Laz etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Laz etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

27 Ekim 2024 Pazar

Cumhuriyet ile Demokrasi


Sonra bir baktık,
Bize en çok hüzün yakışmış. 
Aslında, yakıştığından değil, 
yapıştığından çıkaramadık...
                  /Mehmed Uzun
 
Osmanlı, 'kul' sayıldığı birçok farklı kimliği merkezi 'Monarşi' kurallarıyla yöneten büyük bir imparatorluktu. 

Birinci Dünya savaşında yenilince; ülke içerisindeki bazı azınlıklarla zor günler yaşamış, emperyalist güçler pek çok bölgesini, hatta saltanat merkezi İstanbul'u bile kuşatmış ve işgal etmişti. 

Gücünü kaybeden Sultan çareyi yurtdışına kaçmakta bulmuş, böylece saltanatı son bulmuştu.

Anadolu da Mustafa Kemal Paşa ile arkadaşları; birçok şehirde farklı kimlik lideri ile etkili din adamlarıyla toplanıp, işgal edilen yerleri kurtarmak ve korumak için yol-yöntem-çare aramaktaydı. 

Uzlaşıya varılınca da: "Kurtuluş Savaşı" başlamış ve kazanılmıştı. 

Bu zaferle yurdumuzun adı: "Türkiye"başkenti "Ankara", yönetim şekli ise "Cumhuriyet" olmuştu.  

Cumhuriyet; demokrasiyi esas alan, hukukun üstünlüğüne dayanan, çoğulculuğu savunan ve her bireyin eşit haklara sahip olduğu, tüm kimlikleri kucaklayan bir yönetim şeklidir.

Ancak bizdeki Cumhuriyetin demokratik kucaklayıcı anlayışına izin vermeyen, 'öteki' olanı yok sayan tekçi inkarcı anlayış egemen olmuş. Sonra da neler neler olmuş... 

İşte demokrasiye uymayan birkaç uygulama: 
  • Türkçe dili dışındaki diller yasaklı…
  • Tarihsel bellekte yeri olan; dağ-ova-köy-belde-kent isimleri yok sayılıp yerine Türkçe isimler konulmuş…
  • Çocuklara Türkçe olmayan isim vermek yasak...
  • Okulda Türkçe dışındaki dillerin eğitim hakkı olmaz....
  • Öğrenci; Türkçe bilmeyen anne-baba-akraba ile anadillerinde konuşamaz olmuş...
  • Anayasasında Laik olduğunu ilan eden Devlet; okullarda farklı inancı olan ailelerin milyonlarca çocuğuna, diyanet-cemaat işbirliği, yönetim ve denetiminde (veli izni almadan) Sünni anlayışı aşılayan: "zorunlu din dersi" vermekte...
  • Alevi köy ve beldelere Cemevi yerine Cami yaptırmakta, inançlı-inançsız herkes Sünni-İslam yapılmak istenmektedir.
Kısacası, Devlet 'taraf' olmuş daha ne olsun ki! 

Bu uygulama ve yasaklarla; Kürt, Alevi, Çerkez, Süryani, Laz, Gürcü, Hemşin, Pomak, Roman ... gibi dil, inanç ve kültürler etkin kullanılamaz. Bu şekilde işlevsiz kalan dil, inanç ve kültürler; gelişmeyen, geleceğe aktarılamayan, geleceğin birer ölü dil-kültür adayı olmuşlardır. 

Çünkü geçmişten gelen dil ve kültürler kullanılmazsa, gelecekte var olamazlar!  

İşte bu yok sayan, inkar eden "devlet aklı" nedeniyle toplumsal pek çok karşı çıkış olmuştur. Bu 'insani' talepler için hiçbir demokratik uzlaşı ve çözüm aranmamış, hak talep edenler 'terörist' sayılınca, öldürmüş-ölmüş, veya 'suçlu' sayılarak karakol-mahkeme-hapishanelerde sindirilip susturulmuştur. 

Görüldüğü gibi hiç uzlaşıyı sağlayacak diplomasi dili ve yöntemi kullanılmamıştır. Böylece, sadece 'güç' kullanan ölen-öldüren öfkeli-kinli nesiller yetişmiştir. 

Bu nesiller de halkımıza; kuşaktan kuşağa geçen unutulmaz acılar yaşatmıştır. 

İşte, politikacıların geçmişle: yüzleşelim, helalleşelim dedikleri toplumsal acılardır bunlar. 

Geçmişin bu büyük acıları ve yükleri, bugün de hem ülkemizi hem de insanımızı; yoksul, acılı ve mutsuz bırakmıştır. Ve ayrıca ülkenin iç-dış güvenliği sorunlu, özgürlükleri ve kültürel çeşitlilikleri yasakların baskısı altındadır.

Yukarıdaki satırlar, bir korku ikliminin bize yaşattıklarıdır, sizleri bunlarla gerip üzdüğümü de biliyorum. Fakat içsesim bana "bunlar bizim gerçeklerimizdir" yazacaksın diyor, ben de mecburen yazıyorum. 

Şimdi kısa bir ara vermeden önce size, küçücük bir soru soracağım: 

Ötleğen kuşunu tanıyor musunuz?



Çokça evet cevabı aldığımı biliyorum. Fakat ben o kuşları görüp tatlı ötüşlerini duysam da onların zoolojik yaşamdaki bir gerçeğini yeni öğrendim. Ve belki bu bilgi yukarıdaki karamsarlığa biraz ışık olur diye sizlerle paylaşmaya karar verdim: 

Ötleğen kuşları gördüğünüz gibi; çok sevimli, küçücük, çok güzel öten  göçmen kuşlardır. Bu kendi küçük, gönlü yüce kuşlar; "Kim hangi yumurtan çıkmış?" sorgulaması yapmadan her tür yavruyu kanatları altına alarak ayrımsız; sever-besler-büyütür sonra da onları kendi kalıtsal mirasları ve kazandıkları yetileriyle özgürce yaşasınlar diye uçururmuş. 

Bu, çatışmaya neden olabilecek bir sorunun barış içinde sevgi ile çözümüdür, beğendiniz mi?

Tabii ki herkes beğenip: “Evet!” diyecektir.

Peki, toplumsal sorunların bu yöntemle çözülmesine itirazı olan var mı?

Herkesin bu soruya: "HAYIR!.." dediğini duyar gibiyim.

Şimdi de son soruyu soruyorum:

Ötleğen kuşu gibi soy-sop-inanç sorgulaması yapmadan ve kanatları altında herkese yer açarak yol alan bir 'Demokratik Cumhuriyet' istiyor musunuz?

Belki kararsız olanlar ve "ben bilmem ki" diyenlerimiz vardır. Olabilir.

EVET! EVET! EVET! diyenlerin çoğaldığı günlere...  


7 Ocak 2022 Cuma

‘Çocuk Hakları Sözleşmesi’ne Çekince!


Anadolu, dünyanın en eski yaşam beşiklerinden birisidir. Binlerce yıldır bu coğrafya; hem çok tanrılı hem de İslamiyet, Hristiyanlık, Yahudilik gibi dinler ve Türk, Kürt, Rum, Ermeni, Süryani, Azeri, Laz, Çerkez, Gürcü, Terekeme gibi yüzlerce halk için barınak olmuştur. Bu ortak vatanda, her halkın kendine özgü dili ile tüm yaşamını içine alan bir kültürü olmuştur. 

İnsan psikolojisi gereği olarak, herkes önce kendisini ve kendisine yakın olanı sever. Fakat, bence bu doğal "ben" duygusu, bireysel bir tercih sayılmalı ve toplumsal yaşama hiç yansımamalı. Çünkü toplumlar; eğer eşitlikçi anlayış ve karşılıklı saygı içinde olurlarsa, ancak o zaman pek çok farklılığı huzur içinde bir arada yaşatabilirler. 

Bir ülkede bir grup: "Bu coğrafya bizim, biz ne istersek olur!" anlayışıyla, 'diğer' gruplara ait; dili, dini, inancı, müziği, kültürü görmezden gelerek yok sayarsa... Onların yaşadıkları, köy, mahalle, semt, kent, bölge, dağ, ova adlarını değiştirir, çocuklarına vermek istedikleri isimleri sınırlayıp yasaklarsa bu anlayışa ne denir?


Sanırım buna tücül anlayış demek yeterlidir. 


Katılımcılığı, çoğulculuğu, çeşitliliği, istekliliği yok eden, sindiren, susturan, sadece kendi doğrularını dayatan tepeden inmeci tekçi kötücül bir anlayış... 


Kötücül anlayışın olduğu ülkelerde egemen güç; en çok kendi dilini, inancını, yaşam tarzını, müziğini, kültürünü sever ve bu değerlerini asimile etmeğe çalıştığı diğer farklılıklara dayatır. 


İşte bu dayatmalar, doğal olarak diğer grupların tepkileriyle karşılaşır ve dirence dönüşür. Bu direnç sonucunda da çatışmalar, baskılar ve acılar başlar. 


İşte bu acılardır; öfke-kine dönüşüp bireysel ve toplumsal belleklere kazınan, bunlardır unutulmadan geleceğe kötü miras olarak taşınan.    


***

"Hatırlamak, bir buluşma biçimidir" der Halil Cibran.

Herkesin derinlerinde örtük bellekleri vardır, buralarda depreşir tüm içtepi, fısıltı, coşku ve acıları... 


Herkesi en çok bu yaraları yaralar, bu coşkuları oyalar. 


İşte, tüm bu içeride baskılanıp saklananların dile gelmesidir yüzleşmek. 


Her insan dile getirirken; dinleyenle, halden anlayanı ile buluşur, onlarla çoğalır, iç çatışmaları sönümlenir, huzur ve barışa kapısı aralanır. 


İki dünya savaşı, uzunca yıllar da soğuk savaş yaşamış olan insanlık; öfke-kin-düşmanlık gibi belleklere kazınacak yaralar oluşmasın diye hep çareler aramıştır. "Çocuk Hakları Sözleşmesi" de bu çarelerden biri olarak karşımıza çıkar.


"Çocuk Hakları Sözleşmesi", Birleşmiş Milletler Genel Kurulunun 20 Kasım 1989 günkü oturumunda kabul edilmiş ve 2 Eylül 1990'da da yürürlüğe girmiştir. 


Sözleşmenin amacı: geleceği kuracak olan çocuklar arasında her tür ayırımcılığı engellemek ve onlara eşitlikçi bir anlayışla: insan haklarını vermektir.


Bu hak-hukuk sözleşmesi, amacına ulaşmak için tüm taraf devletlere bazı sorumluluklar yükler.


Türkiye, bu sözleşmeyi 14 Ekim 1990'da imzaladı ve 27 Ocak 1995'te Resmî Gazete'de yayımlayıp yürürlüğe koydu. Fakat, imzalarken de bu sözleşmenin üç maddesine 'çekince' koymayı unutmadı!


Çekince konan maddeler ülkemizdeki azınlık çocukları, özellikle de ülke çocuk nüfusu içinde önemli bir yer tutan Kürt çocukları içindi.


İşte, "biz et ve tırnak gibiyiz" dedikleri için çekince konan o maddeler:


  • Madde 17: Kitle iletişim araçlarının azınlık grubuna veya bir yerli ahaliye mensup çocukların dil gereksinimlerine özel önem göstermeleri konusunda teşvik edilmesi.  

  • Madde 29: Çocuğun anne-babasına, kültürel kimliğine, dil ve değerlerine, çocuğun yaşadığı veya geldiği menşe ülkenin ulusal değerlerine ve kendisininkinden farklı uygarlıklara saygısının geliştirilmesi.

  • Madde 30: Dini ya da dilsel bir azınlığa ya da yerli halka mensup bir çocuğun, kendi kültüründen yararlanma, kendi dininin gereklerini yerine getirme ya da kendi dilini kullanma hakkından yoksun bırakılmaması. 

Bu çekinceler, ülkemizde bulunan birçok etnik kültürün çocukları için; dil, eğitim, kültür hakları kısıtlamasıdır. Fakat sözleşme, her çocuğun kendi anadilinde eğitim alma hakkı olduğunu ilan ediyordu. Demek ki, çekinceler, sözleşmenin amacı ve demokratik özü ile de bağdaşmıyor.


Çünkü, bir örgün eğitim kurumunda okutulup öğretilmeyen anadiller ve kültürler zamanla unutulup kaybolur.


Çünkü, bir kültürün yok olması, o toplumun da gelecek zamanda yok olması demektir.


Çünkü, bu engellemeyle, anadili dışında bir dil bilmeyen ebeveynler ile çocukları-torunları arasındaki iletişim bağı koparılıyor. Ayrıca böyle bir eğitime karşı olanların çocuklarını da eğitim dışı bırakıyor. 


Çünkü, bir dili, onun kültürünü yok eden asimilasyondur bu! Ve suçtur.


Eğer bir çocuğun ait olduğu topluluğun dili ve kültürünü öğrenmesi temel bir insan hakkıysa (ki, öyledir), o halde bu hizmet, her çağdaş devletin öncelikli bir görevidir.


Her çağdaş devlet, tüm çocuklara ayrımsız olarak kendi anadillerinde, bilimsel ve parasız bir örgün eğitim sağlamalıdır.


Demokrasiler; katılımcılık, çoğulculuk, çeşitlilik içinde ve istekli olarak verilen emeklerle gelişirler. 


Eşit, özgür, mutlu ve barış içinde bir yaşam sürmek isteyen her ülke, öncelikle içindeki farklılıkları saygın birer zenginlik saymalı, onlara eşit hizmetler sunmalıdır.

 

Şimdilerde, 4-5 yaşlarındaki çocukların, 2-3 dili kolayca öğrendiği ve bu çocukların hem okulda hem de iş yaşamında daha başarılı olduğu gerçeği tartışmasız kabul ediliyorken...


Ve şimdilerde uygar dünya çok dilli eğitim sistemlerine yönelmişken...


Niçin bizim ülkemizde de çift dilli veya çok dilli eğitimi başlatacak bir süreç başlatılmaz!


***

Şimdi de bazı kolay sorularla yazımızı sonlandıralım:


"Çocuk Hakları Sözleşmesi" bir hak-hukuk sözleşmesi midir?


Peki, bu sözleşmenin imzacısı olan ülkemizde: Kürt, Laz, Çerkez, Gürcü gibi farklı kimlikli çocuklar niçin kendi anadillerinden eğitim alamıyor?


Peki, Türkiye niçin bu hak ve hukuk sözleşmesine koyduğu ayrımcı-ırkçı çekincelerini kaldırmıyor?


Ve çok çok kolay üç soru daha:


Bu sözleşmedeki insan haklarını isteyenler mi bölücü?


Yoksa bu sözleşmeye bu çekinceleri koyanlar mı bölücü?


Şimdi söyleyin bakalım, kimdir ayrılıkçı ve bölücü?!


Emin Toprak- DOSTÇA

Diğer yazılarım için tıklayınız

4 Aralık 2020 Cuma

ANADİLİ


Türk Dil Kurumu (TDK)
 internet sitesi, Dilimiz Kimliğimizdir giriş cümlesi ile başlar. Bu söz, dili olmayanın kimliği olamaz anlamına gelir ki, çok doğru bir tespittir. Çünkü her insan yavrusu, ilk çığlığını atarak Dünya’ya 'merhaba' dediğinde, ilk karşılığı anasının sevgi dolu bakışı ve sesinden alarak, adı 'insan' olan ilk toplumsal kimliğine kavuşur.  

İnsanoğlu, anadilini, bedenini ve düş gücünü kullanarak değişir, gelişir ve üretir. Ve geçmişten miras kalan kültürü bugüne, bugünkünü de yarınlara, uzak yarınlara taşıyarak ölümsüz kılar.    

 

Bunun için anadili kutsaldır ve her insan için hava-su-besin kadar yaşamsal önemi olan bir 'insanlık' hakkıdır. 


Bunun için anadili yasakları insanların duygularını kelepçeler , derinlerinde derin derin yaralar açar.  


Anadolu, nice anadile ve nice kültüre beşik olmuş bir coğrafya. Hepimiz, böylesi bir coğrafyada yaşayıp, bu nice zenginliğe mirasçı olduğumuz için: övünçlü, onurlu ve gururluyuz. 


"Her insan kendisini en iyi anadiliyle ifade eder" biliniyorken...  

Bu zenginlikleri bir arada tutup daha da zengin olmak varken... Ne yazık ki yıllar öncesine dayanan bazı yönetimsel hatalar ve bazı tekçi-ırkçı anlayışlar, bazı gereksiz korkular yüzünden, bazı kültürler düşmanca yasaklarla yok edilmek istenmektedir. 

 

İşte bu inkarcı anlayışlar yüzünden Anadolu'muz, yavaş yavaş nice dil ve kültüre mezar olmak üzere.  Bunun içindir ki, susturulan, yok sayılanların kafalarında, kalplerinde büyüyor, büyüyor insani çığlıklar.  

  

Yaşam hakkı nasıl kutsal ise, bir bireyin ana diliyle kendisini ifade etmesi, kültürünü paylaşması, başka kültürlerle tanışmak, dostluklar kurmak istemesi de kutsal ve saygındır. Böylelikle diller yarışır topluma huzur ve zenginlik katar, barışı getirir. O halde bir toplumun değerlerini, kimliklerini yok saymak, onları başka bir dil, başka bir kültür, başka kimliklere mecbur kılmak nedendir? 


Bizim büyük bir ilimiz kadar büyüklükte olan İsviçre'de dört resmi dil vardır ve her dile eğitim-öğretim hakkı tanınmaktadır. 


Şimdi de Türk aydınlarına, Türk solcularına, bürokratlara, yöneticilere ve vicdan sahibi herkese sormak istiyorum:


Neden/niçin ülkemizdeki milyonlarca Kürt, Laz, Çerkes, Gürcü, Tatar, Roman ve diğer vatandaşlarımıza kendi anadillerinde eğitim-öğretim hakkı verilmez?  

  

Niçin ülkemizde; demokratik, çoğulcu, eşitlikçi bir iklim oluşması için çaba göstermek yerine, ama, fakat, lakin, vatan, millet diye diye kıpırdamaz oldunuz?  


Yetmedi mi sadece “ben” deyip insan haklarına karşı durmanız?


Yıkın artık önyargılarınızı, korkularınızı yıkın!..


***

Eğer geçmişin tarih arşivlerini yok sayıp (ama siz tarihi yok saymayın ve gerçeklere ulaşmak için aşağıdaki başlıkları sorgulayınız lütfen) desem ki:


1071 Malazgirt Zaferinde Bizanslıların yenilgiye uğratılmasında, 1187 Kudüs'ün Haçlılardan kurtarılmasında, Yavuz Sultan Selim'in İran ve Mısır seferlerinde Kürtler yoktu. 


II. Mahmut ile II. Abdülhamit döneminde ne Kürtler ne de "Kürdistan" diye özerk bir bölge vardı. 


Amasya Genelgesi, Erzurum ve Sivas Kongresi, El-Cezire Cephesi Komutanına yazılan mektup, 1920 Anayasası, Meclis, Nutuk ve tüm diğer belgelerde ne Kürtler ne Kürt Beyleri ne de Kürtlere verilen sözler vardı... 


Bunların hepsini yok saysak bile bugün orta yerde durmakta olan bir gerçek var! Türkiye nüfusunun yüzde 20/25'i Kürt vatandaşlardan oluşuyor! Ayrıca ülkemizde; Laz, Çerkes, Gürcü, Tatar, Arnavut, Boşnak, Pomak, Roman ve diğer vatandaşlarımız da var! 


Bunlar ülkemizin renkleri, güzellikleri ve gerçekleri, bunları nasıl yok sayacağız ki? 


***

Yukarılarda bir yerde: "anadil yasakları insanların duygularını kelepçeler, derinlerinde, derin derin yaralar açar" demiştim ya bunu kanıtlamak için ve "bizler et ve tırnak gibiyiz" diyenlere sunulmak üzere iki insani çığlığı size anlatmak istiyorum (Dileğim, bu çığlıkların; sadece tek kişiye özgü olmayıp milyonlara ait olduğu gerçeğinin görülmesidir.): 


Birinci Çığlık:


"35 yıllık gazeteciyim, Türkçenin dışında Fransızca ve İngilizceyi anlayabiliyorum, konuşabiliyorum, yazabiliyorum. Ama kendi anadilim olan Lazcayı bilmiyorum. Birkaç kelimeden ibaret bir Lazca bilgim var. Bu da benim hayattaki en büyük uktelerimden birisi..."    

      

Bu sözlerin sahibi: Ruşen Çakır. Ruşen Çakır, yıllardan beri severek okuduğum yaratıcı-araştırıcı bir yazar-gazetecidir. Onun bu özellikleri de kurucusu olduğu 'Medyascope' yayın platformunu önemli bir marka yapmıştır. İşte yukarıda alıntıladığım sözleri de bu platformda; 35 yıllık gazeteciliğinden kesitler sunduğu GOMAŞİNEN (Hatırlıyorum) isimli bir dizi söyleşinin girişinde söylüyor. 


İkinci Çığlık:


Bu çığlık da şair ve yazar bir Kürt aydını olan Musa Anter (Doğ.:1920 / Öl. 20 Eylül 1992) - Anter, bir silahlı saldırı sonucu öldürüldü. Eski JİTEM elemanı Abdulkadir Aygan; Anter'in, kendisinin de içinde bulunduğu tim tarafından öldürüldüğünü söylemişse de bu olay halen karanlıktadır.-  


Anter'in,1959 Eylül ayında Diyarbakır 'İleri Yurt' gazetesinde "Qimil" isimli bir şiiri çıkar (Türkçe karşılığı: kımıl veya süne, bu böcek, büyük sürülerle gelir ve ekinlere çok zarar verir). Bir de acıklı hikayesi olan bu şiirin iki dizesi şöyledir:


"Qimil hati lo apo bi rafa ye rebeno (kımıl geldi ey amca , zavallı kafilelerce) 

Xwar genimi lo apo hişti ka ye rebeno" (yedi buğdayları ey amca, geriye saman kaldı) 


Şiir ülke çapında adeta bir deprem etkisi yaratmış. O yılların en etkili; Yeni Sabah, Akşam ve Cumhuriyet gazetelerinde nasıl olur! manşetleri atılmış, tanınmış yazarlar zehir zemberek ırkçı yazılar kaleme almış... Cumhurbaşkanı Bayar da bu nedenle çok rahatsız olmuştur. İşte Musa Anter'i hapse attıran süreç böyle başlamıştır. Musa Anter bu süreci şöyle anlatır: 


"Kürtçe cümleler serpiştirdiğim her yazım dava konusu oluyordu. Duruşmaların birinde asliye ceza yargıcı Musa Bey, ne diye Kürtçe yazıyorsunuz' diye sordu. Ben de Hâkim bey, İstanbul'da Yahudiler, Rumlar ve Ermeniler gazete çıkarıyorlar. Ayrıca İngilizce ve Fransızca gazeteler de çıkıyor. Ben Kürtçe yazıyorum diye ne olacak' dedim. Hâkim, 'Efendim onlar azınlık' dedi." 


Ve bunun üzerine Musa Anter de o tarihe geçen veciz sözünü söyler:


"Benim bir azınlık kadar hakkım yoksa böyle çoğunluğu ne yapayım?"

 


               Diğer yazılarım için: tıklayınız