24 Kasım 2017 Cuma

Öğretmen mi, Hoca mı?


Eğer bugün “Öğretmenler Günü” ise; öğretmeni, öğrenciyi ve onları bir araya getiren eğitimi ilgilendiren her şeyi (tabii ki diğer ülke sorunlarını unutmadan) konuşmak gerek.

Bugün eğer öğretmenler okullarında (öğrencileri ile) güvende değillerse, mesleki, sosyal, psikolojik ve ekonomik sorunlar yaşıyorlarsa bunları konuşmak gerek. 

Böyle bir günde; binlerce öğretmen ve akademisyen kesinleşmiş mahkeme kararı olmaksızın KHK’lerle işlerinden “ihraç” edilmiş, çocukları ve yakınları ile birlikte açlığa mahkûm edilmişse...
Ve bu haksızlığı kabullenmeyip işlerine geri dönüş için ölümüne direniş başlatan Semih Özakça ile Nuriye Gülmen'i konuşmak gerek. 

Böyle bir günde, niçin milyonları ilgilendiren eğitim sorunları ve çözümleri için; eğitimci, veli, STK, üniversite, Talim Terbiye ve Eğitim Şurası görüşlerine başvurulmadığını… 
Niçin 4+4+4 ve Proje Okul uygulamalarıyla tüm okullarda  İmam Hatip Sistemi kurulduğunu... 
Niçin sadece “tek adam”; “Ben TEOG'u, YGS ve LYS’yi beğenmedim değişsin!..” dedi diye acele ile değiştirildiğini sorgulayarak konuşmak gerek.

İşte bugün böyle bir gün isteyen kutlasın, isteyen tüm olanları düşünsün, elbirliği içinde çocuklarımız, öğretmenlerimiz  ve geleceğimiz için çözümler arasın. 
*** 
Belki yazım için seçtiğim "Öğretmen mi, Hoca mı?" başlığı, size garip ya da sıradan gelmiştir. İşte bu başlığı seçmemdeki nedenler:
 
Günlük yaşamımızda hem “Öğretmen” hem de “Hoca” sözcükleri çok sık kullanılır.
Öğrencilerin sınıf öğretmeninden sonra gelen öğretmenlerine “Hocam” demeleri; onlar için sanki bir büyüme, ergen olma söylemidir ve bu hitap  üniversitede hatta sonrasında da devam edip gider.

İşin ilginç tarafı da, öğretmen olduğu halde “Hoca” olarak anılmak isteyen ve bundan haz duyan çok sayıda öğretmenin bulunmasıdır. 

Oysa en güzel isim, insanın kendi ismidir derler. Bir öğretmenin kendi meslek adı ile değil de, başka bir adla anılma isteği oldukça önemlidir. Bunun sosyal ve psikolojik nedenlerini düşünüp, konuşmak gerek.   

Bilge bir öğretmen olarak insanlık tarihinde yer alan Konfüçyüs öğrencilerine:
“Her gerçeğin dört köşesi vardır. Bir öğretmen olarak ben sana birini veriyorum, diğer üçünü bulmaksa senin işin...” der.

Bu özlü sözden anlaşılacağı gibi öğretmen işi bitiren değil, başlatandır.

İşte tam da budur eğitim ve öğretmenlik. Bu eğitim sürecinde bireyler, işbirliği içinde, katılımcı, soran, sorgulayan, eleştiren, özgür ve özgündürler. Bilgi ve beceriye yaparak, yaşayarak içselleştirerek ulaşırlar.

Öğretmen eğitim sürecinde rehber, öğrenciler ise odak/hedef/özne'dir: Öğretmen farkına varacak, farkındalık yaratacak, öğrencisine öğretirken ondan da öğrenecektir. Öğrencisini yönlendirip geliştirirken kendisini de; değişen şartlara, zamana, çevreye, bilim ve teknolojiye göre yenileyecektir. Özet olarak öğretmen; öğretmeninden öğrendikleriyle öğretmenlik yapmayandır. 

Hoca veya Hocalık sisteminde esas ve özne olan ezberletilen bilgilerdir; bu bilgiler "neden, niçin, nasıl" soruları ile sorgulanmaz, eleştirilip, yorumlanamaz. 
Böyle bir ortamda yetişen hoca kürsüsünde oturarak; kendisine ezberletilerek öğretilenleri, (genellikle, emir-yasak ve öğüt olarak) karşısındaki kişilere anlatan (vaaz eden) kişidir. Hoca, hocalarından öğrendikleriyle yetinir ve onlar gibi hocalık yapar.  
Hocanın anlattıkları "kesin ve değişmez" kabul edilir, "talebelerin"  eleştirme, sorgulama, yorumlama ve tartışma yapmalarına izin verilmez. Eğer sorup sorgulamakta ısrarcı olanlar olursa onlar da; “İnanç sistemi sorgulanamaz!” diye azarlanır, ayıplanır, yadırganır. Bu sistemde zaman, çevre, bilim ve teknoloji önemsizdir, orada itaat esastır.

Öğretmenlerin işi özgür bireylerle... Hocaların işi ise bağımlı ve itaat eden kullarla... 

Hani “Perihan Abla” dizisinde Perran Kutman haklı olarak; “Hoca Camide evladım, hoca camide... Ben öğretmenim” derdi ya. Gerçekten de hoca camide…

Eğitim sürecini hocalara teslim edecek olursak (ki hızla oraya doğru gidiyoruz), o zaman ortaçağa doğru zorlu bir yolculuğumuz var demektir.

Eğer çok sayıda öğretmenlerimiz bu yola “Hoca” olarak devam etmek isterlerse onlara ne diyebiliriz ki? 
***
Günlük yaşamımda bunları düşündüğüm (“soru sorulamayan” olmayı, öğretmen ve akademisyenlere  yakıştıramadığım) için; meslektaşlarıma, öğrencisi olduğum, ya da sohbet ettiğim tüm akademisyenlere “öğretmenim” diye hitap ederim. İşte iki örnek:

Geçen yıl, "Felsefe Atölyesi" anlatılarını zevkle dinlediğim Prf. Dr. Kenan Gürsoy’un haftalarca öğrencisi oldum. Bir söyleşide kendisine, niçin “öğretmenim” demek istediğimi anlatmış ve o şekilde de hitap etmiştim. Ve Sn. Gürsoy da bu hitap şeklimi yadırgamamış kabul etmişti...

Bu yıl da, Kadıköy Belediyesi Akademisi’nde üç oturum Yurttaş Temelli Siyaset sunumunu yapan Prf. Dr. Yüksel Taşkın’ın öğrencisi oldum. O da dinleyicilerinin katılımına önem veren bir kişi. 

Bir oturumda söz aldım ve ön açıklama yapmadan söze “öğretmenim” diye başladım. Sn. Taşkın hemen araya girdi ve “Ben öğretmen değilim” dedi.  O anda (daha cümlesini noktalamamışken) çok şaşırmış, üzülmüş ve bozulmuştum. Sn. Taşkın hemen peşi sıra “Çünkü benim akademik unvanlarım KHK ile geri alındı.” açıklamasını duyunca da, büyük bir acı ve üzüntü yaşadım, öfkelendim.

Tüm eğitim emekçilerine saygı ile... 


NOT: 2017 yılında "Fark Yaratan Öğretmenler" projeleri ile ortaya çıkmaya başladı. İçlerinde; kız-erkek "talebe"leri ayırıp "Hadis Halkası" yapanlar ve "Ümmetin Anneleri"  korosunu hazırlayanlar da var. Şimdi gel de bunları göremeyen hain PISA'cılara kızma.


AÇIKLAMA: Bu yazı için çokça olumlu geribildirimler alırken, Süheyla Aker arkadaşımdan çok önemli ve katkı sağlayan bir eleştiri aldım: Farsça ‘da hâce (çoğulu hâcegân) Türk­çe’ de “hoca” kelimesinin isim olarak "ev reisi, kethüda, şeyh, pîr. hükümdar, başbuğ, tacir, kadın, gönül" ve sıfat olarak "zengin, büyük, yüce" gibi değişik anlamları vardır. Sn. Aker’in bu katkısına çok teşekkür ediyor ve yazıma bir açıklama olarak eklemek istiyorum. Aslında yazımda eleştirilen “Hoca-Hocalık” anlayışı; inanç sistemini günlük çıkarlara ve politikalara alet edip okulları da buna merkez kılan zihniyettir. Eğer bu amacımı gereğince açıklayamamış ve akademik ünvan sahibi bilim insanlarını üzmüşsem çok üzülürüm ve özür dilerim. Saygılarımla…25.11.2017 


Yazarın diğer yazıları için tıklayınız

17 Kasım 2017 Cuma

Bio-Psiko-Sosyal Varlık



İnsanoğlu, biyolojik, psikolojik ve sosyal bir varlıktır. Kısaca, “İnsan bio-psiko-sosyal bir varlıktır.” da diyebiliriz. Nasıl ki, bir cisim için en-boy-yükseklik, bir düzlem için aynı doğru üzerinde bulunmayan üç nokta olma zorunluluğu varsa, “bio-psiko-sosyal” üçlü zincirlemesi de insan olmak için gereklidir.

Biyolojik alanda, kalıtsal geçmişimiz, solunum, dolaşım, boşaltım, sindirim, sinir gibi sistem ve duyu organlarımız,  Psikolojik alanda duyum, coşku ve düşüncelerimiz… Sosyal alanda ise; doğal çevremiz, beslenmemiz, barınmamız, kültürümüz, inançlarımız, uğraşılarımız..., ilişkilerimiz yer alır.

İnsanlar daha iyi bir yaşam için; yetilerini geliştirmek, uyum, doyum ve haz almak isterler. Bunun için doğal/sosyal çevreye, eğitime, ekonomiye, bilim ve teknolojiye ihtiyaç duyarlar. Böylesi bir ortam kurulması için de, insanların karşılıklı saygı, kazanım ve eşdeğerlilik esasına dayalı ilişkiler içinde olması gerekir.

İnsanoğlunu var eden “bio-psiko-sosyal” denge doğal bir dengedir, tüm topluluk ve toplumlar için de geçerlidir. Her toplum içeride ve dışarıda bu dengeyi kurduğu/koruduğu kadar mutludur/güçlüdür. Üçlülerden herhangi birisindeki eksiklik, dengesizlik yaratır.

İktidarlar bu dengeyi kurmak/korumakla görevlidirler. Oysa bizde iktidar;

Yapay algılar yaratarak  korku iklimi

Yerli ve milli söylemleri ile “ötekileri…

İtaate dayalı eğitim sistemi ile otoriter tek adam yönetimi…

OHAL ve KHK’lerle hak aramayan, sorup sorgulamayan suskunlar yarattı.

Ve böylece denge sağlayacağına var olan dengeleri de bozdu:

“Kafasını kuma gömmüş…”  gibi olanlar, daha sıranın kendilerine gelmediği düşü ve konforunu(!) yaşamaya devam ettiler. Bu da toplumda “Bana dokunmayan…”, “Bana yetsin…”, “Elle gelen…” anlayışa sahip “önce ben” diyen konformist suskunların çoğalmasına neden oldu.

İnsan olmanın en önemli değeri olan duygudaşlık (empati) büyük zarar gördü… (Duygudaşlık, bir olay, bir durum karşısında etkilenen insana; onu anladığınızı hissettirmek ve eğer bu yaşananı ben, çocuklarım, sevdiklerim yaşamış olsaydı ben ne yapar, neler hissederdim sorusunu kendisine sorabilmektir.)

Oysa onlar aynı coğrafyada, ya da herkesin bulunduğu bir gemideler ve dipte korkunç dalgalar var onun üstünde yüzüyorlar.

Ancak henüz bunun farkında değiller!..

Ne oldu da; demokrasi, özgürlük, eşitlik (yukarıda "eşitlik" yerine “eşdeğerli” sözcüğünü kullanmıştım), laiklik, hak, hukuk, adalet gibi ortak insani değerler sadece bazı insanlar için kullanılır ve sadece anaysa, yasa ile kâğıtlar üzerinde yazılı olarak kaldı?

Nasıl oldu da; insanlar kendi vicdan seslerini duyamaz ve duygudaşlık kuramaz oldular? 

Kısacası insaniyetimiz ve insani yetilerimiz, değer yitirdi, zarar gördü.

***
Terapiye/tedaviye İhtiyacımız Var

Toplumsal vicdanlara, adalete, eğitime, demokrasiye ve barışa kurulan binlerce tuzak, binlerce pranga var. Bunun farkına varmalı, farkındalık yaratmalı, insanca, özgürce barış içinde yaşamak için tüm tuzak ve prangaları tek tek ortaya çıkarıp, yok etmeliyiz.   

Şu an savrulmuş olduğumuz bu girdaptan kurtulmamız için de, acil ve ayrımsız olarak toplumsal bir sağaltıma (terapiye/tedaviye) ihtiyacımız var: 

Bu sağaltımdan; hem katiller, hem sebep olanlar, hem mağdurlar, hem de bu korku iklimini sessiz sedasız olarak izleyen, bu havayı soluyan herkes yararlanmalı.

Yazarın diğer yazıları için tıklayınız