27 Mart 2020 Cuma

GÜNDÜZ ve GECE

Sevilmek mutluluk değildir.
Her insan kendi kendini sever;
ama mutluluk bir başkasını sevmektir.
                                                                      / Herman Hesse                                             

Gündüz ve gece; uzaydaki yerinde çakılı duran Güneş’ten, döne döne kaçan Dünyanın, görünen ve saklı kalan noktalarında yaşanır.

Dünya küresinin uzaydaki duruşu, kendisi ve Güneş etrafında batıdan-doğuya devinimi (dönüşü) sonucu oluşan saat, gün, gece ve gündüz… 

Dünya üzerinde bir yerin; ekvator, dağa, ovaya, nehre, göle, denize uzaklığı, yakınlığı, güneş ışığının geliş açısı vb. etmenlere bağlı olarak oluşan iklimsel farklılıklar... İşte bizler böylece yaşarız; gündüzün aydınlığını, gecenin karanlığını, sıcaklığı, soğukluğu, nemi, yağmuru, kar ve doluyu... 

Gündüz ve gece, değişmez gerçeklerdir. Bu gerçekler, pek çok işlevi ve sonuçlarıyla yaşamımızın; fiziksel-biyolojik-sosyal alanlarını etkilerler. Yazımız, bu etkilerden fen-bilim kaynaklı olanlarını es geçerek, daha çok sosyal yaşama etki edenler üzerinde yoğunlaşacak.  

Tan ağarmasıyla başlayan günün alacalı aydınlığı, sonraki saatlerde yavaş yavaş artarken, uzun gölgeler de kısalmaya başlar. Saat tam gün ortasını gösterdiğinde; ışık en parlak halini alır, gölgeler de en kısa durumlarına gelirler.

Gün yarısından hemen sonra, bu döngü tersine döner, ışık giderek azalmaya, gölgeler de uzamaya başlar… Bu durum, dünyanın oluşumundan günümüze kadar hep vardı ve var oldukça devam edecek olan bir döngüdür.

Gün, güneşin gün batımındaki çaresiz kayboluşla yavaş yavaş alaca karanlığa, o karanlık ise, yol alarak zifiri karanlığa dönüşür gece yarısı olduğunda. Sonra da o gizlerle dolu zifiri karanlık; ömrünün yarısını düne, yarısını da yeni güne vererek paylaşır.

Dünün hemen peşi sıra o bilindik nakaratla yeniden başlar yeni bir günün kurgusu, döngüsü ve doğum sancısı…

Gündüz aydınlığın görevi; her yana ışık salmak ve görünür kılmaktır her şeyi. Görmek istemeyene "ışığım sana yetmedi mi" diye sormaz, kızmaz, karışmaz hiç kimseye. Görmek isteyen, görür-düşünür, görmek istemeyen ise, görmez-düşünmez. 

Zaten, “herkes bakar ama kaç kişi görür ki!..”.

Gece karanlığının görevi; her yana karanlık salmak, görünmez kılmaktır her şeyi… Karanlık kendince, görmek isteyeni ve görmek istemeyeni eşitlediğini sanır. Ama yanılır! Çünkü, gündüz görenler; hem görür hem de düşünürlerdi!.. Onların bu istekli oluş ve düşünerek karar verme yetileri, karanlıkta da görünür kılar gerçekleri. Görmek istemeyen ise, zaten düşünmeye gerek duymadığı için karanlıkta da anlamak istemez olup bitenleri...

***

Doğada devam edip gelen ve sürüp gidecek olan o bilindik döngüye dönelim yeniden:

Gündüz aydınlığının ve gece karanlığının her bakışa göre değişebilen yarar ve zararları vardır: Kimi görmek ister, kimisi istemez. Kimi aydınlığı sever kimi de karanlığı…

Gecenin alacalı karanlığı başlamış olsa bile, henüz dingin sessizlik korkulu karanlığa dönmemiştir. Henüz haz veren güzellikleri, zifiri karanlık yutup, yok etmemiştir daha… 

Hele bir de bulunduğunuz yer, bir ırmak, nehir, göl, deniz yakındaysa!...(Hani  su hayattır derler ya!..) İşte o zaman suyun şırıltısını, dalgaların şapırtısını, hatta yakamozun büyüsüne kapılmış balıkların ve yıldızların göz kırparak dansını bile görebilir, izleyebilirsiniz… 

Hele de Ay’ın dolunay zamanıysa... Hele de o Ay, yaramaz çocuklar gibi bulutlara dala çıka, köşe kapmaca ve saklambaç oynuyorsa… İşte o zaman günün yorgunluğunu, hayatın yüklerini biraz olsun unutur, sevinir, mutlu olursunuz. Ve günün yorgunluğunu deliksiz bir uyku ile sonlandırıp dinlenirsiniz. 

Tabii ki, bu güzellikler her coğrafyada aynı şekilde ve her zaman olmaz.

Bir de kötülükleri vardır zifiri karanlığın. O, suçları örten, suçluları koruyan, tüm renk ve boyutları görünmez kılandır. Tüm kötülük pınarları karanlıktan doğar, ondan beslenir.

Çıkarcılar, zifiri karanlığı çok sever ve hep o fırsatı beklerler. Oysa “insani” bakışla bakıp, düşünenler; gecenin o insafsız, vicdansız girdabı içinde karanlık/saklı kalmış anı, acı ve çaresizliklerinin depreşmesiyle sarsılır, üzülürler.

Bunun için eğer karanlık kötülüktür dersek, çok da yanlış bir tanım yapmamış oluruz. Karanlığa karşı çıkmak, itiraz edebilmek bir erdemdir, budur insanı “insan” kılan ve insan kalmamızı sağlayan…

Zulüm, sömürü ve savaşın olduğu yerlerde zalimler, zifiri karanlığa sığınır, aydınlıkla savaşırlar. Karanlık gerçekleri gören, düşünen, karşı duran ve yok olmasını isteyen herkesi de “tarafsız değil” diye suçlar, karanlık zindanlara atarlar.

Tabii ki tarafsız olamaz, insani düşünen hiç kimse. Çünkü sömürü, savaş, ölüm ve zulmün olduğu yerde hiç kimse tarafsız olamaz, olmamalı!.. Erdem sahibi her kişi, ezilenden yana olup, zalime karşı olmak zorundadır.

İşte bu duygulardır, insanı yağmur öncesi bir sıkıntı gibi yoran, feryat ettiren. Bu sıkıntıların kaynakları olan virüsler yok edilmeli, bunlar çoğaldıkça-durdukça demlenir; öfkeye, kine, salgına dönüşür.

Yıllarca sorunları; hukuk ve adaletle çözmek yerine, “kol kırılır yen içinde kalır” gibi ırkçı, koruyucu bir anlayışla çözmeye çalıştılar. Ayıpları, günahları, cinayetleri ve bilindik olan katilleri bile görünmesinler diye halının altına süpürerek gizlemeye çalıştılar. Hep belleklerdeki ağır yüklerin, zalimlik ve zalimlerin zamanla unutulacağını düşündüler. Zulmün öfkeye, öfkenin kine dönüşeceği gerçeğini öngöremediler ve yine yanıldılar. 

Çok yanıldılar…

İşte dili yok diyerek dilsizlikle suçladıkları, haklarını, özgürlüklerini yok ettikleri, katillerini görünmez kılıp, ölülerini bile sakladıkları insanlar şimdi: Hesap soruyorlar. Karanlıklara ışık tutup aydınlatmak, gerçekleri görmek, göstermek istiyorlar.

Ve işte yine yanıltmadılar bizi: Dünya pek çok bilinmezi olan coronavirüs ile yaşamsal bir savaş verirken... Daha dün, böylesi günleri fırsata çevirmek isteyen o karanlık sevicileri;, Kanal İstanbul ucubesi için ilk adımlarını attılar…    

Diğer yazılarım: tıklayınız

20 Mart 2020 Cuma

“KEŞKE…”


Toplumu oluşturan her birey; kişiliği, işi, eşi, ailesi, okulu, arkadaşları, ülkesi ve yakın-uzak çevresinden kaynaklanan sorun-çelişki-mutluluk birlikteliği içinde yaşar.

Eğer birey, hedefine ulaşıp başarırsa mutlu, başarısız olup hedefine ulaşmazsa da mutsuzdur. Yaşam, bu zıtlık ve birliktelik içinde sürüp gider.  

Toplumlar, paylaşarak, ortaklaşa bir işbirliği içinde birlikte yaşamayı hedeflerler.
Bu birlikteliğin bir amacı; huzuru sağlayıp giderek, mutluları çoğalan, mutsuzları azalan bir düzen oluşturmaktır.

Diğer bir amaç ise; dünden bugüne insanlara ve diğer canlılara çokça acı ve ölüm yaşatmış ve daha da yaşatacak olan insan kaynaklı ve doğa kaynaklı olaylardan korumaktır.

İnsan ve yönetimler:

Sömürü ve paylaşım savaşlarını ortadan kaldırmak, barış içinde yaşamak öncelikli görevimizdir. Çünkü bu savaşlar; hem doğal çevreyi yok eder, hem de insanlara ölüm ve acıyla biten büyük zararlar verirler.

Yaşamayı hak etmek için zorluklarla mücadele etmek, barışı getirmek gerek. Bu da ancak her kişi, grup ve önderin birlikte harcayacağı yoğun emekle mümkündür.

Toplumların, çevresel sorunları yok edecek, huzur ve güveni sağlayacak görevlilere ihtiyacı vardır. Bunların kimi seçimlerle, kimileri de seçimle gelenlerin seçimiyle belirlenir. Bu kişileri; başkan, bakan, mülki amir ve diğer hizmet alanlarındaki çalışan yargıç, doktor, öğretmen, asker, polis… gibi uzunca bir liste ile sıralayabiliriz.   

Hani bu görevlendirme ve organizasyonun; toplumsal ve çevresel sorunları yok edip huzur ve güveni sağlamak için kurulduğunu söylemiştim ya bu günümüzde ham bir hayal. Günümüz dünyasında bu organizasyonlar sadece sömürü ve paylaşım savaşlarının birer neferi olarak çalıştırılıyor.  Tek bir amaçları var: mutlu bir azınlık yaratmak.        

Ne zaman ki, toplumsal ve doğasal bir felaketle karşılaşılır işte o zaman mutlu bir azınlık yaratmak peşinde uğraş verenlere dönüp; "ne yaptınız?" dercesine bakılır.

Yani olayın sonuçları sıcağı sıcağına ortaya çıkınca…

Yani zorluklar; yaşanamaz, katlanılamaz sonuçlar doğurunca…

Yani acılar yaşandıktan, iş olup bittikten sonra...

İşte o zamanlarda cılız da olsa sesler ve itirazlar yükselir.

Sonunda kaçacak bir kuytu köşe (dalda) bulamayan etkili/yetkili özneler ve işbirlikçileri (ürkek-korkak poz vererek); ekranda, meydanda, salonda halkın karşısına çıkar hamasi nutuklar çeker… Üzüntü ve pişmanlıklarını; keşke/keşki/bari/ne olurdu sözcükleri ile bezenmiş cümlelerle dillendirirler.

Dinleyenlerin çoğu bu tür samimiyetsiz tür söylemleri: yarım ağızla yapılan konuşma veya ilmi siyaset(!) olarak değerlendirir.

Haksız da değiller...

Çünkü özeleştiri yapan, özür dileyen kişi kısaca; “Ben, görevimi gereğince yapmadığım için başarısız oldum. İnsanlar zarar gördü, istenmeyen durum ve üzüntüler yaşandı… Başarısız olduğum için artık bu görevi yapmam. Bu görevi yapabilecek olan birilerini arayınız ...”  demek istiyor demektir.

Tabii ki, özeleştirisini yapıp özür dileyen, eğer halka saygı duyan, samimi bir kişi ise; mutlaka ve hemen görevinden ayrılmalıdır.

İşte o zaman özeleştirisi ve özür dilemesi anlam kazanır, o zaman hoşgörüyü hak eden, saygıdeğer ve erdemli bir davranış göstermiş olur.  

Fakat ne yazık ki o yetkili kişiler sonrası günlerde, bu erdemliliği göstermezler. Sanki hiçbir şey olmamış gibi: “Bizler halkımızın emrindeyiz ve görevimizin başındayız.” Deyip yapışık oldukları koltuklarında mutlu azınlık için çalışmaya devam ederler.

Doğa kaynaklı olaylar:

Doğanın nitelik ve devinimleri sonucunda oluşan, keşke deyip ağıtlar yakmakla çare bulunamayan olaylar, bilinmez gün ve saatlerde bazı bölge ve ülkelerde olurlar. Biz onları: deprem, kasırga, volkan, sel, çığ, erozyon, yangın… olarak sayardık (nedense salgınları unutmuşuz!..).

Bugünlerde  Coronavirus” isimli küresel bir dert çıkıverdi bölgeleri, denizleri, ülkeleri aşarak tüm sıralamaları altüst edip en ön sıraya yerleşti.

Bu küresel olaylar; soy, sop, zengin, fakir, sınır tanımaz, büyük acı, kitlesel ölüm, kıtlık yaşatarak sosyal yaşamı olumsuz etkiler, ekonomilere diz çöktürür. Dünyanın bugünkü bilimsel ve teknik güçleri, henüz bu olayları engellemeye ve durdurmaya yetmemektedir. Bunun için de bu felaketlerin sebep olduğu zarar ve kayıpları en aza indirecek uluslararası dayanışma ve işbirliğine ihtiyaç vardır.

Her ülkenin merkezi ve kent yönetimleri, bu amaçla uluslararası işbirliği ve bilimsel araştırmalarında birer paydaşı olarak yer almalı, katkı verip önlemler almalıdır.

Kısa Kısa..

Bilime olan inancım, dünya gündeminde ön sıraya yerleşen “Coronavirus” salgının dünyaya dersler ve zarar vererek yenileceği yönündedir.   

O zaman biz de yeniden ağırlıklı olarak ülkemiz sorunlarına döneceğiz.

Biliyorsunuz pek çok yer gibi İstanbul da deprem bölgesi, her an büyük bir deprem olabilir. İstanbul’da en çürük alan da Avcılar bölgesi… “Kanal İstanbul” denen ucube, İstanbul’un su kaynağı Terkos’u ve bitek tarım arazilerini bol köprülü bol betonlu rantiyelerle  bezedikten sonra Avcılar’da denizle buluşacakmış!…

Peki, böyle bir felakete hazır mıyız?   


Diğer yazılarım: tıklayınız



13 Mart 2020 Cuma

İZ BIRAKMAK

                                                                                                                               Her niyeti iade eder tabiat:
Senin baktığın da sana bakar.
                                   /Murathan Mungan                                             
Her insan, yaşam boyu işinde-uğraşında; söz, ses, yazı, çizi, buluş, iyilik, kötülük... vb. eylem, söylem ve davranışlarda bulunur. İşte bu kısa-uzun süreçte her kimlik kendine özgü, her biri birer imza olan iz'ler bırakır ve bu izlerle tanınır, anılır olurlar.

Yaşam karşıtlıklar ve karşılıklar üzerine kurulmuştur. Karşıtlıklar, olup biten olayları, karşılıklar ise karşı tarafta bırakılan iz'leri sağlar, gösterir.

Yaşam, bir insanın zaman içinde doğal ve sosyal çevresiyle karşılıklı olarak etkileşimdir. Bu etkileşim sürecinde insanlar, doğaya ve sosyal çevreye imza atmış gibi iz'ler bırakır, o çevrelerden de iz'ler alırlar.

Herkes bulunduğu çevrede deneyimleyerek öğrenir, olgunlaşır, derinleşir, boyut kazanır ve kendine özgü davranışlarıyla "kendisi" olur. Sonra da kimliğini oluşturan bu izleri daha görünür/yaşanır kılmak için paylaşmak ister.  

Çünkü paylaşmaktır bizleri farklı kılan ve var eden. 

Her tanış olduğunuz kişi sizde, siz de onda bir iz bırakırsınız. Kimi iz'ler silinir gider daha gün son bulmadan. Kimi iz'ler de arkadaşlık, dostluk, yoldaşlık bağlarıyla düğümlenir ve bu bağ kalıcıdır, iki taraf çekip gitmeden terk etmez onları.

İnsanlık tarihi boyunca süregelen iz'leri üçe ayırabiliriz:

Birincisi; hemen o anlık olup-biten iz'lerdir.
Bu iz'lerin sahipleri sıradandır, hemen hiç dile gelmez, kök salmaz, solar, silinir, unutulur giderler.

İkincisi, çıkar için insanlığa savaş açan iz'lerdir. Bunlar; sömürür, yıkar, öldürür, büyük acılar yaşatır, böylece unutulmaz kılarlar kendilerini…
Bu iz'ler günah kokar, acı verir, üzer, inletir, içini oyar insanın, çağlar geçer unutulmaz.
Bu iz'lerle birlikte bu iz'lerin failleri de toplumsal belleğe kara bir leke olarak kazınır/yazılır hep lanetle anılırlar. Gerçekleri öğrenen fail yakınları da onları ve olanları utançla anar, bağlarından dolayı utanç duyarlar.

Üçüncüsü, demokrasi ve güven içinde, özgür, sağlıklı, mutlu bireylerin olduğu bir yaşam için… Kısacası, “insanlık” için verilen mücadele, yapılan iş, kazanım ve buluşlarla unutulmaz olan iz'leridir.
Bu iz'ler, insanlığın onur sayfalarında yer alır, yaşam, barış ve sevinç kokarlar, insanlara mutluluk ve coşku verir, çığlıklar attırırlar. 
Bu iz'ler de o iz'i bırakanlar da çağlar boyu sevgi ve saygıyla anılırlar. 

***

Her öznenin birer özelidir iz'ler. 

İz'lerin bazı farklılıklarını belirtsem de genelde iç içe karışık yazdım onları. Muradım; herkesin yaşamdaki izlerini, arayıp bulması, ayna tutup bakmasıdır kendine...

İz'lerin oluşumunda etkili olan üç ana öge vardır: zaman, coğrafya ve insanlar. Demek ki zaman, coğrafya ve oradaki halkın ortaklaşa (kolektif) bir ürünüdür iz'ler. 

Fakat!... Ne yazık ki, 'resmi tarih' bu ortaklaşa birlikteliği hep unutur:

  • Bu iz'leri, hep bir kişiye/güçlüye/kahramana özgü kılar. 
  • (Ve bir hatırlatma daha): İz sahibi olan; kişi/güçlü/kahraman da çoğunlukla erkektir!.. 

Her toplumun en büyük korkusudur iz'siz olmak.

Budur geri kalmanın, yoksul olmanın asıl nedeni. 

İz'sizlik, hiçlik duygusu verir ve o toplumu özgüvensiz kılıp, yalnızlaştırır. 

Dünyada böylesi iz'siz toplumların çoğalmaması için; insan olmayı en üst kimlik sayan, insanı merkez alan anlayışların çoğalıp, buluşması ve iyiliklerin paylaşılması gerekir.

Çevre ve tüm insanlık için barış, demokrasi, özgürlük, mutlu bir yaşam sağlayabilen iz'ler önemli ve anlamlıdır. Sadece bir bölgeye bir kesime çıkar sağlayan uygulama ve iz'ler ise, diğer taraf için savaşlara, felaketlere, acılara kapı açar.


“Corona Virüs Olayı”

Dünyaya korku ve yılgınlık salıp, panik yaratan Corona Virüs Olayı”... 

İşte insanlık adına ortak çözüm gerektiren bir konu:

Bu olay; soy, sop, sınır tanımayan, seri ölümlere neden olan, ekonomilere diz çöktüren tüm dünyayı ve insanlığı karşısına alan ortak bir dert. 

Yazı konumuza bir örnek olarak kabul edecek olursak, bu soruna çözüm olacak her çaba, her adım: insanlık için çok saygın bir iz bırakmış olacaktır tarihe…

Ve bu soruna çare olacak buluşlar, çağlar boyu anılarak, alkışlar alacaktır.

O halde İZ'lerin yerli ve milli olması değil, insani olması önemlidir.


Diğer yazılarım:tıklayınız