığı kendisine verilenleri de bir lütuf olarak kabul ederler (aslında bunların pek çoğu gerçekleri bilir de sesini çıkaramaz). Kuşkusuz “itaat edenler kötüdür, suçludur” demek yanlıştır. Fakat bu kişilerin, çaresiz ve bastırılmış kişilikleriyle, patlamamış bir yanardağa benzedikleri de unutulmamalı.

Demokrasi ile yönetilen toplumlarda tüm bireyler saygın, eşit haklara sahip ve eşdeğer kabul edilirler. Böyle bir düzeni kurmak için de tüm bireylerin, karşılıklı olarak, birbirlerine saygı göstermesi esastır. Saygı duyan kişi;  insanları, çevreyi ve tüm canlıları değerli varlıklar olarak gören, onların haklarını bilendir. Bu bireyler özgürce düşünür ve emeğinin karşılığını ister.

Sevgi ise; varlığı ile hem bireye, hem de topluma “huzur” verdiği için, herkesin ihtiyaç duyduğu bir duygudur. Ancak bireye özgü (has) bir duygu olan gerçek sevginin oluşması için, gönüllülük ve seçicilik esastır.

Özet: İtaat; dogma, otokrat ve faşist sistemlerin, ihtiyacı olan yönetebilme anlayışı.../ Saygı; demokrasilerde, eşdeğerlilerin akıl, mantık, hoşgörü ve işbirliği ile yaşamı kolay kılan anlayışı…/ Sevgi; bireyin gönüllü ve öznel seçiciliğidir.

***

Değişik zamanlarda; İtalya, Almanya, İspanya, Yugoslavya ve Türkiye'de iktidarı ele geçiren faşist anlayışlar olmuştur. Bunlar; daha dün, arkadaş, dost, komşu ve ticari ilişkiler içinde olan insanları, düşman haline getirmiş… Haksız hukuksuz, ırkçı, köleci, sömürücü savaşlarla; coğrafi, tarihi ve kültürel değerleri yok etmiş… Böylece milyonların; ölüm, kıyım, yıkım,  büyük acılar ve göçler yaşamasına neden olmuşlar. Düzenlerini uzun ömürlü kılmak için de, ötekiler yaratmak gerekmiş, bunu da; her bireyin/grubun/toplumun farklılıkları, yaşam tarzları, inançları, ırkı, dili ve ortak değerlerini hedef alarak yapmışlar...     

İnceleyin, bakın, görün ve tanıyın; Benito Mussolini, Adolf Hitler, Francisco Franco, Slobodan Miloseviç, Kenan Evren ve ardılları olan günümüz zalimlerini. Onların yaptıkları ve yaşattıklarını empati yaparak düşünün. Ve sorun kendinize: “Acaba yaşatılan tüm zalimlik ve katliamların en etkili gücü nedir/kimdir?” Eğer sizin cevabınızı beklemeden:
"İtaat kültürü ile yetişenler, onların etkisinde kalanlar ve oluşan korku ikliminde sessizce sırasını bekleyenler…" dersem bana kızmayın.

İnceleyip, tanıdıkça, tüm faşist anlayışların, “yerli ve milli” olmayı esas aldıklarını ve çıkarlarına karşı gördüklerini, “öteki/düşman/vatan haini” ilan ederek yok etmek istediklerini görür/anlarsınız. Çünkü bu tür ayrıştırmalarla sanal düşmanlıklar yaratmak; tüm köleci, sömürücü, sömürgeci ve faşist sistemlerin yaşam kaynakları, ortak felsefeleridir.

Eğer, gördüğünüz, duyduğunuz veya yaşadığınız bir ülkede “korku iklimi” yaratılmış, bilim ayaklar altına alınmış, beyin göçleri yaşanmış, hak, hukuk adalet kalmamışsa… Bilin ki orada; insanlar “öteki/düşman/vatan haini” olarak ayrıştırılmış, böylece nice, nice katliam, yolsuzluk, hırsızlık halı dibine süpürülmüş demektir.

Eğer, bazı ayıpları gizlenemeyecek kadar açık ise, o zaman da; “Bu bilgiler yasal yoldan ede edilmediği için, yok hükmündedir!” diye bağırırlar. Zaten, vicdan sesleri baskılanmış, susturulmuş olarak itaat eden sessiz çoğunluk hemen; “Bunlar, bal tutanın (iş yapanın)  parmak yalamalarıdır” deyip kutsar, apak eder onları. 

***

2 Eylül 2013'de Anadolu Liseleri Neden Kimsesiz Kaldı? Ya İmam-Hatipler!...” başlıklı ve istatistiklere dayalı uzun bir yazı yazmıştım.  tıklayınız

Sonraları da, topluma dayatılmak istenen “İmam Hatip Eğitim Sistemi”nin tuzaklarla dolu olduğunu anlatan çok yazı yazdım. Muhalefeti ve sessiz sedasız izleyicileri çokça eleştirdim. Bazı dostlarım da bana; “Bu konuyu çok fazla kafaya takmışsın” anlamına gelen eleştirilerde bulundular. Evet, o dostlar haklı galiba...

Çünkü benim karşı çıktığım “İmam Hatip Eğitim Sistemi”; sorup, sorgulamayı yasaklayan, ötekiler yaratıp, onlara "cihat" açan, “kendisi gibi” olmayana saygı duymayan ve otoriter güce itaati esas alan nesiller yetiştirmeyi amaçlıyor.

İşte bunun için, “Bu konuyu çok fazla kafaya takmalıyız” 

İşte bunun için; toplumu düşman parçalara ayıran, bu sistemin yerine, demokratik, laik, çağdaş bir sistem kuracak acil çözümler aramalıyız.

Çünkü bu sistem, hem çocuklarımızın, hem de ülkemizin geleceğini karanlıklara taşıyor.

Yazarın diğer yazıları için tıklayınız

24 Şubat 2017 Cuma

78’liler Buluşması

Buluşma yerimiz; İstanbul’da yaşamış olan hemen herkeste acı-tatlı bir iz bırakan ‘Taksim Meydanı’na cepheli otelin 9. katındaki bir salon.  Salonun meydana bakan tarafı da boydan boya bir balkon. O balkona daha çok sigara içenler çıkıyordu, ben ise, hem hava almak, hem de geçmişi hatırlamak için çıktım. Saat 20.30, balkon ışıksız, loş, yanımda da yıllardır okuru olduğum Sn. Aydın Engin var. Bu loşlukta hem onunla, hem de içimdeki ben ile konuşuyor ve 30 yıl öncesine uzanan bir filmi izlercesine etrafa bakıyorum.

Bu balkondan bakan herkes mutlaka Kanlı 1 Mayıs’ı, Ecevit Mitingi’ni, DİSK’le bütünleşen tüm emekçileri, çocukları faili meçhul(!) cinayetlerle yok edilen Cumartesi Annelerini ve Gezi Direnişi’ni anımsar. Orada yapılan engellemelerde, kurulan barikatlarda, tomalar, coplar, gazlar, silahlarla, kimi ölen, kimi yaşam boyu sakat kalan; emekçi, genç, çocuklar ve onlar için acı çeken sevenlerini düşünür, o acıları hisseder.

İçinizi titreten bu duygular içinde ve hüzünlü gözlerle balkondan kuşbakışı baktığınızda; hemen aşağıda Taksim Anıtını… Sol tarafta İstiklâl Caddesini ve Kanlı 1 Mayıs’ın faşist faillerinin sığınağı olan Sular idaresinin çatısını, onun hemen arkasında da yıllardır inatla tartışılan Taksim Camii inşaat hazırlığını… Tam karşınızdaki Taksim Meydanı ve Gezi Parkını… Sağ tarafta cezalandırılan Atatürk Kültür merkezini görürsünüz. (Fakat hemen sağ tarafınızda olup, bazılarımızın ölümden tesadüfen kurtulduğu, pek çok cana mezar olmuş, “Kazancı Yokuşu’nu göremezsiniz.)

İşte böylesi bir yerde toplamış bizi “78’liler Girişimi” (seçimde bu yaşanmışlıklar etkili olmuş mu bilemiyorum). Toplantıyı düzenleyenler içinde ikisi de birer can olan, Yunus Bircan ve Celalettin Can arkadaşlarım var.

Onları bir arda yakalayınca; “Ben, 68’de 18 yaşında TÖS üyesi bir öğretmendim. 78’de de epeyce acıyı ve öğrenciliği geride bırakarak, yeniden öğretmen oldum. Bilin bakalım ben 68’li mi, 78’li miyim?” diye bir soru sordum, gülüştük...

Duvarlarda; Deniz, Mahir, İbrahim ve günümüz mağdurlarının görselleri… Kürsüde; saygı duruşu, sunuş konuşması, onurluluk ödülleri sunuşları ile yurdumuz ve dünyadan canlı müzik dinletileri… Masalarda; dostların sohbetleri…

Toplantıya gelen herkesin gözaltı ve boyunlarında halkalar olsa da, gözlerinin içinde bir ışıltı, dudaklarında aydınlık, vakur gülücükler vardı: Çünkü bizler; 68’lerde halk için doğan, 78’lerde “dar grupçuluk” anlayışlarını aşmaya çalışıp gelişen ve 2013 GEZİ’de kucaklaşan… İnadına umutlu, inadına özgürlükçü ve inadına barışçı geleneğin taşıyıcısıydık…

***
Korku iklimi

Geçmişte yaşananlar insanda derin izler bıraksa da, bazen “geçmiş işte” der geçersiniz. Peki, bugün yaşananlara ne diyeceksiniz?

İçeride ve dışarıda çıkartılan savaşlar eşliğinde gelişip, ülkemizi saran bir baskı-sindirme-korku iklimi içinde yaşıyoruz. Psikoloji ve Sosyal Psikoloji bilimi: otorite ve çıkarlarını yitirme endişesi duyanların, korktukları için, bilerek, tasarlayarak korku iklimini yarattıklarını söyler.

Aslında korku herkeste var olan insani bir duygudur, kaldı ki böylesi bir iklimde sadece cahiller korkmaz. Önemli olan korkuyu etkisiz kılacak önlemler almak, onunla başa çıkmaktır. Cesaret de, bu olsa gerek. Yani zorda ve darda olan insanların; baskı-sindirme-korku iklimini etkisiz kılacak önlemleri arayıp bulmaları asıl cesarettir.

7 Haziran sonrasında tarihi ve kültürel değerleri ile birlikte yakılan-yıkılan Kürt kentleri, öldürülen pek çok çocuk, kadın, yaşlı… Sağ ve yaralı kurtulanlar ise; evsiz-barksız-sahipsiz kaldıkları için kendi ülkelerinde göçmen oldular. Nedense yetkili ve etkili hiç kimse bu insanların; nerede, nasıl, ne yapar olduklarını, barınakları-yiyecekleri ve okullarını sormaz, hatırlamaz, ilgilenmez. Fakat  onların başına yıkılan enkaz yerlerine Suriyeli göçmenlerin yerleştirilmeleri...

Dünyada birinci olduk, haklarını savunsun/arasın diye seçilip meclise gönderilen vekilleri ve toplumsal sorunları dillendiren, haber veren, yazıp, çizenleri 4 aydan beri tutuklu kılmakla. Hem de, daha suçları belli değilken ( iddianame yok), sanki öç alırcasına,  nedamet getirip boyun eğsinler diye...

“Savaş değil barış istiyoruz” diyen binlerce akademisyenin; okulundan, kürsüsünden ve öğrencilerinden uzaklaştırarak işsiz bırakılışları…  

Meclis TV’yi karartarak, haber alma-verme hakkını yok ederek, yapay algı, demagoji ve telaş ile mecliste yaşatılanları…

Vekillerin; kendilerini etkisiz-yetkisiz ve yok sayan bir düzen için, etik kuralları çiğneyerek, gizli oylarını açıklama cesareti(!) / Uzlaşı olmadan, çoğulculuğu/demokrasiyi yok edip, oy fazlası ve canhıraş çabalarla ile tek adamlık düzeni kurmanın gelecek tarihimiz için kara leke oluşunu…

Milliyetçi popülizmin şaha kalktığı bir OHAL ortamında ve iktidar gücü desteğindeki bu tuhaf anayasal tuzağın referanduma sunulma hazırlıkları ve uygulamaları için başlatılan ötekileştirmelerin yaşandığı günlerde…

İşte tam da bu günlerde yapıldı 78’liler toplantısı.

Eski TİP Milletvekili Sn. Mehmet Ali Aslan’ın gecede anlattığı bir fıkra ile sonlandıralım: 

“Kendisini taşlayanlar arasında; bir gözü kör, bir kulağı sağır, bir bacağı ve kolu olmayanı birisini gören Şeytan, hemen onun yanına giderek; Gözüne ne oldu?/ Kulağına ne oldu?/ Bacağın ve koluna ne oldu? Sorularını sorar. Ve tüm sorularına da: –Allah’tan… cevabını alınca şaşırır ve hayretle:

Peki, ben sana ne yaptım ki, sen beni neden taşlıyorsun?!” der. 



Yazarın diğer yazıları için tıklayınız

28 Ekim 2016 Cuma

Korku İklimi

Uyumayacaksın /Memleketinin hali /Seni seslerle uyandıracak
Melih Cevdet Anday


Bugün sizlerle konuşmak istediğim hemen herkesin bildiği ve çokça konuştuğu bir konu olan 12 Eylül Anayasası… Şu an parlamentoda dört parti var, dördü de seçim meydanlarında, seçim bildirgelerinde, gazetelerinde ve TV kanallarında bu Anayasa’ya karşı olduklarını söyler, yazar, çizerler. Fakat herhalde bu karşı duruşları samimi değil ki, yıllardır herkesin istemediği(!) 12 Eylül Anayasasının özüne  dokunamadılar.
Darbe ile ülke yönetimini ele geçiren faşist generaller, hazırladıkları Anayasa’yı bundan 34 yıl önce 7 Kasım 1982’de halk oylamasına sundular. Halkımız bu oylamaya büyük bir katılım sağlamış ve aşağıda görüldüğü gibi çok büyük bir oranda da “evet” demişti.
1982 Türkiye anayasa değişikliği referandumu
  •    Oy durumu               Oy Sayısı          Yüzde
  •   Evet diyenler             17.215.559       91.37
  •  Hayır diyenler             1.626.431        8.63
  •    Geçerli oy                          18.841.990             99.8
  •    Geçersiz veya boş oy               43.498               0.2
  •   Toplam oy                          18.885.488             100.00
  •   Seçmen katılımı                              91.3
  •    Toplam Seçmen sayısı        20.690.914
Bu seçimde, meydanlarda ve ekranlarda sadece övgüde bulunanlar konuşabilmiş, hiç kimseye eleştiri yapma ve karşı görüşünü dillendirme fırsatı verilmemişti. Çünkü ülkemizde baskıcı faşist bir iklim oluşmuştu.
Bir anımsatma: anne ve babalarımızın “hayır” oyu vermelerini sağlamak için eşimle birlikte çok çaba harcamış, fakat başarılı olamamıştık. Çünkü onlar,  geleceğimiz(!) için “evet” diyeceklerdi. Oylama sonucu gösterdi ki ülkemizin her yerinde bu, “Def’-i bela etmek” (beladan kurtulmak) anlayışı etkili bir şekilde pek çok insanlarımızın ortak görüşü olmuştu.
Sonuç olarak: köylü-kentli-işçi-memur herkese karşı olan bu Anayasa, ne yazıktır ki, yine köylü-kentli-işçi-memur hemen herkesin “evet” demesiyle büyük kabul görmüştü.
***
Yıllardan beri meclisteki tüm partiler, % 91.37  “evet” oyu almış olan bu Anayasa’ya karşı olduklarını söylüyorlar.
Bu görüşleri de, bizim aşağıdaki çıkarımlarda bulunmamıza neden olabilir:
  • % 91.37 gibi çok yüksek oranda “evet” oy almanın çok kıymetli olmadığı, 
  • % 8.63 gibi küçük bir “hayır” oyunun ise çok kıymetli olduğu,
  • Eğer ülkede bir korku iklimi varsa ve insanlara büyük acılar yaşatılmışsa, yapılan seçimler de alınan çok yüksek oyların çok da önemli olmadığı,
  • Demek ki korku ikliminde, halkın görüşünü almak, hem doğru olmaz, hem de halkın yararına olmaz…
Ve şimdi de, yani 34 yıl sonra, yüzde 52 oy aldım diye, yemin edilen anayasaya ve yüzde 48’e karşı fiili durum yaratmış olan bir anlayış var. Bu anlayış, OHAL ortamında fiili durumuna yasallık kazandırmak istiyor. Bundandır ki, büyük bir telaş ve hızla Yasama, Yargı ve Yürütme’yi tek elde toplayıp, ülke tek adam rejimine götürülüyor.
Oysa eğer sağduyu egemen olsaydı, birileri başını iki elinin arasına alır, düşünür ve şöyle derdi: “Bak!.. OHAL geçicidir, yüzde 91.37 “evet” oyu almış olan Anayasa’ya bile şimdi herkes karşı. Demek ki, böyle bir iklimde, ne anayasa yapılır, ne de seçim… Yahu biz ne yapıyoruz!…Ama gel gör ki, “inadım inat” devam ediyor...
***
Eğer demokrasi; katılımcılık, çoğulculuk, özgürlükçü bir çokseslilikse, bu çoklukları ve farklılıkları bir arada tutup barışı sağlayan çimento da laikliktir. Ne yazık ki bugün ülkemizde yok edilmek istenen değerlerden biri de laiklik…
Çağdaş dünya ülkeleri, insanlarının hukuka uygun ve güven içinde yaşamalarını isterler. Bunu sağlamak için de insanlarına; Yasama, Yargı, Yürütme organlarının birbirinden bağımsız, fakat işbirliği içinde verdiği hizmetleri sunarlar. Son yıllarda bu hizmetlere bir de sansür edilmeyen özgür Medyayı eklediler.
Tek’çi anlayışın etkin olmaya başladığı bizim ülkemizde ise; politik çıkar ve ikbal peşinde koşanlar, yivsiz-setsiz bırakılan medyanın güzellemeleri eşliğinde, hamaset nutukları çekmeye başladı. Tek amaçları, Yasama, Yargı, Yürütme organlarını ben ne dersem o olur diyen anlayışa teslim etmek. 
15 Temmuz faşist-dinci kalkışmasını “Bu Allah’ın bize bir lütfudur” diye fırsata çeviren anlayışla hukukun üstünlüğü ve güçler ayrılığı ilkeleri, etkisiz ve yetkisiz kılınmıştır. Başta Askeriye, Emniyet ve Eğitim olmak üzere diğer tüm kurum ve çalışanları yeniden yandaş anlayışla düzenlenmeye başlanmıştır.
Üretimi olmayan bir sanayi, iflasın eşiğindeki fabrikalar, insan ve işçi haklarından yoksun insanlarımız… Ekonomik gelişmeyi sadece rant sağlan müteahhitlere havale edip, rant için çevresel felaketlere davetiye çıkarılmakta olan uygulamalar. Ve tüm bu yaşananlar ile gelecekte yaşanacak olanları, önlenemez bir kader veya alınyazısı diye düşünebilecek yeni biat nesilleri yetiştirmeye hız verdiler.
İnsan Hakları İzleme Örgütü ülkemiz hakkında bir rapor yayınlandı, bu raporda; avukatlarının yanında elleri kelepçeli müvekkillerine yapılan işkenceler ve bu havadan korkup sessiz kalan, görmemek için arkasını dönen avukatların çaresizliği anlatılıyor. Eğer, bir avukat bu duruma düşürülüyorsa; tüm olanları sessizce ve korkarak izlemekte olan büyük çoğunluğu oluşturan sıradan insanlarımız ne yapsın bu iklimde, varın siz düşünün…
Bitsin artık, daha kaç nesil heba olacak!
Bitsin artık, insanlarımıza kurulmasın tuzaklar!
Bitsin artık, içte ve dışta anaları ağlatan bu kirli savaşlar!
Bitsin artık, her gün eyyy!... diye başlayan korkutmalar, tehditler...

NOT:
Yarın, yurdumuzda Saltanatın sonlandırılması ile Cumhuriyet yönetimine geçişin 93. Yılı… Saltanat tutkunları; Cumhuriyet’in Demokrasi-Hukuk-Laiklik-Eşitlik-Özgürlük gibi temel değerlerine ve bu değerleri kazandıracak olan eğitim kurumlarına karşı savaş açmış durumdalar. Bu değerlere sahip çıkalım, onları yaşatalım…

Yazarın diğer yazıları için tıklayınız