laiklik etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
laiklik etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

27 Ekim 2024 Pazar

Cumhuriyet ile Demokrasi


Sonra bir baktık,
Bize en çok hüzün yakışmış. 
Aslında, yakıştığından değil, 
yapıştığından çıkaramadık...
                  /Mehmed Uzun
 
Osmanlı, 'kul' sayıldığı birçok farklı kimliği merkezi 'Monarşi' kurallarıyla yöneten büyük bir imparatorluktu. 

Birinci Dünya savaşında yenilince; ülke içerisindeki bazı azınlıklarla zor günler yaşamış, emperyalist güçler pek çok bölgesini, hatta saltanat merkezi İstanbul'u bile kuşatmış ve işgal etmişti. 

Gücünü kaybeden Sultan çareyi yurtdışına kaçmakta bulmuş, böylece saltanatı son bulmuştu.

Anadolu da Mustafa Kemal Paşa ile arkadaşları; birçok şehirde farklı kimlik lideri ile etkili din adamlarıyla toplanıp, işgal edilen yerleri kurtarmak ve korumak için yol-yöntem-çare aramaktaydı. 

Uzlaşıya varılınca da: "Kurtuluş Savaşı" başlamış ve kazanılmıştı. 

Bu zaferle yurdumuzun adı: "Türkiye"başkenti "Ankara", yönetim şekli ise "Cumhuriyet" olmuştu.  

Cumhuriyet; demokrasiyi esas alan, hukukun üstünlüğüne dayanan, çoğulculuğu savunan ve her bireyin eşit haklara sahip olduğu, tüm kimlikleri kucaklayan bir yönetim şeklidir.

Ancak bizdeki Cumhuriyetin demokratik kucaklayıcı anlayışına izin vermeyen, 'öteki' olanı yok sayan tekçi inkarcı anlayış egemen olmuş. Sonra da neler neler olmuş... 

İşte demokrasiye uymayan birkaç uygulama: 
  • Türkçe dili dışındaki diller yasaklı…
  • Tarihsel bellekte yeri olan; dağ-ova-köy-belde-kent isimleri yok sayılıp yerine Türkçe isimler konulmuş…
  • Çocuklara Türkçe olmayan isim vermek yasak...
  • Okulda Türkçe dışındaki dillerin eğitim hakkı olmaz....
  • Öğrenci; Türkçe bilmeyen anne-baba-akraba ile anadillerinde konuşamaz olmuş...
  • Anayasasında Laik olduğunu ilan eden Devlet; okullarda farklı inancı olan ailelerin milyonlarca çocuğuna, diyanet-cemaat işbirliği, yönetim ve denetiminde (veli izni almadan) Sünni anlayışı aşılayan: "zorunlu din dersi" vermekte...
  • Alevi köy ve beldelere Cemevi yerine Cami yaptırmakta, inançlı-inançsız herkes Sünni-İslam yapılmak istenmektedir.
Kısacası, Devlet 'taraf' olmuş daha ne olsun ki! 

Bu uygulama ve yasaklarla; Kürt, Alevi, Çerkez, Süryani, Laz, Gürcü, Hemşin, Pomak, Roman ... gibi dil, inanç ve kültürler etkin kullanılamaz. Bu şekilde işlevsiz kalan dil, inanç ve kültürler; gelişmeyen, geleceğe aktarılamayan, geleceğin birer ölü dil-kültür adayı olmuşlardır. 

Çünkü geçmişten gelen dil ve kültürler kullanılmazsa, gelecekte var olamazlar!  

İşte bu yok sayan, inkar eden "devlet aklı" nedeniyle toplumsal pek çok karşı çıkış olmuştur. Bu 'insani' talepler için hiçbir demokratik uzlaşı ve çözüm aranmamış, hak talep edenler 'terörist' sayılınca, öldürmüş-ölmüş, veya 'suçlu' sayılarak karakol-mahkeme-hapishanelerde sindirilip susturulmuştur. 

Görüldüğü gibi hiç uzlaşıyı sağlayacak diplomasi dili ve yöntemi kullanılmamıştır. Böylece, sadece 'güç' kullanan ölen-öldüren öfkeli-kinli nesiller yetişmiştir. 

Bu nesiller de halkımıza; kuşaktan kuşağa geçen unutulmaz acılar yaşatmıştır. 

İşte, politikacıların geçmişle: yüzleşelim, helalleşelim dedikleri toplumsal acılardır bunlar. 

Geçmişin bu büyük acıları ve yükleri, bugün de hem ülkemizi hem de insanımızı; yoksul, acılı ve mutsuz bırakmıştır. Ve ayrıca ülkenin iç-dış güvenliği sorunlu, özgürlükleri ve kültürel çeşitlilikleri yasakların baskısı altındadır.

Yukarıdaki satırlar, bir korku ikliminin bize yaşattıklarıdır, sizleri bunlarla gerip üzdüğümü de biliyorum. Fakat içsesim bana "bunlar bizim gerçeklerimizdir" yazacaksın diyor, ben de mecburen yazıyorum. 

Şimdi kısa bir ara vermeden önce size, küçücük bir soru soracağım: 

Ötleğen kuşunu tanıyor musunuz?



Çokça evet cevabı aldığımı biliyorum. Fakat ben o kuşları görüp tatlı ötüşlerini duysam da onların zoolojik yaşamdaki bir gerçeğini yeni öğrendim. Ve belki bu bilgi yukarıdaki karamsarlığa biraz ışık olur diye sizlerle paylaşmaya karar verdim: 

Ötleğen kuşları gördüğünüz gibi; çok sevimli, küçücük, çok güzel öten  göçmen kuşlardır. Bu kendi küçük, gönlü yüce kuşlar; "Kim hangi yumurtan çıkmış?" sorgulaması yapmadan her tür yavruyu kanatları altına alarak ayrımsız; sever-besler-büyütür sonra da onları kendi kalıtsal mirasları ve kazandıkları yetileriyle özgürce yaşasınlar diye uçururmuş. 

Bu, çatışmaya neden olabilecek bir sorunun barış içinde sevgi ile çözümüdür, beğendiniz mi?

Tabii ki herkes beğenip: “Evet!” diyecektir.

Peki, toplumsal sorunların bu yöntemle çözülmesine itirazı olan var mı?

Herkesin bu soruya: "HAYIR!.." dediğini duyar gibiyim.

Şimdi de son soruyu soruyorum:

Ötleğen kuşu gibi soy-sop-inanç sorgulaması yapmadan ve kanatları altında herkese yer açarak yol alan bir 'Demokratik Cumhuriyet' istiyor musunuz?

Belki kararsız olanlar ve "ben bilmem ki" diyenlerimiz vardır. Olabilir.

EVET! EVET! EVET! diyenlerin çoğaldığı günlere...  


29 Ekim 2021 Cuma

Cumhuriyet ve Demokrasi


İ
ktidarın; bir aileye, bir sınıfa, bir zümreye veya bir şahsa ait olmadığı yönetim anlayışına Cumhuriyet denir. 

Cumhuriyet yönetiminde iktidarlar, belirli aralıklarla yapılan seçimlerin sonunda, ülke halkının çoğunluk oylarına göre belirlenir. 

Demokrasi ise her bireyin değerli olduğu gerçeğinden hareketle toplumsal ve ekonomik durumu ne olursa olsun herkesin eşit sayıldığı yönetim anlayışıdır.

Cumhuriyet çoğunluğu, Demokrasi ise her bireyi, grubu, çok sesliliği, çeşitliliği, çoğulculuğu önemser, her farklılığı saygın görür, farklılıkların özgür olarak hak ve değerleriyle yaşamasını sağlar. 

Bu nedenle Cumhuriyet sistemi, ancak Demokrasi ile birlikte olduğunda insanileşir ve bir anlam kazanır. Cumhuriyet olan bir sistemde, eğer demokrasi eksikliği varsa; farklılıklar insan haklarından mahrum kalarak, sayısal çoğunluğu temsil eden güçlerin hegemonyası altında ezilirler. Günümüz dünyasında bile halen demokrasi tam işlemeyen, fakat ismi Cumhuriyet olan pek çok ülke vardır. 
 
Kurtuluş Savaşı yıllarında, ülke halkları bir taraftan, çoğulculuğu ve yerinden yönetimi esas alan demokratik bir Anayasa için aralarında uzlaşıp, anlaşıyor, bir taraftan da emperyalistler ve onların işbirlikçileriyle savaşıyordu. 

Ülke böylesi zor günler yaşarken, tüm farklıkları kucaklayan bir Anayasa hazırlanır Mecliste 20 Ocak 1921 günü görüşülerek kabul edilir. İşte bu Anayasa'nın ilk dört ve 11. maddeleri (özgün olarak): 

  • "Madde 1. Hâkimiyet bilâ kaydü şart milletindir. İdare usulü halkın mukadderatını bizzat ve bilfiil idare etmesi esasına müstenittir.  
  • Madde 2. İcra kudreti ve teşri salâhiyeti milletin yegâne ve hakikî mümessili olan Büyük Millet Meclisinde tecelli ve temerküz eder.  
  • Madde 3.- Türkiye Devleti Büyük Millet Meclisi tarafından idare olunur ve hükümeti “Büyük Millet Meclisi Hükümeti “ unvanını taşır. 
  • Madde 4. Büyük Millet Meclisi vilâyetler halkınca müntahap azâdan mürekkeptir. 
  • Madde 11.Vilâyet, mahallî umurda mânevi ve muhtariyeti haizdir..."

Görüldüğü gibi bu kurucu Anayasa; "tek kişi" buyruklarıyla oluşan Padişahlık yönetimi yerine, hakimiyeti kayıtsız şartsız olarak millete veren, çoğulculuğu kabul edip, Vilayetlere muhtariyet ve yerinden yönetim yetkileri veren oldukça demokratik bir öze sahiptir.

Fakat sonraki yıllarda ne yazıktır ki, ülkedeki farklı kimlikler: "tek millet" kabul edilip Türkleştirme başlamış, Vilayetlerin muhtariyet ve yerinden yönetim yetkileri de merkezde toplanmıştır. Böylece bu demokratik Anayasa için varılan uzlaşma ve verilen sözler unutulmuş; çoğulculuk, muhtariyet ve yerinden yönetim gibi demokratik haklar yok sayılmıştır. 

Kurtuluş Savaşı bitip geçiş ortamı sağlandıktan hemen sonra, Mustafa Kemal Atatürk'ün Başkanlığında toplanan Mecliste alınan kararlarla: 1 Kasım 1922 günü Saltanat (Padişahlık) kaldırılır ve bir yıl sonra da 29 Ekim 1923 günü Cumhuriyet idaresine geçildiği resmen ilan edilir. 

***

Ben, 98 yaşındaki Cumhuriyetin 71 yılını gördümse de 60 yılını, dolu dolu yaşadım. 

Bu yıllarda; ülkedeki farklı kimlik ve kültürler yok sayılıyor, emekçilerin hak istekleri önemsenmiyordu. Bu uygulamalar, Cumhuriyetin demokrasi ve demokratik eksiklikleri olduğu içindi. Bu yüzden de tüm hak isteyişleri uzlaşma yerine, baskıyla sindirilmeye çalışılıyordu.  

Bu nedenle de ülkemiz; çokça darbe, sıkıyönetim, olağanüstü hâl yaşadı ve nice canını kaybetti, kaynaklarımız da top, tüfek, bomba gibi savaşlar için harcandı. 

Sonuç olarak: demokrasi ve barış düşmanları yüzünden çok büyük acılar yaşandı. 

*

Bugüne gelecek olursak: 

Bugün "tek kişi" buyruklarıyla yol alan bir iktidarımız var. 

Bu tek kişi; insan hakları, demokrasi ve tüm demokratik haklara karşı. 

Bu kişi sadece, kendisini ‘şimdilik’ cansiperane korumaya söz vermiş olan bir kişiyi dinliyor. 

Bu kişi, şimdilerde çok yorgun düştüğünden, yönetme güçlüğü de çekiyor. Ülkemiz çok zor günlerden geçiyor. 

19 yıllık iktidarın tek lideri: Sayın Erdoğan. 

Erdoğan anlayışı; Anayasada eser miktarda bulunan demokratik kazanım ve laikliği kaldırmış, Osmanlı saltanat anlayışı ve uygulamalarına ha döndü, ha dönecek.  

Tek kişi iktidarına geçildiği 19 yıldan beri, hiçbir ağır sanayi yatırımı yapmadığı halde, eko sistemi bozacak şekilde, ülkemizin yeraltı ve yerüstü kaynakları, suları, madenleri ve halkın ekmek teknesi olan fabrikaları yok pahasına yandaşlara satılmış durumda.

Bu yüzden ülkemizde hem ucuz emek gücü hem yoksulluk artmış, işçiler işsiz kalmış, sendikalar da güçsüz ve işlevsiz durumda.  

Tek karar verici Sayın Erdoğan, yola çıktığında:

"Önce inşaat!" dedi. Deli Dumrul'u bile kıskandıracak projelere; 25-30 yıl süreyle, Dolar endeksli ve müşteri garantileri verilerek, 2-3 kuşak borçlandırıldı. Böylece (hakkını yemeyelim); pek çok yol, tünel, köprü, havaalanı, şehir hastanesi yaptırdı. Hem de adrese teslim ihaleler yapıp,  yandaş müttehitte yaptıracak şekilde!

Ayrıca, ülke kaynaklarının büyük bir kısmını da güvenlikçi anlayışla savaş araç-gereçleri için harcadılar ve harcamaya devam ediyorlar. 

Sayın Erdoğan'ın birçok kimliği var. Bir kişinin birçok kimliğe sahip olması aslında bir zenginliktir. Fakat Erdoğan'ın etik olarak uyuşmayan, çok önemli iki kimliği var: 

Bunlardan biri olan AKP Genel Başkanlığı kimliğidir ki, bununla; çok ayrımcı, ötekileştiren, saldırgan bir siyaset diliyle rakiplerine saldırıyor.

İkinci kimliği ise tarafsız olacağına dair söz verip yemin ettiği, böylece dokunulmazlık kazandığı, devletin en üst makamı olan Cumhurbaşkanlığı kimliğidir. 

Sayın Erdoğan, etik olarak uyumlu olmadığını düşündüğüm bu iki kimliği her gün birlikte kullanıyor. Genel başkanı olduğu AKP'nin tüm görüş, söz ve davranışlarını, yeni makamında da sürdürüyor. Devlet imkanıyla gezilere, ekranlara ve meydanlara çıkıp, slogana dönüştürdüğü partisel görüşleriyle muhalefetteki rakiplerini terörist, hain ilan edip, sayıp döküyor.

Her sıkıştığında milliyetçi bir coşku yaratmak için meclise yurt dışına asker gönderme teskeresi gönderen Sayın Erdoğan'ın yeni teskeresi neyse ki üç gün önce ana muhalefet partisi CHP'ce de kabul görmedi. 

CHP'nin Barış ve demokrasiye katkı veren bu karşı çıkışını saygıyla alkışlıyorum. 

Cumhuriyet bugün 98 yaşında!

Cumhuriyet Bayramı Kutlu Olsun!

Günümüz, Demokratik Laik Cumhuriyet için mücadele günü olsun!

Yaşasın Demokratik Laik Cumhuriyet! 

Yaşasın Barış!

Emin Toprak - DOSTÇA

Diğer yazılarım için tıklayınız

11 Ağustos 2017 Cuma

Türkiye Gündemi (1)



Dolu-fırtına ve kavuran yaz:
Bu sıcaktan nasıl kurtuluruz diye düşünürken, dolu fırtınasına yakalandık, çevreye verilen zararların bedelini misliyle ödedik, üşüdük, korktuk…
Kutuplardaki buzulların eriyerek iklimsel değişikliklere yol açtığı biliniyor. Fakat bu iklimsel değişikliğin, dünyada kaynamakta olan sosyal, politik, ekonomik iklim değişiklilerindeki etkisi ne kadardır henüz netleşmiş değil.

Oysa bizim sosyal, politik, ekonomik iklimimizde de bir girdap oluşmuş durumda. Herkes, en son aldığı darbeleri, yaraları sarmaya çalışıp, onların artçı şoklarına direnirken, yepyeni darbeler, yaralar alarak yeniden acılar yaşıyor.  Bunların bazısı dolu, fırtına, sel, deprem gibi olası doğal yaralar olsa da, pek çoğu yapay, yani kurgusal…

İktidar hem içeride, hem dışarıda ha bire, günü kurtarmak, kendini korumak, uyurları uyandırmamak ve eski yaraları örtmek, ötelemek için, algılar eşliğinde yeni gündemler peşinde... Bunlar da yeni yaralar açacak.

***
Yedi Uyurlar:
İnsanlık tarihinde; her birinin kendi alanında özerk ve etkin olduğu, birden çok Tanrı'nın olduğu, “çoktanrılı” inanç sistemleri yaşanmıştır. İşte böyle bir zamanda yaşandığı varsayılan bir söylencede; tek Tanrı’ya inandıkları için olası tehlikelerden korkup kaçan 7 gencin, sığındıkları “Eshabı Kehf Mağarası”nda uyuyup taş kesildikleri ve 300 yıl sonra da uyanarak halkın arasına katıldıklarında yaşadıkları anlatılır.

Bu Yedi Uyurlar” söylencesine inanmak, ya da inanmamak size kalmıştır. Fakat her toplum yaşamında, uyku nedenleri bilinse bile, uyandırılması zaman alacak olan böyle “uyurlar” vardır. Tıpkı 16 yıldan beri yurdumuzda olanlara uyanamayan “pek çok uyur” gibi…

İşin ilginç yönü egemen güçlerce, “öteki” ilan edilip korkutulup, uyutulmak istenenler, ne kaçıyor, ne de uyuyorlar. Onlar haklı olduklarını ve dönen dolapları bildikleri için vicdanlara sesleniyor, hak, hukuk ve adalet için hep ayakta, hep direnişteler. Oysa egemen güçlerin haklarını gasp ettiği kendi yandaşları; derin uykuda olduklarından henüz olanların farkında değiller. 

***
“Aynı Kıbleye Dönen…”
Aynı toplumda yaşayan insanlar; binlerce yılın oluşturduğu ortak coğrafya, tarih ve kültüre sahip olsalar bile, bu onların aynılığını gerekli kılmaz. Çünkü genetik ve kişiye özel yetiler insanları farklı kılar. Tıpkı beşparmağın aynı olmaması gibi... Her insan; değişik inanç/yeti/düşünce farklılıklarına sahiptir, zaten insanı, insan kılan da bu özellikleridir.

Yurdumuzun hem sosyolojik, hem tarihsel, hem de psikolojik olan gerçekleri orta yerde duruyorken, eğer birisi (farklı zamanlarda fakat aynı amaçla); “Aynı kıbleye dönen, aynı duayı eden, aynı ezanları dinleyen …”, “Olsun, hepsi alnı secde görmüş insanlar”, “Camiden, mescitten terör ve terörist çıkmaz.” Cümleleri ile genellemeler yapıp inanç farklılıklarından  “ötekiler” yaratmaya kalkışırsa ne düşünürsünüz?

Bu uzun soruya iki cevap verilebilir: 

Bir: Bu sözleri söyleyen kişi eğer sadece kendi (tekil) görüşünü söylüyor, söylemini eyleme geçirmemiş ve başkasına zarar vermemiş ise (bu sözleri biraz garipser sonra da); “Tuhaf sözler fakat bunlar onun şahsi görüşleri…”  diye düşünebilirsiniz.

İki: Bu sözleri söyleyen kişi eğer toplumda etkili biri olarak bir makamda oturuyorsa… Evet, bu sözleri söyleyen kişi ayrıca; "27 Ağustos 2014 tarihinde milletimiz tarafından cumhurbaşkanlığı görevine seçilmem sebebiyle anayasa gereği ayrılmak zorunda kaldığım, kurucusu olduğum partime, yuvama, sevdama, aşkıma bugün yeniden dönüyorum" sözlerini de söylemiş olan Sn. R. T. Erdoğan. O, Cumhurbaşkanı olduğunda: “…aldığım görevi tarafsızlıkla yerine getirmek… ” için yemin ederim diyen biri ve halen görevine devam ediyor. 

Şimdi bir de AKP’nin genel başkanı. Yani, hem seçmeni %50’nin altında olan AKP’nin, hem de; partisi, yuvası, sevdası, aşkı olmayan diğer muhalefetin Cumhurbaşkanı… Acaba tarafsızlığın tanımı mı değişti?!..

Ülkemizin yetki ve sorumluluğu en fazla olan kişisi, aynı zamanda, yukarıdaki görüş ve anlayışların da sahibi. Hem de Anayasa’mızda da: “… Demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devletidir”  ve “Herkes, dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayırım gözetilmeksizin kanun önünde eşittir.” hükümleri varken.

-Durum bu kadar açıkken yorum yapmaya gerek var mı?

- Yoktur.

O halde yorum yapmadan diyebiliriz ki; ülkemizde aynı Camiye, aynı Kıbleye, aynı Secdeye bakmayanların vay haline… 


NOT: “Türkiye Gündemi” çok yoğun, yazmaya devam edeceğim.


Yazarın diğer yazıları için tıklayınız

4 Ağustos 2017 Cuma

Anne ve Babalara Mektup



Sevgili anne ve babalar; 
Ben uzun yıllar çalışıp emekli olmuş eğitimci bir dedeyim. Biliyorsunuz okullarımıza babalardan daha çok anneler geliyor, eğitim bilimi, bu durumun devem etmemesi gerektiği söylüyor. Çünkü çocuğun hem anneye hem de babaya çok ihtiyacı var.

İşte gördüğünüz gibi sizinle ortak konumuz çocuklarımız... 

Bu nedenle size; zarfsız ve pulsuz bir mektupla seslenmek istiyorum.

Sizlerle; okul bahçelerinde, koridorlarda, törenlerde, etkinliklerde, okul aile birliği toplantılarında, okul aile birliği çalışmalarında görüşüp tanışırız. 

Sizler, her zaman okullarımızı koruyan ve kollayanlar oldunuz.  Devletin üstlenip yapmadığı, eksik bıraktığı işleri üstlenip tamamladınız.

Okullarımızın bazen faturalarını ödediniz, bazen de aksayan okul hizmetlerini yapacak elaman bulup maaşlarını ödediniz. Hatta belki, "o elemanları niçin sigorta ettirmediniz" diye sorgulananız da olmuştur… 

Okullarımıza daha iyi şartlar sunmak için toplantılar, kampanyalar, kermesler yaptınız.  Böylece,  öğrencilere, öğretmenlere ve okul yönetimlerine büyük destek oldunuz.  

Benim bu sıraladıklarım yapılanların sadece birkaçı... Kısacası, sizler teşekkürü hak eden saygıdeğer pek çok işler yaptınız.
-Peki, siz tüm bu işleri niçin yaptınız?

-Siz söylemeden önce ben söyleyeyim “en değerli varlıklarınız” çocuklarınız için, değil mi?

Sizler isterdiniz ki; çocuklarınız sağlıklı, güvenli, başarılı birer birey olsun ve bu dileklerinize ulaşmaya engel olacak tüm etmenler ortadan kalksın. 

Ama şimdi sizin istemediğiniz bir ortam oluştu ve engeller çoğaldı. 

Bu mektubu da, okullara hizmet, para,  pul istemek için yazmıyorum. En değerli varlıklarımız çocuklarımız tehlikede, onu haber vermek için yazıyorum.

Sevgili anne ve babalar; 
Yetişkinlere belli bir hayat tarzı dayatmaya çalışan iktidar, bu konuda henüz tam başarılı olamadı. Ama şimdi, tarikatlar, vakıflar ve derneklerle el ele verip; bilinçli, planlı, programlı olarak okullarımıza, çocuklarımıza, geleceğimize yöneldiler…

Öğretim konularındaki (müfredat) değişiklikleriyle, çocuklarımızı bilimsel anlayıştan uzaklaştırmak ve ülkemizi çağdaş dünyanın dışına atmak istiyorlar.

Çocuklarımızı; soru sormaz, yorum yapmaz, sorgulamaz duruma getirip, özgüvensiz ve bağımlı kişiler yapmak istiyorlar. Çünkü kendi gelecekleri (ikballeri) için gerekli olan nesli, bilimsel yolla değil de, inanç sistemi dayatmasıyla yetiştirmek istiyorlar. Çünkü ancak bu eğitimle; karşı çıkmayan, hak aramayan insan yetişeceğini biliyorlar. 

Sevgili anne ve babalar;
Bir yıl önce hep birlikte yaşadık o kapkaranlık 15 Temmuz kalkışmasını. Oradaki insanlık dışı eylemleri, acımasızlıkları ve katledilen canları... 

Anlaşılan bazıları tüm bu yaşananlardan hiç ders çıkarmadı ki, şimdi aynı yöntemi kullanarak saldırmaya başladılar okullarımıza, çocuklarımıza geleceğimize… Ne çabuk unuttular bir yıl önce yaşananları!..

Bari siz yaşananları unutmayınız sevgili anne ve babalar: 

Bu kalkışmanın odağındaki virüs, toplumsal yaşamımıza ne zaman, nasıl ve hangi yöntemlerle girdi? Nasıl semirerek gelişti ve sarmaladı her yanı? Bunları hepimiz (az/çok) duyup öğrenmedik mi?

-Evet gördük, duyduk, öğrendik:

Onlar da; tarikatlar, vakıflar, dernekler yönetiminde, örgün ve yaygın eğitim kurumlarına sızdılar.

Yalan söyleyip, riyakârlık ve yolsuzluk yaptılar. Çaldıkları sorularla, sınav kazandırıp, işlere (öğretmen, polis, yargıç, general…) yerleştirdiler.

Özetle; sormayan, yorum yapmayan, robot gibi isteneni yapan ve kendilerine minnetle bağlı kulları böyle yetiştirdiler.

Tabi tüm bunları tek başlarına yapmadılar. Büyük ortakları olan yol arkadaşları; “alnı secdeye değiyor”  diye onları; makam, mevki, yetki sahibi kıldı ve tüm istediklerini de verdi...

Peki sonra…:

İşte onlardı 15 Temmuz’da tankları sivil halkın üstüne sürenler, onlardı meclisi bombalayanlar.  Onlardı, aklı, mantığı, vicdanı ve beyinleri kiralananlar. Onlardı, onlar…

Bir daha o karanlık günleri yaşamamak için size sesleniyorum. Sevgili anne ve babalar:
Bakınız, Eylül yaklaştı, okullar açılacak, zaman çok az ve çocuklarımız tehlike altında… 
 

En değerli varlıklarımız olan çocuklarımız ve ülkemizin geleceği için; 
  • Bilimsel yoldan çıkışı sağlayan ve inanç sistemi dayatan, öğretim konularındaki (müfredat) değişiklikler hemen durdurulmalıdır. 
  • Zorunlu din dersi uygulaması sonlandırılmalıdır. (Dinde zorlama olmaz!) 
  • Demokrasi, laiklik, hak, hukuk ve adalet düşmanı gerici anlayışın şahlanışı durdurulmalıdır.
Bu ve benzer demokratik taleplerimizle; okul-aile birliklerinde, STK’larda, gönül verdiğiniz partilerde, arkadaş günlerinde, sokakta, çarşıda her alanda, her ortamda el ele tutuşup, bir araya gelmeli, çareler aramalıyız.

Çünkü çocuklarımız da ülkemiz de çok değerli…
Çünkü çocuklarımız ve geleceğimiz tehlikede…

Saygılarımla... 


Yazarın diğer yazıları için tıklayınız