öğretmen etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
öğretmen etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

24 Şubat 2024 Cumartesi

Okullarda Neler Oluyor? (5)


Bu yazı dizisi öğrencilerin 'yarıyıl tatili' sevinç çığlıkları ile başlamıştı. 

Peki, sevinç çığlıkları ne zaman ve niçin atılır?

Bu soruya verilecek değişmez bir cevap vardır o da şöyledir:

Bir 'müjde' alanlar veya kötülükten kurtulanlar sevinç çığlıkları atarlar. 

Demek ki, öğrenciler okuldan ayrılmayı ‘bayram’ ilan etmişler! 

Peki, öğrenciler/çocuklar yani en değerli varlıklarımız, akran buluşmasını ve sosyalleşmeyi en yoğun yaşadıkları okuldan niçin kaçmak istiyor ki? 

Bu sorun; ülke, okul, öğretmen, veli için bir ayıp, gelecek kara günlerin habercisi ve çözülmesi öncelikli bir ülke sorunudur.

Tabii ki, tüm yaşamsal sorunlar gibi bu eğitim sorunun da birçok psiko-sosyal-ekonomik nedenleri vardır. 

Ben sadece ezberci sistemin; derslik ile evlerdeki bazı uygulamalarına ve sistemin destekçisi olmuş öğretmen ile velilere dair anımsatmalar, bir de "sınav"-"ödev" araçlarına dikkat çekmek istiyorum. 

Karşımızda: Bilimden yoksun, ezberci ucube bir sistem var!

Bu sistem devletin denetim ve gözetiminde; anaokulundan-üniversiteye tüm öğrencileri, tüm branş-sınıf öğretmenlerini, tüm velileri etkilemiş ve büyük bir çoğunluğun desteğiyle kök salarak güç kazanmıştır. 

Ve bu sistemin faturası da öğrencilere yani geleceğimize kesilmektedir.

DERS - SINAV - ÖDEV
 
Okullar zincirin her halkasında; öğretmen çok bilen ve kürsüde 'DERS' anlatandır. Öğrencilerin (kimi uyuklar) dinleyenleri de 'SINAVA HAZIRLIK' olsun diye anlatılanı sözcük sözcük 'EZBERLEMEK' ister. Çünkü o öğrenci biliyor ki, 'SINAV' yapılınca, bu ezberi aynen tekrar etmezse düşük 'NOT' alacaktır. Bu anlayış içinde verilen ders saati bitmek üzere iken kürsüdeki öğretmen tüm sınıfa, sonraki derse hazırlık olsun diye bir 'ÖDEV' verir. 

Günün yorgunu olarak eve varan öğrencinin; hem akranlarla buluşma, oyun oynama, TV izleme vb. istekleri hem de birkaç dersten ödevleri vardır. 

Veli karşıladığı çocuğu için sofrayı hazırlarken bir yandan da ona; hal hatır sorar, günün ders-sınav-ödev durumunu anlattırır ve yemek faslı biter... Ve velinin: Bak çok ödevin varmış hemen masa başına! deyişi yankılanır evin içinde. 

Çok az çocuk tüm isteklerini öteleyip bu komuta boyun eğer ve uykulu gözlerle ödevlerini yapar.

Çocukların büyük çoğunluğu ise ödev yapmak için direnirse de sonunda veli desteğiyle ödevlerini hazırlarlar. 

Ve bu çocukların hepsi 'yarın' olduğunda öğretmeninden bir övgü, bir gülücük beklerler. Yarın olur öğretmen ödevleri hiç sormaz, yapılanlara bakmaz, o yine kürsüdedir anlatmaya devam eder. (Pek çok öğretmene: “Verdiğiniz ödevi niçin kontrol etmiyorsunuz? diye sormuş, hemen hepsinden: “Eğer gereğiyle bir ödev kontrolü yaparsam ders saati yetmez ki! cevabını veriyordu. Ve ben de: “Peki, bu durumun öğrencide neleri yok ettiğini hiç düşündünüz mü? sorusunu sorar ve hiçbirinden cevap alamazdım.)

Böylece çocuğun: akran buluşması, oynama, TV izleme vb. doğal istekleri karşılıksız kalmış, çocuk-veliyle tartışması yaşanmış, uykusuz kalınmıştır. Ve en önemlisi de verilen emek ilgi görmemiştir. 

İşte böyle başlar, Öğrenci-Öğretmen-Veli arası güvensizlik ve çatışmalar. 

İşte bu süreç öğrenciye hile yaptırır, yalan söyletir ve velileri de bu işlere ortak eder       

İşte böyle başlar, çocuğun veliye-öğretmene-okula karşı feryatları ve onlardan kurtulduğunda sevinç çığlıkları atmaları... 

Tüm bu olumsuzluklar; bilimsel-insancıl amaç ve ilkeleri bulunmayan, ezberci bir eğitim sistemi ile onun 'Ders' "Sınav" 'Ödev' araçları yüzünden yaşanıyor. 

Bu kapkaranlık ezberci eğitim sistemi; bağımsız düşünemeyen, sadece verilen komutlarla yol alan, yalanı, hileyi mubah sayan fanatik kişiler yetiştirir. O kişiler de gaddarca yıkar, yakar, öldürür! 

Böylesi bir iklimde yetişen nesil ne özgür düşünebilir ne makine yapan makine yapabilir ne de bilişim ve yazılım sektöründe başarılı olabilir.

Demek ki bu sistem hepimiz herkes için bir gelecek sorun olmuştur. Düşünmeli, tartışmalı, birlik olup bu kul, köle, çaresiz yetiştiren gerici çağdışı sisteme dur demeliyiz.

Çünkü, olup bitenleri görüp susmak bir suçtur.

Bu insanlığa, çocuklara, geleceğe karşı işlenmiş bir suçtur!

Bu hepimizin ortak suçu, acısı ve utancıdır!

Veli-öğrenci-öğretmen olarak, bu suçu işleyenlere dur demeliyiz!
Ancak toplumsal birliktelik sağlanırsa, bu insanlık dışı anlayış yok olur, kurduğu düzeni yıkılır ve eğitim sistemi de kaostan kurtulur.
 
***

Bir toplumun çağdışı anlayıştan, bilimsel anlayışa geçmesi oldukça zor bir süreçtir. Bunun için bilimi, barışı, demokrasiyi esas alan, insanı saygın gören, çağdaş bir eğitime ihtiyaç vardır.
 
Çağdaş eğitim anlayışı; öğrenciyi odak alır ve yaşamın olduğu her yerde de eğitimi öngörür. Süreç diyalektik olduğundan: ortam, koşul ve katılımcılar sürekli olarak gelişir, dönüşür ve değişirler. 

Diyalektik eğitimde; öğrenci-öğretmen kavramları da değişkendir: 

Kürsü ortaklaşa kullanılır, bazen öğretmen öğrenci olur bazen de öğrenci öğretmen...

Ve öğrenciniz bir gün, sizin doğru bildiğiniz yanlıştır deyip, bunu kanıtlayabilir! 

Kısacası okul sürecinde paydaşlar; birlikte öğrenir, öğretir, sosyalleşir.

Bir önceki yazıda sınıftaki öğretmeni, bir trafik görevlisine benzetmiştim.

Şimdi ise bu tanımlamanın, "doğru fakat eksik" olduğunu düşünüyor ve diyorum ki:

“Öğretmen, sınıfta bir orkestra şefi anlayışıyla çalışmalı!”

Çünkü, orkestra şefi yüzünü göstermez ve öncelik de istemez! O belki, iyi bir kemancı, piyanocu, … ve ses de değildir.

Fakat O, büyük bir grubu jest-mimikleriyle yöneten, yönlendiren, gruptaki her ses, yeti, beceriyi ortaya çıkaran ve bu değerleri tanıtan geliştiren ortamın etkili bir öznesidir. 

Çağdaş bir öğretmen de; sınıfındaki çeşitliliği, çok sesliliği yönetirken, orkestra şefi anlayışıyla çalışmalı, farklı değerlere özgün ve özgüvenli bir değişim-gelişim ortamı sağlamalıdır...

22 Ocak 2021 Cuma

Birsen Öğretmen (3)


Birsen, kendisine çok acı yaşatıp yorgun bırakan dünün gecesinden, derinlerden gelen seslerin yankısıyla birdenbire uyandı. Bu gece hatırlamadığı, belki de hatırlamak istemediği çokça rüya görmüştü. 

Yataktan kalkar kalkmaz, bahçeye bakan iki tarafı açılır kanatlı, ortası ise sabit pencerenin iki kanadını da açtı. Gözlerini kısıp, başını hafifçe öne eğerek, burun deliklerini zorlayan derin bir nefes aldı. Sonra da gözüne ilişen reçine budaklarından birini hafif hafif okşayıp, sevdi. Bu evin pencereleri nedeniyle unutamadığı bir yenilmişliği ve sonra da bu yenilgisi için: 'Çok iyi oldu' demişliği vardı. 

Hemen her düşüncesi onay alan, her isteği yerine getirilen Birsen'in bu kez isteği kabul görmemiş, baba-kız arasında uyuşmazlık çıkmıştı.

Konu: 

Evin, kavak ağacından yapılan yorgun pencereleri; çürümeye başlamış, her yıl yinelenen yağlıboya da sorunu çözmediği için bunların yenilenmesi gerektiğiydi.    

Bu yenileme; plastikle mi, yoksa ahşap ile mi olacaktı? İşte, ailede tartışma konusu olan asıl sorun buydu.  

Birsen, bilmem hangi 'pen' olsun diyordu, annesi her zaman olduğu gibi karasızdı, babası ise, çıralı çamdan yapılsın istiyordu. Sonunda da babası; çıralı-budaklı iyi bir çam ve iyi bir marangoz bulup istediğini yaptırmıştı. 

Birsen, bu pencereleri her ne zaman kullanırsa, hele hele o çok sevdiği reçine kokusunu istekle soluyup içine çekerse, ne zaman plastiğin çevreye verdiği zararları anlatan bir haberle karşılaşırsa, bu baba-kız uyuşmazlık konusunu anımsardı. Hem de daha sonra babasını, bu haklı seçimi nedeniyle kutladığı gün, onun sevincini ve kendisine sarılışını hiç unutmazdı. 

Yaza kapıyı aralamış; yağmursuz, bulutsuz ışıl ışıl bir bahar sabahıydı. Birsen babasına odaklanmış olarak pencereden bakmaya devam ediyordu.

Etrafı, 80 santimetre yüksekliğinde taş duvar ve duvarın üstü de çelik çitle çevrili 500 metrekarelik bir arsa. Bu arsanın yol tarafında; 144 metrekarelik tek katlı evleri, mutfak balkonunun altında alet kulübesi, biraz ileride sağ köşede; kokulu mor üzümlü asma ve renk renk gül-çiçekle donanmış olan altıgen prizma şeklindeki şirin ahşap çardak, onun tabanında da büyükçe bir masanın etrafına sıralanmış altı sandalye bulunurdu. Arsanın kalan kısmı ise bahçe olarak düzenlenmişti.   

Babasının tüm günü bu bahçede geçerdi. Burada istekle, kendileri ve dostları için meyve ve sebze ekim-dikim-bakım işlerini yapardı. İklime uygun çeşitli meyve ağaçlarından birer-ikişer tane dikilmişti. Sebzeler için de küçük alanlara bölünen bahçede hemen her mevsim; tere, roka, dereotu, maydanoz, semizotu, arpacık soğan gibi yeşil bitkiler olurdu. Bu mevsime özgü; patlıcan, domates, enginar, çilek, yeşil erik, maltaeriği ve dutlar yenecek duruma gelmiş, elma, kayısı, kiraz, şeftali, armut ise sıra bekliyordu. 

Açık pencereden bakınca; ağaçlardaki ürkek küçücük kuşların, daldan dala koşarak beslendikleri, kendi dillerinde konuşup, şakalaştıkları, şarkılar söyledikleri, kurnaz siyah kargaların ise sinsi sini bakarak av bekledikleri ve hakır hakır güldükleri görülüyor, duyuluyordu. Birsen, sanki bu kuşlara nispet olsun, sanki onlar oynaşıp birbiriyle konuşur da ben, Ben'imle konuşamaz mıyım dercesine, içine doğru yöneltti uykuya doymamış gözlerini: 

İçindeki ekran görüntüsü; 6-7 yaşlarında sapsarı lüle lüle saçlı, ela gözlü, beyaz yüzü hafif çilli, soluk pembe üzerine rengarenk minik kalplerle süslenmiş pileli eteği, sevimli hayvan figürlerinin olduğu soket çorapları olan bir kız çocuğuna odaklanmıştı. Bu zıp zıp zıplayan mutlu çocuk, "Biricik" diye çağrılan kendisiydi. O, şımartılmadan el bebek gül bebek büyütülmüş çocuk; her zaman evin ve eve gelen herkesin sohbet arkadaşı, ilgi, sevgi, neşe kaynağı olurdu. Ayrıca; 'O, soyu sürdürecek olandır' diye anne-babasının gelecekteki umudu ve gurur kaynağıydı.

Birdenbire, sırları bozulmuş silik bir aynaya dönüşen açık pencere camındaki kendisiyle göz göze geldi. İrkildi! Düşlediği ve konuşmaya çalıştığı, içindeki kendisine hiç benzemeyen birisi vardı o silik aynada! Geçmişi ve bugünü aynı zaman diliminde buluşmuştu o an. 

İşte tam bu düşüncelere dalmışken birden titredi ve yeniden irkilerek: "Bugün çok işimiz var.” dedi ve silik aynadaki görüntüsü kayboluncaya kadar ardın ardın lavaboya gidip elini yüzünü yıkadı. Biraz önceki dalgınlığı ve irkilmesi azalmıştı. Bir-iki kez tıklattığı kapıyı açıp, annesinin yatak odasına girdi.       

Şimdi iki kişilik yatağın tek sahibi olmuş olan annesi, kalkıp giyinmiş, yatağı ve örtüsünü düzenlemişti. Açık pencerenin iki yanında karşılıklı duran kolçaklı ahşap sandalyelerden sağdakine, birini bekler gibi ilişmişti. 

Birsen yanına varınca:

"Günaydın anneciğim!" -diyerek yanağından öptü. 

O da Birsen'in yüzüne bakıp, canlı bir sesle: 

"Günaydın canım!" -dedi.

Birsen içinden: " Yaşasın, dünkü suskunluğu kalmamış!" -diye çok sevindi ve onu yeniden kucaklayıp öptü. Sonra da:

 "Haydi anneciğim mutfağa gidip kahvaltımızı hazırlayalım." -diyerek mutfağa götürdü. 

Annesi,

 “Ben kahvaltıyı hazırlarım kızım!" -dediyse de kabul etmedi, onu pencere tarafındaki sandalyeye oturttu. 

Komşu kızları, taziye sonrasında çıkan kapları yıkamış, mutfağı da düzenlemişlerdi. Çay demlenirken, rafadan iki yumurta hazırladı. Sonra da buzdolabından kahvaltılıkları çıkarıp masanın ortasına sıraladı, her iki tarafına da tabak, bardak, çatal, kaşık koydu. Çay ve yumurtalar hazır  olunca kahvaltı başladı, fakat annesinin bazı iç çekişleri, çatal, kaşık, bıçak ve çay yudumlamaları dışında başka bir ses çıkmadan bitti.  

Annesi büyük kaybı nedeniyle yaşadığı şokun etkisinde idi, Birsen’in üzüntüsüne bir de okulundan gelecekleri nasıl ağırlayacağı konusunda bir gerginlik eklenmişti. Fakat dün akşamki komşu dayanışmasını anımsayıp, bu dayanışmanın bugün de olacağı düşüncesi, onu biraz biraz rahatlatıyordu. "Afiyet olsun anneciğim" deyip hemen kalktı, yapacak işleri sıralamak ve planlamak için salonu, odaları ve mutfağı yeniden dolaştı...

*** 

Okul müdürü, öğretmenler ilk derse girdikten hemen sonra çağırdığı görevli İsmet’e okuldaki bilgilendirme için hazırlanmış listeyi verip: "Bugün öğlenci öğrenciler okuldan çıktıktan sonra Birsen Öğretmene başsağlığında gideceğiz. Her öğretmen, geleceğim-gelmeyeceğim diye yazıp imzalasın.” -dedi. Okulda olanlar imzaladı, olmayanlara telefonla haber verildi. Sonuç olarak isteyenler: Müdür, 2 müdür yardımcısı 23 öğretmen, 2 memur ile birlikte 28 kişi olmuştu. Müdür, öğrencileri taşıyan firma sahibiyle konuştu, olumlu cevap aldı ve 27 kişilik olan midibüs istenen saatte okul bahçesine geldi. 

Çıkış zilinden 10 dakika sonra öğrenciler okuldan çıkmış, “geleceğim” diyen herkes midibüse binmişti, bir kişilik fazlalık konusu da en genç öğretmenin gönüllü olarak plastik tabureye oturma istemesiyle çözülünce yola çıktılar.

İl merkezine varınca, ürünleriyle meşhur bir pastanenin yakınında durdular. Okuldaki sosyal dayanışmalarda aktif olan üç öğretmen inip, börek ve tatlılardan birkaç çeşit alıp arabaya bindiler. O mahalleyi bilen bir öğretmenin rehberliğinde Birsen öğretmenin evine vardıklarında henüz güneşin ışıkları kaybolmamıştı. 

Birsen, annesi ve birkaç komşu, gelenleri kapı önünde karşıladılar. Önce herkes salonda toplandı, kısa bir "Hoş geldiniz, nasılsınız?" selamlaşması sonrasında daha rahat otursunlar diye kadın erkek ayrımı olmadan iki odaya dağıldılar. Birsen öğretmen salonda kaldı, müdürden başlayıp tüm gelenlerle tek tek tokalaşıp, başsağlığı ve sabır dileklerini alıp cevapladı ve diğer odadaki arkadaşlarıyla da aynı şekilde görüştü. 

Din dersi öğretmeni Yahya Bey, sesini akort etmek için biraz su içti ve: "Fatiha, Yasin, Bakara Mülk, İhlâs" gibi sureleri okudu. Dualarla sevabın "iman ehlinin" ruhlarına bağışlaması dileklerine, dinleyicilerin de “âmin” demesiyle son buldu. 

Tören, mutfakta hazırlanan yiyecek tabaklarının; ayran, su, meyve suyu, çay seçenekli olarak dağıtımı ve sofra duası okunduktan sonra bitti.

Müdür beyin kısa bir açıklama yapmasından sonra getirilen Emeklilik dilekçesi ve sınıfın karneleri okul memuru tarafından Birsen öğretmene verildi. 

Birsen, dilekçeyi hemen imzaladı, memura verirken de herkes “hayırlı olsun” dedi. Birsen, ellerini göğsüne koyarak “hepinize çok çok teşekkür ederim” diyerek topluca selam verdi. Karneleri alıp diğer odaya gitti. Bir arkadaşı hemen karneleri doldursunlar diye 5 öğretmene dağıttı. Birsen bazı eklemeler yapmak için karne dolduranlarla tek tek görüştü ve kısa bir süre sonra karne doldurma ve imza işlemleri bitti.

Her iki odada da sohbet başlamıştı. Sohbetin odağında ise Birsen vardı.  Yıllardır birlikte çalıştığı arkadaşları, iyi bir öğretmen, iyi bir dost olarak gördükleri Birsen'in; meslek başarılarını, sorumluluk duyarak, tutkuyla görev yapmasını, öğrencilerini yönlendirmesini, okul- aile işbirliğine önem vermesini övgülerle anlatıyor... Ve okulu, öğrencisi, velisi, meslektaşları için bu kadar önemli olan birisinin erken emekli olmasından duydukları üzüntüyü belirtiyorlardı.

Kapkaranlık mehtapsız bir gece başlamış, saat 11'e gelmek üzereydi. Artık dönüş saati gelmişti. 

Birsen ve annesi kapı önüne çıkarak, gelenlere tek tek teşekkür edip, tokalaşıp vedalaştı. Birsen'in bazı arkadaşlarıyla sarılıp, ağlaşmaları, herkese duygusal anlar yaşattı. 

Midibüs, binenlerin oturup pencereden el sallamaya başlamasıyla ağır ağır yol almaya başladı. Birsen ve annesi de araba gözden kayboluncaya kadar onlara el salladı.   

(Devam edecek)

Diğer yazılarım için: tıklayınız

 


4 Eylül 2020 Cuma

BU EYLÜL ÇOK YÜKLÜ


Eylül, diğer aylara göre biraz farklıdır. Bu ayının  tarihsel geçmişi ve her yılki 
mevsimsel döngüsü içinde, savaş ve barış günlerinin acı ile sevinçleri pek çoktur. 
  
Emekçiler kışa hazırlık için yoğun çalışmalarla; verimli-verimsiz-acılı-sevinçli geçen bir yılın hasadını toplayıp kışa hazırlık yaparlar. Onun için de "Eylül tedarik ayıdır" derler. 

1 Eylül 1939 günü Almanya'nın faşist lideri Adolf Hitler'in emrindeki Nazi ordusunun Polonya'yı işgal etmesi, 2.Dünya Savaşının başlangıcı olmuştu. Bunu bir fırsat sayan faşist-emperyalistler ve onların işbirlikçisi olan güçleri, mazlum dünya halklarına ait kaynakları ele geçirmek için her yeri kana bulayıp büyük acılar yaşatmıştı.

Birleşmiş Milletler Genel Kurulu 1981 yılında aldığı kararla, savaş ve çatışmaları önlenmek, barış sağlamak, bilinçli bir farkındalık sağlamak ister ve 1 Eylül'ü  "Dünya Barış Günü" ilan eder. Ancak yirmi yıl sonra (7 Eylül 2001) aldığı başka bir karar ile: savaşın 21 Eylül 1945'de  bittiği gerekçesiyle bu kez 21 Eylül'ü "Dünya Barış Günü" ilan etmiştir. 

Bu nedenle her 21 Eylül günü, B.M. Merkezinde “Barış Çanı” çalınır. (Bu çanın bir de öyküsü var; Dünyanın her yerinden çocuklar, "bozuk paraları" bağış olarak toplarlar ve daha sonra bu paralar Japonya tarafından bir çana dönüştürülür...) Bu Çan'ın üzerinde: “Çok Yaşa Mutlak Barış” yazısı bulunmaktadır.

Tabii ki çok yaşasın Barış!... Çünkü Barış insanlığı; hiçbir parasal yatırıma, hiçbir silaha ihtiyaç duymadan, sadece demokrasi, eşitlik, sevgi, saygı ve hoşgörü ile mutlu eder, yaşatır. 

***

12 Eylül 1980 günü yapılan faşist darbe sonunda, ülkemizin demokrasisi büyük yaralar almış, insanlarımız  büyük acılar yaşamıştı... 

İşte tam da bu günlerde eğitimciler, veliler ve öğrenciler yani tüm toplumumuz, heyecanlı bir bekleyiş içinde. Çünkü Eylül'de en değerli varlıklarımız olan çocuklarımızın okulları açılacak. 

İşte Eylül geldi!... Bu yıl Eylül'ün çok yükü var:  

Covid 19 dünyaya meydan okuyup can almaya devam ediyor. 

Sınırlarımızda çıkar savaşları var.

Gençlerimiz ve kıt kaynaklarımız savaşlara yem oluyor.  

Tek bir "iyi" komşusu bile olmayan, kendisine aşık bir ülke olduk...

Liderler öfkeli bağırışlarla, "düşmanlara" meydan okuyor.

Kaynaklarımızın büyük dilimleri savaş ekonomisine akıtılmış, ekonomi dip yapmış. 

İnsanlarımız, aç-işsiz-güvencesiz. Covid 19 yüzünden çaresiz, kısıtlı, tutuklu... 

İşte bilinmezliklerle dolu Eylül geldi: 

Acaba bu Covid 19 ikliminde okullar açılacak mı, açılmayacak mı? - Okulların açılması acaba  büyük acılar yaşatacak mı?  

İnsanlarımızın sağlık, iş, aş, gelecek gibi çok yükleri ne olacak? 

Öyle görünüyor ki daha nice bilinmez, karanlık, kaotik günler ve geceler yaşayacağız. Eylülün mehtaplı geceleri ve sonrasında da ...

Bu Eylül çok yüklü... 

Milli Eğitim Bakanı Ziya Selçuk    

Bizler, okullar açıldı/açılacak derken, bunca bilinmezlik içinde yaşarken.  Bir gün Milli Eğitim Bakanı Ziya Selçuk, kürsüye çıktı ve demecini patlattı: "Eğitimde asıl yük öğretmenin maaşıyla ilgilidir. Milli Eğitim Bakanlığının bütçesine bakarsanız, yatırım bütçesinin çok çok küçük olduğunu görürsünüz. Neye göre; personel maaşına göre... “ 

Kime göre? -Bakana göre...

TDK sözlüğüne baktığınızda "yük" sözcüğünün çokça anlamı olduğunu görürsünüz.  Bence, Sn Bakanın kullandığı “yük” sözcüğüne TDK tanımları arasındaki en uygun olanı: 

"YÜK: (isim, mecaz) Tedirginlik veren şey, engel." 

Bu sözleriyle bakan; eğitimin öznesi olan öğretmenlere verilen açlık sınırındaki maaşı, sistem için bir engel olarak görmektedir.

Biliyorsunuz, Ziya Selçuk, geçmişte özel bir okulun kurucu patronuydu. Her nedense patronlar, kendilerini çalışanların sahibi olarak görürler ve onların sayesinde para kazandıklarını ise hiç düşünmezler. Ziya Bey patronluk günlerini hatırlamış olacak ki, eğitim emekçilerini "yük" sayıyor. Oysa patronlar bu ayıp düşüncelerini, utandıkları, hem de korktukları için pek ulu orta dillendirmezler, sadece kendi benzerlerine dedikodu olarak fısıldarlar,  ya da kendi kendine söylenirler. Ziya Selçuk buna uymadı, düşüncelerini hiç gizlemedi, ulu orta açıkladı.      

Bu incitici sözlerin sahibi Bakan (hem de Eğitim Bakanı), ülkemizde olup bitenlere bu kadar yabancı, bu kadar duyarsız olabilir mi?

Eğer sayın bakan şöyle bir etrafına baksa, zar zor da olsa konuşan tek tük "muhalifi" azıcık dinlese; Devlet sermayesiyle kurulan ve kamu hizmeti yapan "yerli ve milli", çokça verimli arazileri, değerli arsa ve binaları olan: Sümerbank, Etibank, Telekom, Şeker Fabrikaları, Çimento Fabrikaları, Et ve Balık Kurumu v.b. nice ekmek teknesi kuruluşu ve milyonlarca  çalışanını, bu emekçilerin de bir zamanlar "yük" olarak görüldüğünü hatırlarsa... Politik tercihle atanan yöneticilerin, bu kurumları nasıl atıl bırakıp, zarar eder duruma getirdiklerini... Sonra da bu kurumlara ait bina, fabrika donanımları, arsa ve arazilerin nasıl değerlerinin çok çok altında, yani yok pahasına "adrese teslim özelleştirme" yöntemleriyle pusuda bekleyenlere dağıtıldığını... 

Ayrıca "özel ihalelerle"  ülke çıkarı ve eko sistem düşünmeden "Yap, işlet, devret" yöntemi ile belli şahıs ve şirketlere yaptırılan; yollar, tüneller, köprüler, hastaneler, okullar, HES'ler... Bu şirketler için içeriği gizli tutulan kapitülasyon benzeri ipotek sözleşmeleri hazırlanıp ülke hazinesi adına imza atıldığını, böylece  torunlarımıza onlarca yıl sürecek "dolara endeksli borç"  bırakıldığını... Sonrasında da bu hileli işlerin faili olanların meydan ve  ekranlarda: "Biz devletin beş kuruşunu harcamadık"  diye övünüp halktan alkış beklemelerini...  

Evet eğer sayın bakan birazcık olup bitenlere baksa,azıcık da düşünse; halkımıza yük olanların yanında yer aldığını ve ülkeye kimlerin YÜK olduğunu:

Görecekti, duyacaktı ve belki de anlayacaktı. 

***

Bu günlerde "Karadeniz'de 320 milyar metreküp DOĞALGAZ bulundu!..." diyorlar. Herkesi çok sevindiren bu güzel haberin gerçek olmasını diliyor ve emeği geçenleri kutluyorum. 

ANCAK; bu kaynağın da diğer kaynaklarımız gibi başkalarına peşkeş çekileceği düşüncesi ile endişe içindeyim. Dilerim ki yanılmış olurum. 

Sizce ben haksız mıyım? 


Diğer yazılarım içintıklayınız


26 Ekim 2018 Cuma

Kardeş Olun Ey İnsanlar!..


Emperyalist, militarist ve faşist güçlerin, 'Birinci Dünya Savaşı' öncesi başlatıp 1940’lı yıllarda zirve yapan, paylaşım, kıyım ve yıkımları; ırkçılığa dayanan düşmanlıklar sayesinde gerçekleşmiş ve dünya halklarına çok zor günler/seneler yaşatmıştı.

Yurdumuzdaki işgalleri engellemek için, ülkemiz halkları 1919'da birlik olup 
'Kurtuluş savaşını' başlatmış, kazanmış ve 1923 yılında Türkiye Cumhuriyetini kurmuştu. Tabii ki, dünyayı etkileyen ırkçı, grupçu anlayışlar bu süreçte boş durmamış, genç cumhuriyetin bünyesinde bulunan; Türk, Kürt, Ermeni, Laz,  Arnavut, Arap, Çerkez, Gürcü, Boşnak, Pomak, Rum, Roman…, gibi değişik ırk, dil, din ve kültürden gelen insanlar arasında düşmanlıklar yaratmış, iç çatışmalara varan eylemler yapmıştı. Ayrıca toplumu kucaklamayan bazı projeler, bazı kişisel-grupsal eylem ve söylemler de bu yıllarda  başlamıştır. 

Örnek olabilecek bir eylem ve bir söylemi yorumsuz olarak anımsatıp, asıl konuya döneceğim:

Bir eylem: 'Türkçeyi tüm dillerin atası olarak kabul eden' Güneş-Dil Teorisi  için 1932-1936 yılları arasında yoğun çalışmalar yapılmış, fakat bu çalışmalar, hem ülkemizde, hem de dünyada kabul görmediği için son bulmuştur.

Bir söylem: Adalet Bakanı Mahmut Esat Bozkurt 18 Eylül 1930 günü Ödemiş’in Gölcük yaylasında:  “Benim fikrim, kanaatim şudur ki, bu memleketin kendisi Türk’tür. Öz Türk olmayanların Türk vatanında bir hakkı vardır, o da hizmetçi olmak, köle olmaktır.” Demiş, fakat sadece dört gün sonra görevinden alınmıştır.

***

Şimdi asıl konumuz olan ve çokça tartışılan “Öğrenci Andı”na gelelim:

Önce çok kısa olarak andın hikâyesi: Andın sözleri, çok çalışkan, çok başarılı ve çok genç yaşında “apandisit” nedeniyle vefat eden Maarif Vekili (Milli Eğitim Bakanı) Reşit Galip’e aittir. Andın okullarda her gün zorunlu olarak okunmasına  10 Mayıs 1933'te başlanmış, daha sonra 1972 ve 1997’deki değişikliklerle devam etmiştir. 8 Ekim 2013 tarihinde ise okullarda okutulmasına son verilmiştir.

Danıştay beş yıl aradan sonra yapılan itirazı haklı görüp, kararı iptal etti. Danıştay'ın verdiği bu karar iktidar ortakları arasında çatışma nedeni oldu ve gündemin ilk sırasına oturdu. Ki bence; bu çatışma göstermelik ve sadece 'herkes kendi seçmenini korusun' anlayışı ile hazırlanmış bir seçim hilesi, yapay bir algı oyunu...   

***

Gerekli hatırlatma ve özetlemeyi yaptım. Şimdi de zorunlu din dersine karşı bir eğitimci olarak 'Öğrenci Andı'na neden karşı olduğumu anlatacağım: 

Dikkat!.. Aşağıdaki açıklama ve görüşlerime karşı çıkacak pek çok okur ve dostum olduğunu biliyorum ve onlara sesleniyorum: "Lütfen, yazının tümünü dikkatle ve önyargısız olarak okuyunuz… “Ama-fakat” diye başlayan hamaset cümlelerine sığınmadan, slogan atma kolaycılığına sapmadan, sadece etik, demokratik ve bilimsel (hukuksal, felsefi, sosyolojik, psikolojik, pedagojik) esaslara uygun eleştirilerde bulunup, katkıda bulununuz. Sizi empati yapmaya çağırıyorum..."

Her gün andın okutulduğu okullarda; ırk, dil, din, inanç ve dünya görüşü farklı olan öğrencilerimiz vardır. Onlardan bir tekinin bile üzülüp, kırılması; demokrasi ayıbıdır, insanlık suçudur. Öğretmenler; nesnel (objektif), demokratik ve laik anlayışla her öğrencinin öğretmenidir, onlar, ayrımcı, ırkçı, asimilasyoncu  olamaz, olmamalı...  Öğretmen öğrencisini; yaşamaya, barışa, dostluğa, hayal etmeye, üretmeye özendirmeli… 

Bizler öğrencilerimizin abartı, kibir ve övünmeden uzak durmasını isteriz. Peki, neden her gün onların övünerek; "Türküm, doğruyum, çalışkanım" demelerini isteriz? Belki onlardan biri Türk değildir, belki biri bazen yalan söylüyor ve çalışkan da değildir... Oysa ant içme; "Tanrıyı veya kutsal bilinen bir kişiyi, bir şeyi tanık göstererek yemin etmektir." Anda uymak, sözünde durmak ise bir erdemdir. 

Peki, şimdi ne olacak ant içen bu çocuğun erdemleri, samimiyeti ve dürüstlüğü?!… 

Eğer erdemler kazandırmak istiyorsak neler yapılabiliriz? Her gün 5-10 dakika sürecek öğrenci merkezli etkinlilerde; yaşamdan, yakın çevreden seçilen örnekler, demokrasi, hak, adalet, barış, paylaşma, yardımlaşma vb. konularda düşündüren, geliştiren sunuşlar yapılabilir, öykülerle, şiirlerle, oyunlarla farkındalık yaratılabilir. Yok, eğer o gün bunlardan hiçbiri yapılmayacaksa, hep birlikte çevre temizliği ve bahçemizde bitki bakımı da yapılabilir.

İnsanlar; sloganlarla, ezberlerle, yeminlerle geliştirilemez. Çünkü asıl eğitim; yaparak, yaşayarak ve içselleştirilerek yapılandır. Ancak böylesi bir eğitim, yol göstererek, erdemli kılarak, yetenek, beceri, kazandırarak insanı geliştir.

Peki, o halde neden en kıymetli olan çocuklarımızın; var olarak, çalışarak, yaparak, başararak kendisine, ailesine, ülkesine, insanlığa faydalı biri olması için yönlendirme çabaları göstermiyoruz da, her gün onların “varlığım Türk varlığına armağan olsun. Ne mutlu Türküm diyene” diyerek ant içmelerini istiyoruz?!...  

Biliyorsunuz pek çok vatandaşımız yurt dışında yaşıyor. Peki, eğer X ülkesinde onların çocuklarına her gün ant ettirilip, onların varlıklarını kendilerine armağan  etmeleri ve kendi milletlerinden oldukları için de mutlu olmalarını isterlerse...?

Bu ant tartışması sürecinde önemsediğim iki meslek örgütünü kınadım:

Eğitim-İş’i; “Davamız sonuçlandı: Öğrenci andının kaldırılması iptal” diyerek bu haksız davayı açtığı ve alınan karara alkış tuttuğu için… 

Eğitim Sen’i de; “Eğitim Sen olarak, Türkiye’de demokratik bir siyasi atmosfer yaratılmadan çocuk hakları üzerine, eğitimin temel sorunları üzerine demokratik(!) tartışmaların yürütülemeyeceğini, sorunlarımıza sahici çözümler getirilemeyeceğini belirtmek isteriz.” deyip kaderci ve pasifist bir anlayış sergilediği için…

Bana göre her iki meslek örgütümüz de bu sınavda, başarısız oldu. Çünkü onlar, demokrasiye ve mesleki etik kurallara uymadılar.


***
İnsanların sahip olduğu kimlikler sayılmayacak kadar çoktur.  Fakat bu kimliklerin birisi hariç, diğerleri insanları gruplara ayırıyor. İşte o hiç ayrım yapmadan, herkesi kucaklayıp içine alan kimlik insanlıktır. Onun içindir ki, her öğretmen için öncelikli kimlik "insan olmak" olmalıdır. Ancak bu anlayış öğretmeni, ırkçı ve ayrımcı olmaktan kurtarır, ona nesnellik kazandırır…

Bakınız Beethoven 1824 yılında bestelediği 9. Senfonide ne diyor:
Kardeş olun ey insanlar,
Bunu ister tanrımız!
Bu dünyada her şey geçer,
Yalnız sana dost kalır.
İnsanlığa doğruluğa,
Göğsünü aç korkma sakın.
Hür doğmuştur insanoğlu,
Hür yaşamak hakkıdır.

Yüzyıllardır milyarlarca insan bu senfoniyi coşku ile söylüyor. Peki, siz bu senfoniden hiç şikayetçi olan birisini görüp, duydunuz mu? 

Yetsin artık!.. Çocuk, genç ve insanlarımızın kurban olması" anlayışından vazgeçelim... Onlar; var olup yaşadıkça, ürettikçe, hak, hukuk, adalet, demokrasi, barış, laiklik dedikçe, ayrımsız olarak birlikteliğe, sevgiye, saygıya inandıkça ülkemiz ve dünya daha yaşanır, daha güzel olacak. 

“Siz eşit haklara sahipsiniz! Kardeş olun ey insanlar!" deyip, “Dostluğa çağrı” yapmanın ne zararı var?

  

Yazarın diğer yazıları için tıklayınız

12 Ekim 2018 Cuma

Stefan Zweig ile tanıştım!


Stefan Zweig, ‘Bir Kadının Yaşamından Yirmi Dört Saat’ adlı öyküsünde diyor ki: “Gençlik zamanlarımda yazılı belgelere önem vermemiş olmanın pişmanlığını şimdi fazlasıyla yaşıyorum.”

Benim de çokça yaşadığım bir durum bu... Aslında belli bir yaşa gelince hemen herkes bu pişmanlığı yaşar. Belki siz de bu satırları okuyunca; “keşke” ile başlayan cümleler kurar ve S. Zweig'in duyduğu pişmanlığı duymaya başlarsınız. 

Çünkü belgeler; olayların kanıtları ve tanıklarıdır. Geçmişi, geleceğe taşır,  unutulmaz kılar, ayrıca geleceğe ışık tutarak, gelişmelere ve değişmelere basamak olur, kolaylık sağlarlar.

Peki, acaba bu yaygın pişmanlığı azaltacak bir çözüm yok mu? 

-Olmaz olur mu, tabii ki var. Hem de çok da kolay: 

Eğer çocuk ve gençler erken yaşta, önemli olaylar ile ilgili belgeler toplamak,  yaşanmışlıklara dair duygu, düşünce ve yorumlarıyla “günlük” tutmak için özendirilir, yönlendirilir, eğitilirlerse, bu zamanla çokça kişide istenen kalıcı alışkanlık ve becerilerin oluşumunu sağlar. 

O halde "Öğretmen dokunur her şey değişir" gerçeğinden hareketle diyebiliriz ki, eğer öğretmen(ler) isterse; özgün ve özgürce düşünen, soran, sorgulayan, yorumlayan, dilini iyi kullanan yaratıcı insanlarımız çoğalır. Ve “keşke” ile başlayan pişmanlık cümleleri kuranlar da azalır. 

***

Altı yıllık yatılı öğretmen okulu öğrenciliği, beş yıllık köy öğretmenliği, sonra yeniden öğrenciliğe dönüş yaptığım yüksek okul yıllarında kitap okuma benim yaşamımda zorunlu bir ihtiyaç gibi çok önemli bir yer tutardı. 

Sonraki yıllarda ise, çalışma hayatı, aile ve çocuk sorumlulukları üstüne bir de; ekonomik sorunlar, toplumsal olaylar, kentlerin karmaşası, yollarda geçen zaman eklenmesiyle oluşan "yorgunluk-yılgınlık" yaşamımızın doğal akışını bozuyordu. Bu durum okumaya ayrılacak zamanın biraz kısıtlaması ile sonuçlamıştı (kim bilir belki de, tembellik için bu nedenleri sıralamışım). 

Geçirdiğim iki ortopedik ameliyat beni uzun süre zorunlu olarak evde tutunca, yeniden gençlik yıllarımdaki gibi yoğun, fakat daha eleştirel ve sorgulayıcı olarak kitap okumaya başlamıştım. Tabii ki şimdi de emekliyim...

Daha önce Stefan Zweig hakkında pek çok övgü okusam, duysam bile, şimdiye kadar hiç bir kitabını okumamıştım. 

İşte bu yıl Temmuz ayında Stefan Zweig ile tanıştım! 

Önce onun tek romanı sayılan Sabırsız Yürek'i, peşi sıra bir deneme olan İnsanlığın Yıldızının Parladığı Anlar'ı okudum. Bu akıcı, duru ve anlaşılır bir çevirileri: Burcu Yalçınkaya (Zeplin Kitap) yapmış.

Zweig, eserlerinde; tarihsel dokuyu ve yaşamı çevreleyen hemen her şeyi görmeye çalışarak, bunları betimlemelerle dantel gibi işlerken, kahramanlarının eylem, söylem, tutku, öfke ve tüm insani duruşlarını damıtarak, şiir akıcılığında veya şiir tadında sunar okuyucusuna. Okurken, kendime ve çevreme içbükey ayna tutarak baktım, düşündüm, tartıştım ve sorguladım... Sonra da, bana haz veren, ufuk açan bu muhteşem yazara saygı duydum, onun tutkunu oldum. Hem de bu muhteşem eserleri neden şimdiye kadar okumadım diye üzüldüm, kendimi kınadım... Ve hemen Zweig'in 5 (beş) öykü kitabı için siparişte bulundum.  

Okumuş olduğum bu iki kitabın sağladığı haz ve iştahla hemen bir ay önce alıp hazırda beklettiğim Tolga Gümüşay'dan 2, Ercan Kesal'dan 2, Ahmet Altan, Jack London ve Erich Fromm'dan birer (roman, öykü ve deneme) olan, 7 (yedi) esere yöneldim. Onları da büyük bir beğeni ile okudum. Fakat yeniden özledim Stefan Zweig’i...


Zaten o yedi eseri okurken sipariş ettiğim kitaplar da gelmişti. Aslında Zweig’in bu beş öykü kitabının her biri bir roman da sayılabilir. Burcu Uzunoğlu’nun akıcı duru ve anlaşılır olarak çevirdiği bu kitaplar Panama Yayınları'ından. Bunlar okunuş sırasına göre; Satranç, /Korku, /Olağan Üstü Bir Gece, /Bilinmeyen Bir Kadının Mektubu, /Bir Kadının Yaşamından Yirmi Dört Saat öyküleridir.

Aslında hızlı okuma becerim olmadığı halde, bu kitapları 5-6 gün gibi kısa bir sürede "su gibi" okudum. Çok bilgilendim, duygulandım, mutlu oldum ve sizlerle de paylaşmak istedim.

***

Okuduğum bu roman, deneme ve öyküleri özetlemek, anlatmak isteklisi değilim (herkes kendi tarzıyla okusun, düşünsün, yorumlasın, çıkarımda bulunsun isterim). Fakat size öykülerden alıntıladığım birkaç özlü sözü aktarmak isterim. Eğer siz de benim gibi geç kalmış ve henüz Stefan Zweig ile tanışmamış iseniz, hemen bu çok büyük insanlık değerinin eserlerini okuyun, onunla tanışın, inanın ki hiç pişman olmayacaksınız. 

İşte alıntılar ve kaynakları: 
  •  “Şöhreti bu kadar hızla yakalamak çocuğun bomboş başını nasıl döndürmesin ki... 
  • Avcıların dağ horozunu çağırmak için onun sesini taklit etmesi.
  • Satrançta da, aşkta olduğu gibi, bir eşe ihtiyaç vardır...
  • Her karşıt fikir sanki kendisine yapılmış düşmanca davranış, hatta kendisini aşağılayan bir tavırmış gibi görerek alınganlık gösteriyordu" (Satranç)
  • “İçeri akan gözyaşları dışarı akandan daha çok acı verir…
  •  Sanıklar en çok, sır saklamaktan ötürü, suçlarının açığa çıkacağı endişesiyle acı çekerler...
  • Bazen hâkimler sanıktan daha çok acı çekerler...
  • Utanç da bir tür korkudur, fakat daha iyi bir korku" (Korku)
  • “Bir kez kendini bulmuş insanın bu dünyada kaybedecek hiçbir şeyi yoktur. 
  • Ve kendi içindeki insaniyeti bir kez anlamış olan, bütün insanları da anlar." Olağan Üstü Bir Gece)
  • “Yarım gerçek faydasızdır, sadece gerçeğin tamamı anlatmaya değerdir.
  •  Minnet duygusu tatlıdır, zira nadir bulunur, sunduğu kişiye kendini iyi hissettirir."(Bir Kadının Yaşamından Yirmi Dört Saat)

Yazarın diğer yazıları için tıklayınız