OHAL etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
OHAL etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

28 Nisan 2017 Cuma

“Yok hükmünde” olan “fiili durumlar”


Bir kavram olarak “Fiili durum” kanunlarda yer almayan, kanuni ve hukuki dayanağı olmayan, başka bir tanımla yazılı hukuk sistemi içinde yer almayan yönelim ve eylemde bulunmak veya karşı durmaktır. Yaşadığımız darbeli yıllarda fiili durum yaratma eylemleri ile karşılaşmıştık, şimdilerde ise, moda oldu, daha da çoğalarak sıradanlaştı.

     Belki bu konuyu iki-üç örnekle anlatmak  daha açıklayıcı ve düşündürücü olabilir:
  1. Sn. Erdoğan, 10 Ağustos 2014’de Cumhurbaşkanı seçildi ve bu seçilmiş olmayı, “fiili durum” yaratmak için bir gerekçe saydı. Daha önce genel başkanı olduğu parti adına ekranlara, meydanlara çıkmaya devam ederek tarafsız kalamadı. Anayasa ve ettiği yemine uyamadı. 
  2. 17/25 Aralık’ta, zamanın içişleri bakanı görevlilere cesaret vermek için; siz yapılması gerekenleri(!) yapın, eğer yasadışı duruma düşüp, zorda kalırsanız sizi kurtaracak yasaları da çıkarırız anlamına gelecek teminat sözler söylemişti… Bu da bir fiili durum...
  3. Nisan referandum günü de YSK’nın (hukuksuzluğa belge olarak dünya hukuk tarihine geçen) Mühürsüz oylar geçerlidir”  kararını verdi ve dün kesinleştirdiğini açıkladı. Bu da mesleği yargıçlık olanların bir fiili durumu…
YSK, kendi yasasının açık hükmünü yok sayan, şaibe yaratan ve itirazları red eden o meşhur kararı ile; "partili tek adam rejimi"ni ilan etti ve Cumhurbaşkanın 15 Nisan akşamına kadar devam ettirdiği “fiili durumu” yasal hale getirdi. 

MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli, bu karar sonucunu veciz olarak; “Mesele bitmiş düğüm çözülmüş ülkemizin önü açılmıştır.” Diyerek anlatmıştı.  

Biten mesele; Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın başlattığı fiili durumdu, çözülmesi ile ülkemizin önünü açan düğüm ise; partili tek adam rejiminin resmen ilan edilmesiydi.

17/25 Aralık sürecinde içişleri bakanının verdiği sözler, zorunlu olarak dört bakanı görevden alınması, para kutuları ve tapelerin üzerinde halen koyu bir sis bulutu var. Haydi şimdi diyelim ki, sis bulutu kapattı bu kuyuyu, peki, bu kuyunun ortalığa salmış olduğu pis kokular ne olacak?!

***

Sn. Erdoğan için çözülmüş görünen “mesele”, ülkemiz için bir kördüğüm haline gelmiştir. Yurtiçinde ve komşu ülkelerimizle yaşadıklarımız yetmezmiş gibi, bir de Avrupa Konseyi Parlamenter Meclisi’nin almış olduğu kararlar eklendi listemize...

AK (Avrupa Konseyi), Avrupa çapında insan hakları, demokrasi ve hukukun üstünlüğünü savunmak amacıyla 1949'da kurulmuş hükûmetler arası bir kuruluştur. Ve Türkiye de AK’ne ilk giren (1949) üyelerden biri olduğu için "kurucu üye" statüsündedir.

İki gün önce Avrupa Konseyinin Parlamenter Meclisi yani AKPM, Türkiye’yi denetim sürecine aldı. Öyküsü şöyle:

AKPM, Türkiye’yi denetim sürecine 1996 yılında dâhil etmiş, Haziran 2004’te bu süreçten çıkarmıştı (ki bu durum ülke çapında büyük sevince neden olmuş ve gündüz(!) vakti havai fişeklerle kutlanmıştı.), 2017'de (iki gün önce) ise yeniden denetime aldı. Bu karar birinci lige çıkan Türkiye’yi küme düşürüp, ikinci lige indirdi. Yani daha da açıkçası: Türkiye büyük ölçüde itibar kaybetti.

“Denetim süreci” nedir?: Bir devletin demokrasi, insan hakları ve hukukun üstünlüğü alanlarında ne kadar Avrupa standartlarında olduğunun ölçülmesidir.

AKPM, Türkiye hakkında verdiği kararı ve gerekçelerini Ankara’ya sundu. İşte o rapordan bazı başlıklar:   
  • OHAL’in mümkün olduğu kadar çabuk kaldırılması,
  • OHAL ile doğrudan ilişkili olmadıkça KHK çıkarılmaması,
  • KHK’ler ile toplu halde işten çıkarılmalara son verilmesi, 
  • Yargılanmayı bekleyen tüm parlamenterlerin serbest bırakılması,
  • Tutuklu olan  gazeteci ve insan hakları savunucularının serbest bırakması,
  • OHAL Araştırma Komisyonu’nun kurulması ve adil yargının garanti altına alınması,
  • Terörle Mücadele Yasası'nın değişmesi,
  • AKPM kararları ve Venedik Komisyonu tavsiyeleri ışığında ifade özgürlüğünü iyileştirecek adımların atılması, 
  •  Referandumun meşruiyeti konusundaki kuşkular giderecek, AKPM ve Venedik Komisyonu standartları doğrultusunda ifade özgürlüğünü iyileştirecek adımların atılması...
Yukarıda sıralanan “talepler” hiç de yabancısı olmadığımız, her gün yaşanan, tartışılan ve tümü de belge/bilgiye dayalı olan olaylar ve gerçeklerimizdir.

Bu gerçeklerimizi yüzümüze söyleyen AKPM kararı için; "Karar tamamen siyasi, tanımıyoruz", ”YOK HÜKMÜNDEDİR”, “İslamofobi”, “Haçlı zihniyeti”, “Düşmanlık”, “Kendine baksın” diye karşı çıkmakla “fiili durum” yaratamazsınız. 

İktidarca AKPM raporu için söylenen tüm sözler; gerçeklerden çok çok uzak ve hamaset… Oysa gerçekleri perdelemek, hamasetle geçiştirmek yerine, onlarla yüzleşmek, çözüm üretmek gerek.  

Sanmayın ki “yok hükmünde”  saydığınız bu gerçekler; “fiili durum” yaratarak, algılar oluşturarak ve sürekli gerginlik çıkararak ortadan kalkar. 

Bakın işte bu inatçı tavırlar yüzünden küme düştü ülkemiz!…

Hukuka göre  “yok hükmünde”  olan; hukuka karşı duran, hukuku yok sayan ve “fiili durum” yaratandır.

İLGİNÇ BİR İKİLEM:
CHP yetkilileri her gün  AKPM kararlarında da yer alan hak ihlâleri hakkında  konuşup demeç veriyorlar. AKPM'deki CHP'li üyeler ise hak ihlâleri nedeniyle "Türkiye'nin denetime alınması" kararına karşı oy kullandılar. Şimdi de referandum sonuçlarının iptali için AİHM'e başvurma hazırlıkları içindeler...


Yazarın diğer yazıları için tıklayınız

24 Şubat 2017 Cuma

78’liler Buluşması

Buluşma yerimiz; İstanbul’da yaşamış olan hemen herkeste acı-tatlı bir iz bırakan ‘Taksim Meydanı’na cepheli otelin 9. katındaki bir salon.  Salonun meydana bakan tarafı da boydan boya bir balkon. O balkona daha çok sigara içenler çıkıyordu, ben ise, hem hava almak, hem de geçmişi hatırlamak için çıktım. Saat 20.30, balkon ışıksız, loş, yanımda da yıllardır okuru olduğum Sn. Aydın Engin var. Bu loşlukta hem onunla, hem de içimdeki ben ile konuşuyor ve 30 yıl öncesine uzanan bir filmi izlercesine etrafa bakıyorum.

Bu balkondan bakan herkes mutlaka Kanlı 1 Mayıs’ı, Ecevit Mitingi’ni, DİSK’le bütünleşen tüm emekçileri, çocukları faili meçhul(!) cinayetlerle yok edilen Cumartesi Annelerini ve Gezi Direnişi’ni anımsar. Orada yapılan engellemelerde, kurulan barikatlarda, tomalar, coplar, gazlar, silahlarla, kimi ölen, kimi yaşam boyu sakat kalan; emekçi, genç, çocuklar ve onlar için acı çeken sevenlerini düşünür, o acıları hisseder.

İçinizi titreten bu duygular içinde ve hüzünlü gözlerle balkondan kuşbakışı baktığınızda; hemen aşağıda Taksim Anıtını… Sol tarafta İstiklâl Caddesini ve Kanlı 1 Mayıs’ın faşist faillerinin sığınağı olan Sular idaresinin çatısını, onun hemen arkasında da yıllardır inatla tartışılan Taksim Camii inşaat hazırlığını… Tam karşınızdaki Taksim Meydanı ve Gezi Parkını… Sağ tarafta cezalandırılan Atatürk Kültür merkezini görürsünüz. (Fakat hemen sağ tarafınızda olup, bazılarımızın ölümden tesadüfen kurtulduğu, pek çok cana mezar olmuş, “Kazancı Yokuşu’nu göremezsiniz.)

İşte böylesi bir yerde toplamış bizi “78’liler Girişimi” (seçimde bu yaşanmışlıklar etkili olmuş mu bilemiyorum). Toplantıyı düzenleyenler içinde ikisi de birer can olan, Yunus Bircan ve Celalettin Can arkadaşlarım var.

Onları bir arda yakalayınca; “Ben, 68’de 18 yaşında TÖS üyesi bir öğretmendim. 78’de de epeyce acıyı ve öğrenciliği geride bırakarak, yeniden öğretmen oldum. Bilin bakalım ben 68’li mi, 78’li miyim?” diye bir soru sordum, gülüştük...

Duvarlarda; Deniz, Mahir, İbrahim ve günümüz mağdurlarının görselleri… Kürsüde; saygı duruşu, sunuş konuşması, onurluluk ödülleri sunuşları ile yurdumuz ve dünyadan canlı müzik dinletileri… Masalarda; dostların sohbetleri…

Toplantıya gelen herkesin gözaltı ve boyunlarında halkalar olsa da, gözlerinin içinde bir ışıltı, dudaklarında aydınlık, vakur gülücükler vardı: Çünkü bizler; 68’lerde halk için doğan, 78’lerde “dar grupçuluk” anlayışlarını aşmaya çalışıp gelişen ve 2013 GEZİ’de kucaklaşan… İnadına umutlu, inadına özgürlükçü ve inadına barışçı geleneğin taşıyıcısıydık…

***
Korku iklimi

Geçmişte yaşananlar insanda derin izler bıraksa da, bazen “geçmiş işte” der geçersiniz. Peki, bugün yaşananlara ne diyeceksiniz?

İçeride ve dışarıda çıkartılan savaşlar eşliğinde gelişip, ülkemizi saran bir baskı-sindirme-korku iklimi içinde yaşıyoruz. Psikoloji ve Sosyal Psikoloji bilimi: otorite ve çıkarlarını yitirme endişesi duyanların, korktukları için, bilerek, tasarlayarak korku iklimini yarattıklarını söyler.

Aslında korku herkeste var olan insani bir duygudur, kaldı ki böylesi bir iklimde sadece cahiller korkmaz. Önemli olan korkuyu etkisiz kılacak önlemler almak, onunla başa çıkmaktır. Cesaret de, bu olsa gerek. Yani zorda ve darda olan insanların; baskı-sindirme-korku iklimini etkisiz kılacak önlemleri arayıp bulmaları asıl cesarettir.

7 Haziran sonrasında tarihi ve kültürel değerleri ile birlikte yakılan-yıkılan Kürt kentleri, öldürülen pek çok çocuk, kadın, yaşlı… Sağ ve yaralı kurtulanlar ise; evsiz-barksız-sahipsiz kaldıkları için kendi ülkelerinde göçmen oldular. Nedense yetkili ve etkili hiç kimse bu insanların; nerede, nasıl, ne yapar olduklarını, barınakları-yiyecekleri ve okullarını sormaz, hatırlamaz, ilgilenmez. Fakat  onların başına yıkılan enkaz yerlerine Suriyeli göçmenlerin yerleştirilmeleri...

Dünyada birinci olduk, haklarını savunsun/arasın diye seçilip meclise gönderilen vekilleri ve toplumsal sorunları dillendiren, haber veren, yazıp, çizenleri 4 aydan beri tutuklu kılmakla. Hem de, daha suçları belli değilken ( iddianame yok), sanki öç alırcasına,  nedamet getirip boyun eğsinler diye...

“Savaş değil barış istiyoruz” diyen binlerce akademisyenin; okulundan, kürsüsünden ve öğrencilerinden uzaklaştırarak işsiz bırakılışları…  

Meclis TV’yi karartarak, haber alma-verme hakkını yok ederek, yapay algı, demagoji ve telaş ile mecliste yaşatılanları…

Vekillerin; kendilerini etkisiz-yetkisiz ve yok sayan bir düzen için, etik kuralları çiğneyerek, gizli oylarını açıklama cesareti(!) / Uzlaşı olmadan, çoğulculuğu/demokrasiyi yok edip, oy fazlası ve canhıraş çabalarla ile tek adamlık düzeni kurmanın gelecek tarihimiz için kara leke oluşunu…

Milliyetçi popülizmin şaha kalktığı bir OHAL ortamında ve iktidar gücü desteğindeki bu tuhaf anayasal tuzağın referanduma sunulma hazırlıkları ve uygulamaları için başlatılan ötekileştirmelerin yaşandığı günlerde…

İşte tam da bu günlerde yapıldı 78’liler toplantısı.

Eski TİP Milletvekili Sn. Mehmet Ali Aslan’ın gecede anlattığı bir fıkra ile sonlandıralım: 

“Kendisini taşlayanlar arasında; bir gözü kör, bir kulağı sağır, bir bacağı ve kolu olmayanı birisini gören Şeytan, hemen onun yanına giderek; Gözüne ne oldu?/ Kulağına ne oldu?/ Bacağın ve koluna ne oldu? Sorularını sorar. Ve tüm sorularına da: –Allah’tan… cevabını alınca şaşırır ve hayretle:

Peki, ben sana ne yaptım ki, sen beni neden taşlıyorsun?!” der. 



Yazarın diğer yazıları için tıklayınız

18 Kasım 2016 Cuma

Konuşmak Okumak Yazmak

Belki siz de yaşamış veya tanığı olmuşsunuzdur, emekli olacağınızı tanıdıklarınıza, dostlarınıza söylediğinizde hemen hepsi anlaşmışçasına size, “ne yapacaksın, nasıl zaman geçireceksin” diye sorular sorar ve nasihatlerde bulunur. Önceleri bu soru ve nasihatler beni biraz ürkütmüş, bazı geceler “acaba...?” diye başlayan sorularla uyku düzenimi bozmuştum.
Oysa emekli oluktan bir süre sonra, hiç de ne yapayım, nasıl zaman geçireyim sıkıntısı çekmedim. 20 li yaşlarda yaptığım gibi kendimi okuma ve yazma işine verdim.  Hatta bu aralar okumadığım çokça kitabım biriktiği için, kendimi kitaplıkları için ölçerek metre işi kitap alanlara benzeterek eleştirir ve okumaya günler-haftalar yetmiyor diye üzülür oldum.
Gün 25 saat, hafta 8 gün olsa, ne iyi olurdu değil mi?
Konuşmak okumak yazmak; dilimizi oluşturan üç ana parça, bu üç sözcük öylesine birbirini tamamlıyor, öylesine iç içe geçmiş ki, peş peşe sıralandıklarında onları, virgülle bile ayırmak gerekmez bence. Birbirini tamlayan, besleyen, tetikleyen, derinlik kazandıran bu sözcükler aynı zamanda iletişim kurmanın anahtarı, insanı insana ulaştıran, insanın esin ve güven kaynağı…
Her insan mutlu olması için işini gereğince yapmalı, yaşadığı çevreyi ve canlıları korumalı, insanları tanıyıp onlarla duygudaş olmalı. Tüm bu işleri yapabilmek için de; konuşmalı okumalı yazmalı
İnsana, insanca boyutlar kazandıracak olan da, konuşma okuma yazma eylemleridir. Bu eylemlerde başarılı olmak için; felsefe, tarih, psikoloji, estetik, fizik, kimya, biyoloji bilimleri ile tanışmalı, onların sağladığı kazanımlar olan sözcükleri dans ettirip, şiir tadında müzik notaları ile dillendirmeli…
***
Megafon Diplomasisi
Her insan savaşların olmadığı, sağlıklı ve korunan bir çevrede; özgür, güvenli, onurlu, mutlu olarak yaşayacağı bir ülke ister. Bu istek insanın en temel hakkıdır. Ülkelerin de komşuları ve diğer ülkelerle barış içinde, yaşamak istekleri vardır. Bu ortak özlem ve isteklerin gerçekleşmesi için de basit bir kural: kendin için istediğin güzelliği/iyiliği başkası için de istemek anlamına gelen “Yurtta barış, dünyada barış”  ilkesidir. Hepimizin hep gündemde tutması ve savunması gereken bir ilke…
OHAL’in KHK’leriyle ülkemizde; demokrasi, insan hakları, ifade özgürlüğü kısıtlanıp, inançlar, niyetler sorgulanırken, bir taraftan da idam konusu sürekli olarak gündemde tutuluyor. Öfkelerin kine dönüştürüldüğü gergin günler yaşıyoruz.
Yaşatılan bu korku ikliminde hiçbir yetkili ortaya çıkıp, bu uygulamaların ülkemize, içeride ve dışarıda hiç bir şey kazandırmadığını dillendiremiyor nedense.
Oysa şu anda ülkemizin en büyük ihtiyacı, yöneten, yönetilen ve tüm yaşayanların olaylara; demokrasi ve insan hakları odaklı bakması, barış dili kullanması, hiç kimseyi öteki kılmamasıdır. Böylece yarınlarımıza daha güvenle bakar ve daha yaşanır kılarız ülkemizi.
Avrupa Parlamentosu (AP) Başkanı Martin Schulz, "Türkiye idam kararını yeniden uygulamaya koyarsa o zaman kırmızıçizgimizi aşmış olur ve Avrupa Birliği ile müzakere süreci bitmiş olur" demişti. (Hürriyet 13 Kasım 2016)
Cumhurbaşkanımız Erdoğan da bu konuşmaya cevaben, Kimsin sen ya, kimsin? Orada bir parlamentonun başkanı, nesin sen? Şu terbiyesize bak ya, ‘Yaptırım uygularız’ diyor. Ya senin her yerin yaptırım olsa ne yazar.” dedi. (Hürriyet 14 Kasım 2016)
Varsayalım ki, “AP” bir kulüp ve bu kulübün başkanı üye olma şartlarını sıralıyor. Şartlardan birisi de “idam karşıtı olmak”. Onu hatırlatıyor konuşmasında. Aslında o kulübün kapısında yıllardır bekletildiğimiz bir gerçek, fakat şimdi onu tartışmayalım. Peki sizce bu sözlere verilen cevapta bir gariplik veya bir yanlışlık yok mu?
Aslında şimdi artık bu açıklamaya verilen cevabın, doğru mu, yanlış mı, haklı mı, haksız mı olduğu tartışmasına da gerek kalmadı, çünkü o cevap verildi ve o söz söylendi oldubitti…
Ancak tartışılacak bu konu var, o da çoktandır ülkemizde gündem konusu olan “Megafon Diplomasisi”.
Megafon Diplomasisi; yukarıdaki alıntılardan da anlaşıldığı gibi, herkesin kendi mekânında, medyasında ve taraftarı karşısında, karşı tarafa göndermelerde bulunmasıdır.
Diplomasi ise; tarafların kapalı kapılar ardında, karşılıklı diyaloglarla sorunlarına çözüm araması sürecidir.
Megafon Diplomasisi; çoğunlukla günü kurtarmak için tribünlere verilen popülist mesajlardan oluşur. Sorunları çözmediği gibi daha da derinleştirip, çözümsüz kılar.
Diplomasi ise; tarafların uzun süreli çıkarlarını temel alır, mantık ve aklın denetimindedir. Dostlukları arttırır, sorunları çözer.
Barış için baldıran zehri içmek
26 Eylül 2016 günü Dünya çapında ses getiren bir olay olmuştu. Kolombiya Hükümeti ile Kolombiya Devrimci Silahlı Güçleri örgütü (FARC) arasında barış anlaşması imzalanmıştı. Ve bu imza töreni bayram havasında kutlanmıştı. Ancak, 3 Ekim’de yapılan referandumda Kolombiya halkı bu anlaşmaya yüzde 50,2 oranı ile “hayır” demişti.
Ama Kolombiya Devlet Başkanı Juan Manuel Santos ve Hükümeti bu referandum sonucuna uymayacaklarını ilan ettiler.
Bu kararlarını ne hiç kimse yadırgadı, ne de hiç kimse ayıpladı.
Çünkü onlar bu kararla, 52 yıldır süren ve 220 bin kişinin ölümüne sebep olan kanlı bir iç savaşa son verdiler.
Çünkü barış yaşatan, savaş ise yok edendir. Onlar bu karala var olmayı seçtiler.
Çünkü onlar, popülizm yapmadılar, hamaset nutukları çekmediler, barış istediler ve alkışlandılar.

İşte barış için baldıran zehri içmek dedikleri bu olsa gerek.


Yazarın diğer yazıları için tıklayınız

28 Ekim 2016 Cuma

Korku İklimi

Uyumayacaksın /Memleketinin hali /Seni seslerle uyandıracak
Melih Cevdet Anday


Bugün sizlerle konuşmak istediğim hemen herkesin bildiği ve çokça konuştuğu bir konu olan 12 Eylül Anayasası… Şu an parlamentoda dört parti var, dördü de seçim meydanlarında, seçim bildirgelerinde, gazetelerinde ve TV kanallarında bu Anayasa’ya karşı olduklarını söyler, yazar, çizerler. Fakat herhalde bu karşı duruşları samimi değil ki, yıllardır herkesin istemediği(!) 12 Eylül Anayasasının özüne  dokunamadılar.
Darbe ile ülke yönetimini ele geçiren faşist generaller, hazırladıkları Anayasa’yı bundan 34 yıl önce 7 Kasım 1982’de halk oylamasına sundular. Halkımız bu oylamaya büyük bir katılım sağlamış ve aşağıda görüldüğü gibi çok büyük bir oranda da “evet” demişti.
1982 Türkiye anayasa değişikliği referandumu
  •    Oy durumu               Oy Sayısı          Yüzde
  •   Evet diyenler             17.215.559       91.37
  •  Hayır diyenler             1.626.431        8.63
  •    Geçerli oy                          18.841.990             99.8
  •    Geçersiz veya boş oy               43.498               0.2
  •   Toplam oy                          18.885.488             100.00
  •   Seçmen katılımı                              91.3
  •    Toplam Seçmen sayısı        20.690.914
Bu seçimde, meydanlarda ve ekranlarda sadece övgüde bulunanlar konuşabilmiş, hiç kimseye eleştiri yapma ve karşı görüşünü dillendirme fırsatı verilmemişti. Çünkü ülkemizde baskıcı faşist bir iklim oluşmuştu.
Bir anımsatma: anne ve babalarımızın “hayır” oyu vermelerini sağlamak için eşimle birlikte çok çaba harcamış, fakat başarılı olamamıştık. Çünkü onlar,  geleceğimiz(!) için “evet” diyeceklerdi. Oylama sonucu gösterdi ki ülkemizin her yerinde bu, “Def’-i bela etmek” (beladan kurtulmak) anlayışı etkili bir şekilde pek çok insanlarımızın ortak görüşü olmuştu.
Sonuç olarak: köylü-kentli-işçi-memur herkese karşı olan bu Anayasa, ne yazıktır ki, yine köylü-kentli-işçi-memur hemen herkesin “evet” demesiyle büyük kabul görmüştü.
***
Yıllardan beri meclisteki tüm partiler, % 91.37  “evet” oyu almış olan bu Anayasa’ya karşı olduklarını söylüyorlar.
Bu görüşleri de, bizim aşağıdaki çıkarımlarda bulunmamıza neden olabilir:
  • % 91.37 gibi çok yüksek oranda “evet” oy almanın çok kıymetli olmadığı, 
  • % 8.63 gibi küçük bir “hayır” oyunun ise çok kıymetli olduğu,
  • Eğer ülkede bir korku iklimi varsa ve insanlara büyük acılar yaşatılmışsa, yapılan seçimler de alınan çok yüksek oyların çok da önemli olmadığı,
  • Demek ki korku ikliminde, halkın görüşünü almak, hem doğru olmaz, hem de halkın yararına olmaz…
Ve şimdi de, yani 34 yıl sonra, yüzde 52 oy aldım diye, yemin edilen anayasaya ve yüzde 48’e karşı fiili durum yaratmış olan bir anlayış var. Bu anlayış, OHAL ortamında fiili durumuna yasallık kazandırmak istiyor. Bundandır ki, büyük bir telaş ve hızla Yasama, Yargı ve Yürütme’yi tek elde toplayıp, ülke tek adam rejimine götürülüyor.
Oysa eğer sağduyu egemen olsaydı, birileri başını iki elinin arasına alır, düşünür ve şöyle derdi: “Bak!.. OHAL geçicidir, yüzde 91.37 “evet” oyu almış olan Anayasa’ya bile şimdi herkes karşı. Demek ki, böyle bir iklimde, ne anayasa yapılır, ne de seçim… Yahu biz ne yapıyoruz!…Ama gel gör ki, “inadım inat” devam ediyor...
***
Eğer demokrasi; katılımcılık, çoğulculuk, özgürlükçü bir çokseslilikse, bu çoklukları ve farklılıkları bir arada tutup barışı sağlayan çimento da laikliktir. Ne yazık ki bugün ülkemizde yok edilmek istenen değerlerden biri de laiklik…
Çağdaş dünya ülkeleri, insanlarının hukuka uygun ve güven içinde yaşamalarını isterler. Bunu sağlamak için de insanlarına; Yasama, Yargı, Yürütme organlarının birbirinden bağımsız, fakat işbirliği içinde verdiği hizmetleri sunarlar. Son yıllarda bu hizmetlere bir de sansür edilmeyen özgür Medyayı eklediler.
Tek’çi anlayışın etkin olmaya başladığı bizim ülkemizde ise; politik çıkar ve ikbal peşinde koşanlar, yivsiz-setsiz bırakılan medyanın güzellemeleri eşliğinde, hamaset nutukları çekmeye başladı. Tek amaçları, Yasama, Yargı, Yürütme organlarını ben ne dersem o olur diyen anlayışa teslim etmek. 
15 Temmuz faşist-dinci kalkışmasını “Bu Allah’ın bize bir lütfudur” diye fırsata çeviren anlayışla hukukun üstünlüğü ve güçler ayrılığı ilkeleri, etkisiz ve yetkisiz kılınmıştır. Başta Askeriye, Emniyet ve Eğitim olmak üzere diğer tüm kurum ve çalışanları yeniden yandaş anlayışla düzenlenmeye başlanmıştır.
Üretimi olmayan bir sanayi, iflasın eşiğindeki fabrikalar, insan ve işçi haklarından yoksun insanlarımız… Ekonomik gelişmeyi sadece rant sağlan müteahhitlere havale edip, rant için çevresel felaketlere davetiye çıkarılmakta olan uygulamalar. Ve tüm bu yaşananlar ile gelecekte yaşanacak olanları, önlenemez bir kader veya alınyazısı diye düşünebilecek yeni biat nesilleri yetiştirmeye hız verdiler.
İnsan Hakları İzleme Örgütü ülkemiz hakkında bir rapor yayınlandı, bu raporda; avukatlarının yanında elleri kelepçeli müvekkillerine yapılan işkenceler ve bu havadan korkup sessiz kalan, görmemek için arkasını dönen avukatların çaresizliği anlatılıyor. Eğer, bir avukat bu duruma düşürülüyorsa; tüm olanları sessizce ve korkarak izlemekte olan büyük çoğunluğu oluşturan sıradan insanlarımız ne yapsın bu iklimde, varın siz düşünün…
Bitsin artık, daha kaç nesil heba olacak!
Bitsin artık, insanlarımıza kurulmasın tuzaklar!
Bitsin artık, içte ve dışta anaları ağlatan bu kirli savaşlar!
Bitsin artık, her gün eyyy!... diye başlayan korkutmalar, tehditler...

NOT:
Yarın, yurdumuzda Saltanatın sonlandırılması ile Cumhuriyet yönetimine geçişin 93. Yılı… Saltanat tutkunları; Cumhuriyet’in Demokrasi-Hukuk-Laiklik-Eşitlik-Özgürlük gibi temel değerlerine ve bu değerleri kazandıracak olan eğitim kurumlarına karşı savaş açmış durumdalar. Bu değerlere sahip çıkalım, onları yaşatalım…

Yazarın diğer yazıları için tıklayınız