faşist etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
faşist etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

30 Kasım 2024 Cumartesi

Bariyerler Kimi Koruyor?


Fiziki olarak zarar görmeden, acı çekmeden güven içinde yaşamak her canlı gibi her insanın temel duygusu ve hakkıdır. 

İnsanlar kendilerine yaşanacak ortam sağlamak için doğanın güç ve zıtlıkları ile sürekli mücadele ederler. 

Birbirleriyle de duygularını paylaşır, tartışır, yarışır, empati yapar ve "Daha güvenli bir yaşam" uğruna nice bedel öderler. Kısacası insanlar; güvenli ve mutlu bir yaşam için çokça mutsuzluk yaşarlar. 

İlk devletlerin oluşumu da böyle başlamıştır. Çünkü devlet, halka hizmet için güçlerinin uyumlu birlikteliği ile oluşan bir organizasyondur. Devletin asıl amacı da: birlik olmanın sağladığı 'sinerji" ile ayrım yapmadan tüm halkın yaşamsal sorunlarına çözümler bulmaktır. Bu yüzden de devlet: 'ana-baba-ulu-kutsal-değerli' sayılmıştır. 

Ne yazık ki zamanla devletler, kucaklayıcı-koruyucu kamusal görevlerini unutmuştur. 

Hemen her ülke, saldırılardan korunmak için kalıntıları günümüze ulaşan çokça kale, kule, sur, saray ve zindan yapmıştır. 

Ancak, 'egemen güç' ülkesi içinde güçlenip büyümekle yetinmez!.. Komşu ülkeden de: toprak, ganimet, cariye, köle almak ister. Bunun için buyruk verir savaş olur. 

Kapitalist-emperyalist-faşist savaşta: saldırır-yener-yenilir-öldürür-ölür insanlar. 

Devletler kazanır-kaybeder... 

Acılar ardıllara miras kalır.

Dünyadaki kapitalist-emperyalist-faşist düzenler sonucu, belki birçok ülke zengin olmuştur.

Fakat egemenlerin: "hepsi benim olsun" anlayışıyla; ülke halkına refah payı verilmemiş, sömürüye devam denmiştir. Ve bu yüzden de, her ülkede ezilenler hep çoğunluk, ezenler ise hep küçük bir azınlık olmuştur.


Devletlerin yeni görevi de:

Emeği sömüren, hakları gasp eden ve doymak bilmeyen egemen güçleri korumak...

Emek sömürüsü istemeyen, hak, hukuk, adalet isteyen: köylü, işçi, işsiz, memur ve yoksullara tuzak ve barikat koymak olmuştur..

Bu genelleme, sadece bir ülke için değildir. Günümüzde hemen hemen tüm devletler, ülkelerinindeki egemen güçlerin emrindir ve onlara hizmet ederler.

***

Biraz da yurdumuzda olup-biten güncel olgulara bakalım:

Çünkü bugünlerde; işsiz, güvencesiz, yoksul kalmış: köylü, işçi, memur, öğrenciler meydanlarda, yollarda... 

Çünkü onların; ormanı, merası, madeni, suyu, fabrikası, okulu, hastanesi çıkar çevrelerine ikram edilmiş! 

Çünkü onların; insan hakları ve özgürlükleri yok sayılmış! 

Çünkü onlar; işsiz, güvencesiz, yoksul bırakılmış! 

Çünkü bu insanlar 'insanca' yaşamak istiyor ve yaşadıkları haksız ve hukuksuzları herkes duysun, seslerine ses versin, manevi destek olsun ve olanları başka kimse yaşamasın istiyorlar. Bu amaçla toplanıyor, yürüyor, direniyor, haykırıyorlar.

Çünkü; dağa, toprağa, ağaca, aşa, işe, insan ve canlılara zarar veren zalimler çoğaldı. 

İşte iki örnek: 

Birinci örnek, Çanakkale’den: 

Çanakkale’de doğa katliamı var! 
Cengiz Holding ve benzerleri rant firmaları dur-durak-doymak bilmiyor. Sıraya girmiş yerli-yabancı şirketler arasında, bilindik olanlar yine sıranın en başındalar... Yine maden ocağı, JES ve termik santrallar için; ormanı, tarım arazilerini ve yaşam alanlarını yok edecekler.

Yaşanacak doğa felaketler için o yörenin köylü, kentli tüm halkı endişe-korku içinde. 
*
İkinci örnek, Ankara'dan: 

Nallıhan ilçesi Çayırhan Termik Santrali kâr eden ve 500 işçisi bulunan bir kamu kuruluşudur. Ve işçiler aileleri ile birlikte kuruma ait lojmanlarda oturmaktadır. 

Şimdi bu sorunsuz kurum için, 'kamu yararı gözetmeden' bir özelleştirme kararı alınmış!.. (Ve kim bilir bu kârlı kurumu da kim bilir hangi yandaşa peşkeş çekecekler!) 

Çayırhan Termik Santrali işçileri işsiz, aile evsiz, aşsız, çocuklar okulsuz  kalacaklar. Bu acılar yaşanmasın diye ailece direnişteler

**
Şimdi de demokrasi ayıplarından birkaçına bakalım:

"Demokrasi ayıbı" dedim ya, bu söz için üç 'çünkü' sayabilirim: 

Çünkü; demokrasi halkın özgür iradesiyle var olan bir yönetim biçimidir. Eğer bir ülkede halkın iradesi yok sayılmışsa, bu büyük ayıp demokrasiyi bitirir. 

Çünkü; Ahmet Türk, 2016, 2019 ve 2024 yerel seçimlerinde Mardin Belediye Eş Başkanlığını (her seferinde oy artırarak) kazandı. Ve fakat üç kez de görevden alındı! 

Çünkü; 2024 Haziran-Kasım arasında: Hakkari, Esenyurt, Mardin, Batman, Halfeti, Dersim ve Ovacık Belediyelerine kayyumlar atandı. Böylece oy kullanan halka: oyunu saymıyor ve iradeni tanımıyorum denmiş oldu.  

Peki, demokrasi için bunlardan daha büyük bir ayıp olabilir mi?

***

Birkaç ayda yaşananlardan sadece birkaçını saydım. Fakat her seferinde de bu demokratik hak ve istekler devlet güçlerince engelleniyor.

Ne acıdır ki, hak arayanları engelleyen: polis, jandarma ve askerlerin tümü yoksul halk çocuklarıdır. Onlar emir alan 'neferler' oldukları için aldıkları emirle hak arayan; anne-baba-kardeş-akraba-komşu yani yoksul halka karşı duruyorlar. Hem de telaş içinde ve öfkeli-kinli bakışlarla...

Henüz mağdurlar isteklerini, 'yetkiliye' anlatma fırsatı bulamamışken, 'güç' gösterisi başlar. Bariyer-engeller konur ve su-gaz sıkma, cop sallamalar başlar. 

Bu telaş neden? Neden! Niçin!
 
Cevap sız kalan soru ve çığlıklar devam etse de hak arayanlar, haklı olanlar engellenir. (Hani; "Ağaç baltaya demiş ki: Beni kestiğine değil sapının benden olduğuna yanarım." derler ya, ne yazıktır ki yaşanan tam da böyle bir durum.) 

Bununla da yetinmezler bir de: "Halkı kin, nefret düşmanlığa tahrik ve aşağılama etmek..." suçlamasıyla bir yargılama başlatırlar... 

İşte yaşananlar ayan-beyan duruyor. 

Şimdi de en yetkili kimse ona üç soru sorup yazımızı noktalayalım:  

Sizin önlerine bariyer koydurduklarınız: dağını, toprağını, ormanını, ağacını, aşını, işini, oyunu, haklarını, özgürlüğünü korumak istiyor, siz onlardan ne istiyorsunuz?

Acaba kim, kimi: kin, nefret ve düşmanlıkla tahrik edip aşağılıyor? 

Peki, o bariyerleriniz kimi-neyi koruyor?


8 Mart 2024 Cuma

Eş fakat eşit olamayan kadınlar


Kadın anadır. "Ana" ise doğanın ana belirleyeni, en başat öznesidir.

İnsanın varoluşunda da en önemli özne kadındır.

Kadın; doğuran, doyuran, koruyan, yönlendiren, emekle, sevgiyle, bir arada tutup yaşamı belirleyendir.

Kısacası: 'ana arı' olmadan yaşam olmaz ki!

Bugün: "Dünya Kadınlar Günü". Yaşanan 'acı' ve sevinçler toplumsal bellekte unutulmadan kalsın diye seçilir böyle günler.

8 Mart 1857 günü New York'ta unutulmaz büyük bir acı yaşanmıştır. Bir tekstil fabrikasındaki 40 bin işçi hak arayışı için grevdeyken... Polis, fabrikayı ablukaya alır, grevcileri, fabrikaya kilitler ve sonra da çok büyük bir yangın çıkar...

Sonuç olarak: çoğu kadın 129 emekçi yanarak can verir! (Bu katliamın bir benzerini biz de 2 Temmuz 1993'de Sivas Madımak Oteli'nde 37 canımız vahşice yakıldığında yaşamıştık... Unutmadık!)

İşte yakılan bu 129 can unutulmaz ve dünya çapında yıllarca saygıyla anılır. 

Sonraki yıllarda 8 Mart’ı esas alan iki karar alınır.

1. 1921'de Moskova’da Alman Marksist Clara Zetkin’in önerisiyle alınan: "Dünya Emekçi Kadınlar Günü" kararı.
2. ⁠Birleşmiş Milletlerin 1977 "Dünya Kadınlar Günü" kararıdır.

Ben de bu iki kararı da saygın görüyor ve tüm kadınları, bu anlamlı gün nedeniyle kutluyor, onlara sevgi-saygı sunuyorum.

Hani; "Yergilerinizi bize, övgülerinizi de dostlarınıza yapınız." derler ya! Ben de sevgi-saygı-övgüyü çokça hak eden kadınlara, biraz da yergide bulunmak gerektiğini düşünüyorum (hem de bu günde!).

Toplumu ayakta tutan kadına erkek egemen anlayışla, kadına yönelik cinsiyetçi ayrımcılık, şiddet, cinayet ve haksızlık her gün artarak devam etmekte. Sorumlular önlem almak yerine susup seyirci kalmaktadır. Kadınların büyük çoğunluğu bu gidişi: 'kader' sayarak kabullenir, diğerleri ise sessiz-çaresiz olarak beklemede...

İşte yurdumuzdan sadece birkaç örnek:

*Türkiye, kadına yönelik şiddeti önlemek için "İstanbul Sözleşmesi" hazırlayan bir ülke iken, pişman olup imzasını çekti.
*Ve ülkemiz dünya kadın cinayeti sıralamasında, ilkler arasına girdi.
*2023 yılı içinde; 315 kadın cinayeti 248 şüpheli kadın ölüm olmuş. 
*Bir hafta önce yani 27 Şubat günü de 8 kadın hunharca katledildi!

Tabii ki, bizim bir de kadınlara dair gerçeklerimiz var. Asırlar, yıllar geçtiği halde yok edilmeyi ve yok sayılmayı kabullenip susuyor kadınlarımız.

Ve eğer, kadınlara mikrofon uzatır: "Neden, kadının adı var da hakları yoktur?" diye soracak olursanız:

Kimi: "Dinimiz, cennet anaların ayakları altındadır der!,
Kimi gözleri dolu dolu "Bilmiyorum!",
Kimi de "Kadınlarımız oy kullanıyor ya!...“
Ve benzeri çaresiz, yılgın, üzgün cevaplarla liste sürüp gider.

Eğer kadınlara:

"Eşit olmak sizin hakkınızdır. Hakkınızı birileri size ‘lütuf’ olarak vermesini beklemeyiniz. Birlik olup hakkınızı alıncaya kadar mücadele ediniz..." Derseniz, o zaman da: "Biz bilmeyiz ki..." Ve benzeri cevaplar verecek olan; bağımlı, özgün düşünmeyen, kararsız, ürkek... pek çok kadın görürsünüz.

* * *

22 gün sonra ülkemizin yerel seçimler var.

"Yerel Seçim" adından da anlaşıldığı gibi köy, mahalle, ilçe, il gibi tüm yaşam alanlarının halk tarafından seçilenlerce 'yerinden' yönetilmesini esas alan ve demokrasiyi var eden bir kavramdır.

Demokrasilerde kadın-erkek eşitliği vardır deriz ya, o halde soralım:

Yerel seçime karşı mısınız? -(Karşı olan pek yoktur.)

Yerinden yönetim olsun ister misiniz? -(Evet diyecek çok azdır.)

Kadın ile erkek eşit haklara sahip mi? - (Çok tartışmalı bir konu)..

Nüfusun yarısı kadın, 'yöneticilerin' hemen hepsi erkek!

Birçok ülkedeki sol-sosyalist-yeşil parti, 'eşbaşkanlık' uygulamasıyla bu eşitsizliğe son vermiştir.

Bizde 2014'te eşbaşkanlık kabul edilmiş ve sadece DEM parti ile mirasçısı olduğu partiler uygulamıştır. Tekçiliğe karşı çoğulculuğu yani demokrasiyi savunan eşbaşkanlık bir 'makamın'; eşit yetkili kadın-erkek birlikteliğinde yönetilmesidir.

Bu yönetim biçimi, tüm farklılıkları zenginlik sayar, çoğulculuğu, kadın-erkek eşitliğini ve kadınlara tüm görevlerde öncelik vermeyi savunur.

Peki, kadınların çoğunluğu örgüt ve partilerinden niçin eşbaşkanlık uygulamasını istemezler?

Neden yerinden yönetim ve eşbaşkanlık sözcüklerine bile karşıdırlar?

Tam da soruları sormuş ve kısa bir cevap arıyordum ki.. FLAŞ! FLAŞ!:

CHP Afyonkarahisar Belediye Başkan Adayı Burcu Köksal:
"Seçildiğimde belediyenin kapıları DEM Parti hariç her siyasi partiye açık olacak" derken hemen yanında CHP lideri Özel vardır. Fakat, susar! Ancak Burdur’a varınca bu sözleri: “Sürçü lisan!” ilan eder.

Olan olmuş, bir kadına yakışmayan ‘faşist-eril’ sözler artık 'gündem' olmuştur!

Bizler bu ayrımcı, ırkçı, tekçi, üstenci sözlerin yabancısı değildik aslında. Bunlar medyada sık sık duyulan, söylenen, bilinen, tanıdık sözlerdi.

Medya bu sözleri 'bir ilk' sayıp 'gündem' yaptı, düşündürücü değil mi?

Oysa şimdi sözleri 'faşistçe' bulan medya; her gün üç-dört kiralık kişisine, DEM hakkında yalan, iftira, karalama yaptırdı ve hiç söz hakkı vermedi. Yetinmeyip o kiralık kişileri bakalım DEM'e kim daha çok hakaret edecek diye yarıştırdı.

Nereden nereye...

İşte bu medya tüm yaptıklarını unutmuş olacak ki, şimdi de kapıkulu olduğu rantçı sahipleri için bir 'fırsat' arayışında.

Doğrusu haftanın konusunu oluşturan bu sözleri duyunca ben de irkildim ve oturup araştırdım:

Burcu Köksal, 1980 faşist ikliminde doğmuş ve sözlerinden de anlaşılıyor ki, bu iklimin etkisinde kalmış bir avukatmış(!) (hukuk-etik ve faşizm nasıl uyuşur ki!). CHP'den dört dönemdir Afyonkarahisar milletvekili, TBMM'de grup başkan vekili hem de CHP Afyonkarahisar Belediye Başkan Adayı. Yani parti adına konuşabilecek önemli bir kimlik(miş).

Afyonkarahisar meydanında dili mi sürçtü yoksa bilinçaltı mı dile geldi konusu tartışılırken… Barış Yarkadaş, CHP Afyonkarahisar il başkanı ve çok partiliye bu soruyu sormuş.

CHP Afyonkarahisar örgütü kısaca: “Arkadaş, bizim anlayışımız bu!" demiş...

Başkan adayı bu sözleriyle; öfke ve kinini dile getirerek bir nefret suçu işlemiştir. Bu sözleri erkek egemen meydana; hoş görünmek için bile-isteye seçerek ve bilinçli olarak söylemiş....

Ve bu faşistçe sözleri meydandan coşkulu kabul ve alkış almıştır!

Durun bakalım bu faşist gidiş nerelere varacak ve nasıl duracak.

Burcu Köksal unutmasın ki, biz barışçı insanlarız, öfkelensek bile kin tutmayız ve kapılarımız da 'insan' olan herkese açıktır.

18 Aralık 2020 Cuma

En Büyük Suç ‘Nefret Suçu’


On gün önce yaşanan bir olayın etkisi ve yankıları henüz bitmedi: 


Başakşehir spor kulübü, şampiyonlar ligindeki rakibi PSG’nin sahasında oynuyordu, maçın 4. hakemi, Başakşehir'in yardımcı antrenörü Pierre Vebo'ya ırkçı bazı sözler söylemişti. Bunun üzerine Başakşehir durumu protesto edip sahadan çekilmişti. Hakemin bu ırkçı-faşist davranışı hem yurtiçi hem de yurtdışı medya ve kamuoyu tarafından lanetlenmişti.  Haklı olarak sahadan çekilen takımımız ise büyük destek ve alkış almıştı.   


Yakın bir zaman önce Fransa'da da polisin sokaktaki göstericilere şiddet kullanması lanetlenmiş, demokratik hakları engellenip şiddetle karşılaşılan göstericiler haklı görülmüştü...Eğer istersek ülkemiz dışında yaşanmış ve tepki almış pek çok faşist saldırı ve anlayışı da sayabiliriz.

  

Peki, ülkemizde bunlara benzer pek çok örnekle karşılaştığımız halde, neden bu ırkçı anlayışlara karşı duranların sayısı çok az? 

 

Niçin geçmiş yıllarda değişik kentlerimize spor karşılaşmaları için gitmiş olan Amedspor'un oyuncu, yönetici ve taraftarlarına yapılan ırkçı saldırıları kınayıp, lanetleyenler çok az sayıdaydı? 


Oysa:

Her insan, doğarken sahip olduğu fiziki görünüş ve genetik yapısıyla yaşama hakkına sahiptir. İçine doğduğu çevre ve toplum da ona bazı kimlik ve haklar verir. Adı, soyu, anadili, inancı, yaşam tarzı gibi her kişinin kendine özel olan bu hakları, nefes alıp yaşamak kadar önemli ve gereklidir. Ve bu kimlikler değerli-saygın-dokunulmazdır.


Oysa:

Hiçbir demokratik ülkede parmak hesabı, kanun, buyruklarla bu haklar yok sayılmaz, yok edilemez. Eğer herkes insan haklarına hoşgörü gösterip saygı duyarsa, ancak o zaman ülkede barış içinde huzurlu bir toplumsal yaşam olur. 

 

Ama eğer o ülkede demokrasi yoksa ve 'insan hakları' bir zümrenin çıkarlarına uygun değilse, o zaman bu haklar baskılanır ve yok sayılmaya çalışılır. Çalışılır dedim, çünkü var olan hiçbir şey yok olmaz/olamaz. O, zamanla bir orman misali; yeniden filizlenir, gelişir, değişir, gürleşir. 


 *** 


Bugünlerde daha hiçbir mahkeme kararıyla suçlanmamış, 6 milyonu aşkın vatandaşın oyunu alarak ülkenin üçüncü büyük partisi olmuş olan HDP'ye yöneltilen ırkçı söylemlere ve yargısız infazlara karşı niçin sessiz ve tepkisiziz? 


Sanırım bu partinin tek suçu; ülkedeki tüm halkların sorunlarını dile getirmesi ve oylarının büyük bölümünü de Kürt vatandaşlardan almış olması...


Peki, her gün ekranlarını bu partiye iftira, hakaret ve küfür edenlere açanlar, niçin mesleki etik kuralları gereği olarak, bir gün de 'siz de gelin bu söylenenlere cevap veriniz' demez/diyemezler?   


Zaten TRT'yi unutmuştuk, haydi bunlara da "özel kanal" diyelim. Peki, bakınız: bir bakan, bir genel başkan ve bir genel başkan yardımcısı ne diyor, biraz da onları duyalım: 


Bakanİçişleri Bakanı Süleyman Soylu, yani ülkenin huzur ve güven içinde yaşamasını sağlamakla görevli olan makamın sahibi. O, ülkenin sağlık ve eğitim harcamaları kısıtlanırken, büyük meblağlar aktarılan bir bakanlığın başında. Bu bütçeyle, ülkede birlik ve huzuru sağlayacak bir 'barış iklimi' sağlamak yerine, büyük masraf gerektiren; top, bomba, füze, uçak gibi çevreyi ve canlıları yok eden, büyük acılar yaşatan ölüm araçlarına yatırım yapıyor. Yani 'güvenlikçi' bir anlayışla çalışan bir politikacı.

  

Soylu, bakanlığının 2021 yılı bütçesini savunmak için gittiği TBMM'de konuşuyordu. Fakat sanki genel kurulda konuşmaya değil de sadece HDP'ye sataşmaya gelmişti. Ses tonu, jest ve mimikleri bir ergeni anımsatıyor ve tıpkı onların psikolojisi ile konuşuyordu: Oh! Oh! Ohhh!.. diye, diye, parmak sallaya sallaya, meydan okuya okuya, tahrik ede ede hakaret ediyordu partiye ve vekillerine... 


Genel Başkan, MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli, onun da hedefinde HDP var: "HDP bir terör sorunudur, bölücülük yuvasıdır, fitne tezgahıdır, demokratik güvenliğimize doğrulmuş melun bir silahtır. ... Kapısına açılmamak üzere kilit vurulmalıdır." diyor... 


Yardımcı: MHP Genel Başkan Yardımcısı E. Semih Yalçın, onun da hedefinde HDP var: “HDP/PKK halk düşmanıdır, tabiat ve insanlık düşmanıdır. Terör örgütü HDP/PKK, kâmilen itlafı gereken bir siyasi haşere sürüsüdür. Ağızları kapatılması gereken kravatlı mazbatalı Güruhtur” diyor. 


Görüldüğü gibi yardımcının kini diğerlerinden bir doz daha fazla, hiç gizleyip saklamamış duygularını, bu, buram buram kokan bir 'nefret söylemi'


"Kâmilen itlafı gereken bir siyasi haşere sürüsü" ne demek!? 

 

-Milyonlarca insanı kimyasal silahlarla yok etmek demek! 

 

-Nefret Suçudur bu, insanlığa karşı işlenmiş olan en büyük suç...

  

Bu sözler; Nazilerce Yahudilere, Amerikalılarca Kızılderililere, Saddam tarafından Kürtlere, Japonya'da, Vietnam'da ve daha pek çok ülkede milyonlara bomba ve kimyasallarla yapılan insanlık suçu katliamları hatırlatıyor. 


Tüm bu söylenenleri duyan diğer partiler, üniversiteler, sivil toplum kuruluşları, bilim insanları ve vatandaşlar; vicdanlarına karşı mahcup, korku içinde, sinmiş, susmuş bir durumda. Ve işin en acı tarafı da yasal görevi bu tür nefret söylemlerini başka makamlara sormadan sorgulamak olan savcılar da işlem yapamaz olmuş... 

 

Eğer böyle olmuşsa... Demek ki, ...  


Demeyelim, varsın cümle böyle yarım kalsın...

  

En iyisi, sevsinler sizin insaniyetten uzak kalmış yerli ve milli milliyetçiliğinizi... 

 

Diyelim gitsin. 

 


Diğer yazılarım için: tıklayınız