Yarıyıl tatilinde öğrencilere ödev
verilmemesi konusunda il müdürlüklerine bir yazı göndererek yarıyıl tatilinde ödev
verilmesini yasakladı.
Bu yazılı emirden bir hafta sonra yazılı
ve görsel medyada, Nabi Avcı’nın yemek için gittiği restoranın oyun
alanında ödev yapan çocukları gördüğü ve Ankara il Müdürünü arayarak soruşturma
talimatı verdiği haberlerini okuduk/duyduk.
Konuya bu şekli ile bakıldığında,
emirlerin haklı olduğu görülür. Oysa işin bir de arka planı var:
Yıllardır bakanı olduğu tüm eğitim
kurumlarında ödev, öğrenciden çok, öğrenci velisinin sorunu
olmuştur. Bakan’ın konuya, iletişim bilim yöntemleri ile çözüm arama
yerine, “yasaklayıcı” emir ve genelgelerle çözüm araması sizce de yadırgayıcı
ve popülistçe değil mi? Çünkü eğitimbilim ve de iletişim bilimi: insanın
içselleştirmediği hiçbir bilginin kalıcı olamayacağı ortak görüşüne
sahiptirler.
Bilgiyi içselleştirmeye yarayan en önemli
araçların başında da ödev vardır. O halde yıllardır amaç dışı
kullanılan bu önemli aracı yasaklamak yerine, onu, amacına uygun olarak
kullanılır hale getirmek olmalıydı bakanımızın emir, genelge ve denetimleri. O
zaman sorunun çözümü daha kolay olmaz mıydı?
Şimdi okurlarımın; “ Bu bakanımızın, 4+4+4
sisteminin kurucusu, tüm okullarda imam hatip felsefesinin yaygınlaştırıcısı ve
uygulayıcısı olduğunu bilmiyor musun?” gibi sorularla, bana karşı
çıkışlarını duyar gibiyim.
Onlara da hak veriyorum. Fakat belki
azıcık da olsa faydası olur diye, iyimser görüş ve beklentilerimi yazmaya devam
edeceğim.
Diyorum ki (hem de bakanımızın uzmanı
olduğu ‘iletişim’ alanından); eğer ‘İşbirliğine Dayalı Öğrenme Yöntemi’ni
kullanırsa, öğrenciler, öğretmenler, veliler ve eğitim yöneticileri, çok önemli
psiko-sosyal sorunlara, çözümler bulabilirler. Ve bu yöntemle, sorunlarını
bilen, onları işbirliği içinde çözmeye çalışan ve kendine güvenen bireylerin
yetişmesini sağlayabilirler.
Aslında ülkemizin böylesi bir nesil ve
böylesi bir sosyal iklime çok çok ihtiyacı var.
***
İşte size etkili iletişime engel olup,
ödevle çözüm aranabilecek iki konu:
Oturuş düzeni ve tribün eğitimi:
Eğitimde etkinlik alanları ve dersliklerin
daha geniş/büyük olması öğrenci ve eğitimcilerin önemli ve haklı bir isteğidir.
Aslında okullarımızda böyle derslikler
çokça olmasa da vardır.
Peki, az da olsa var olan bu derslikleri
amacına uygun kullanıyor muyuz?
Bazı örnekleri (özel okullar ve tek tük
devlet okulunu) saymazsak, bu sorunun cevabı kocaman bir ‘hayır’ dır.
Çünkü bu kocaman “geniş/büyük” dersliklerde, öğrenciler halen birbirinin
ensesini görecek şekilde oturuyorlar!
Tribün oturuşu da diyebileceğimiz bu
oturuş şekliyle ancak, önde oturanın ensesini, karşıdaki akıllı/akılsız tahtayı
ve hakem gibi dolaşan öğretmeni görebilirsiniz.
Sanki sahada bir maçı, tiyatro veya
sinemada bir gösteriyi izlercesine... Oysa bu sınıftaki her birey kendi çapında
bir oyuncu…
Peki, neden herkes seyirci?!
Bu durum kime, hangi katkıyı
sağlıyor?
Birbirinin sadece ensesini görenlerle dolu
bu sınıfta nasıl otokontrol sağlanır?
***
Kuşak çatışması:
Eskiler yenilerde yeşertmek ister hayallerini özlemlerini…
Yeniler ise, korumak isterler ‘ben’ini.
Eskiler, “Bizim zamanımızda…” diye
süsleyerek söze başlar, sayar olanları ve olmadıkları olmuş gibi.
Ve de yeniler karşı çıkar eskilere, “ben
varım, ben bilirim, ben yaparım, ben, bennn!.. diye diye…
Hâsılı, biri sen dili
kullanır, biri de ben dilini. Belki zaman zaman (içlerinde,
sessizce) hak verseler de karşı tarafa, ortak bir biz dilini
bulamaz/uzlaşamazlar yıllar boyunca… Sonra taraflar değişir (eski olur yeniler)
yeniden başlar benzer sözcük, benzer örneklerle kuşak çatışması/atışması.
Öğretmenlerde kuşak çatışması için bir yaşanmışlık:
Öğretmenliğe başladığım ilk yıllarda,
birkaç ay içinde okuma yazmayı öğreten eğitmenlere(*) ve köyün her
derdine deva olan köy enstitüsü çıkışlı öğretmenlere hayrandım.
Ama onlar beni beğenmeyip, eksiklerimi
sıraladıkça, ben de kendimce arar bulurdum ‘ben’ özneli sözler ve savunmalar…
Oysa birimizin yaşamışlığı, diğerinin
güncelliği, daha da zengin kılmaz mıydı her iki tarafı?!..
(*)Eğitmenler,
1937 ve sonrası yıllarda askerliğini başarı ile bitirmiş, okuma yazma
bilen, okula aldıkları çocukları kesintisiz 3 yıl okutup onları
mezun ettikten sonra yeniden öğrenci alan "geçici" öğretmenlerdir.
EK:
(Haydi, oldu olacak bakanımızca
yazıldığını varsayarak, bir de mektup ekleyelim)
Sevgili öğrenciler ve öğretmenler;
Yarıyıl tatiliniz süresince yapmanız için
sizlere bir ödev veriyorum. Zaman ayırıp yapacağınız bu ödevin, kalan yarıyıl
ve gelecek yıllarda sizlere ve ülkemize büyük yararlar sağlayacağını
düşünüyorum.
Bu ödevi yapmak için tatilinizden zaman
ayırdığınız için teşekkür eder, başarılar dilerim.
………………….
Ödevi hazırlama-sunma-değerlendirme
kuralları:
- Yukarıda bazı ön açıklamalarla sıralanan iki konudaki, her paragraf ve her soru cümlesi için neyi ve nasıl yapabileceğinizi düşünerek bir taslak hazırlayınız. (İsterseniz konulara, yeni bölüm ve sorular da ekleyebilirsiniz)
- Her türlü canlı ve cansız kaynaktan yararlanmak serbesttir.
- Konu, bölüm ve soruyu anlatmak için; -resim/karikatür/öykü/şiir/makale- alanlarından birini kullanabilirsiniz.
- En önemli kuralımız, hazırladığınız ödevin; çizgisiyle, sözüyle, cümlesiyle kendi özgünlüğünüzü taşımasıdır.
- Hazırladığınız ödev sunumlarını: “ders saatlerine bağlı olmaksızın yapılacak olan rehberlik çalışması ve uygulaması” (zamanı ve mekânı belli olmayan, ne demek ise bu?! Bakan olarak bu konuya da bir netlik kazandıracağım.) saatlerinde, numara sırası ile (öğretmen en sonunda) ve her bir kişiye 20 dakika süre verilerek yapılacaktır.
- Değerlendirme: Araştırma, örneklendirme, çözüm önerileri bulma ve sunma becerisi gibi ölçütlere bağlı olarak yapılacaktır. Sunumu yapana dinleyenlerce, 1-2-3-4-5 puanlarından bir tanesini verilecektir.
- Toplanan puanlar, puanlamaya katılanların sayısına bölündüğünde elde edilecek sayı ise her sunucuya “BECERİ ve HAYAT BİLGİSİ” notu olarak verilecektir.
Bu
yazı Radikal Blog’da:
http://blog.radikal.com.tr/egitim/bakan-yasaklamadan-once-odevini-yapsaydi-123677