CHP etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
CHP etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

10 Haziran 2022 Cuma

NATO kötücül bir suç örgütü mü?


Savaşa hayır diyen, barışı savunan biri olduğum için insanlığın başına bela olmuş tüm militarist suç ve kötülük örgütlerine karşıyım. Size, savaşları kutsayıp dünya barışını yok eden bu kötücül güçler hakkındaki görüşlerimi anlatmak istiyorum. 

12 Mart 1947 - 26 Aralık 1991 dönemi dünyada, soğuk savaş dönemi bilinir ve bu yıllarda birbirine düşman iki büyük güç vardır. Birincisi, ABD ile kapitalist-antikomünist ülkelerin oluşturduğu 'NATO', İkincisi de işçi köylü birlikteliğindeki bir devrimle sosyalizme geçmiş, ancak zamanla revizyonist anlayışların egemen olduğu ülkelerin 'Varşova Paktı'dır. 

Bu iki güç arasında yıllarca süren psikolojik savaş ve silahlanma yarışı; Varşova Paktını dağıtarak 1991'de NATO’ya bir zafer kazandırmıştı. 

NATO nedir? 

-NATO, emperyalistleri koruyan ve onlara yeni pazarlar, çıkar alanları sağlayan bir savaş organizasyonu olarak, ölüm makinası silah ve teknolojilere pazarlar bulmak için algılarla oluşturduğu korku ikliminde halkların dostluklarını yok eder, onları karşılıklı düşman kılar...

Böylece dünya barışını engeller, doğal yaşam kaynakları ve insanlık değerlerine zarar verir. 

Kısacası, NATO kötücül bir suç örgütüdür.  

1991 sonrasında da NATO, tek kötücül suç örgüt olarak kalamadı. Çünkü Rusya yeniden güçlenip, emperyalist amaçla dünya paylaşımından pay ister oldu. Önce çevresindeki ülkelere saldırı-işgaller başlattı, yetinmedi, Türkiye'nin politikaları ve Suriye'nin ev sahipliğinde Akdeniz kıyılarına da inerek önemli bir hayalini daha gerçekleştirdi ... dur durak bilmeden, Ukrayna Savaşını da başlattı. 

İşte böyle böyle oluştu dünyada şimdiki korku iklimi. Bu korku ikliminde kendilerini güvende görmeyen bazı ülkeler yeniden telaşa kapılıp özellikle NATO şemsiyesi altına sığınmak istemeye başladılar.

Örnek: İsveç ile Finlandiya'nın NATO'ya katılma istekleri...

***

NATO Antlaşmasının 10. maddesine göre, oybirliği olmadan 'yeni üye' alınamaz. Erdoğan da bu maddeden aldığı yetkiyle: eğer, isteklerimiz kabul edilmezse biz de İsveç ile Finlandiya'nın NATO üyeliklerini veto ederiz diyor.

Çünkü kamuoyu araştırmaları, en geç bir yıl sonra yapılacak seçimlerde Cumhurbaşkanı Erdoğan ve AKP'nin kaybedeceğini gösteriyor. O da bu "veto" yetkisini bir şantaj aracı yaparak, 'ikbal' için bir seçim fırsatına çevirmek istiyor. 

Peki, Türkiye'nin İsveç ve Finlandiya ile sınırdaş mı? 

-Hayır. 

Peki, bu ülkeler Türkiye'yi bu denli kızdıracak neler yapmışlar ki?

Bu soru çok önemli, çünkü bu ülkeler, sıkıyönetimlerin, 12 Martların, 12 Eylüllerin ve zulmün hiç eksik olmadığı ülkemizde; güven içinde insanca yaşama olanağını bulamayıp kaçanlara (özellikle de Kürtlere) kapılarını açmış, onlara sığınma, barınma, eğitim hakkı tanımış ülkelerdir. 

Şimdilerde herkesin sevdiği Nazım Hikmet de bir zamanlar:

"Karşı yaka memleket /sesleniyorum Varna'dan, /işitiyor musun? 
Memet! Memet!
Karadeniz akıyor durmadan, /deli hasret, deli hasret,
oğlum, sana sesleniyorum, /işitiyor musun? 
Memet! Memet!"

"Memleketim! Memleketim!"
...  

Diye haykırmış 

Ve: 

19 yaşında, şiddetin her türlüsüne karşı çıkan, barış ve özgürlükleri savunduğu, solculara destek olduğu için tutuklanan, yazdığı eleştirel yazılar yüzünden 1981 yılında (28 yaşında) "vatan haini" diye yurda girmesi yasaklanıp vatandaşlıktan çıkarılan Memed Uzun gibi...

O Memed Uzun ki, sığındığı İsveç'ten yola çıkıp Yunanistan adalarına, özlemini çektiği ülkesini bakışlarıyla okşamak, el sallayıp selamlamak, denizden, rüzgârdan, kuşlardan, dağlardan, tepelerden yanıp sönen ışıklardan haber almak ister. 

Bu yasakçı faşist anlayış nice Nazım Hikmetler, nice Memed Uzunlar tüketti, daha da ne kadarını tüketecek acaba? 

İşte, İsveç ve Finlandiya gibi ülkelerdoğdukları topraklarda zulüm gören, yaşama güvencesi kalmayan on binlerce insanımıza, insani yardımda bulunmuş ve onlara kapılarını açmıştır. Ülkemizin bu ülkeleri 'düşman' belleyip onlara yaptırımlar uygulama istekleri işte bundandır. 

Peki, AKP İktidarı 'ikbal' için bu tuzakları kurarken, acaba ülkemizin ana muhalefet partisi ne diyor, neler yapıyor?

06.06.2022 günü parti sözcüsü kürsüye çıktı ve komşu ülkelerimiz Suriye ve Irak'ı kastederek: "Türkiye sınır ötesi operasyonları ilk defa yapmıyor. Sınır ötesi operasyon böyle randevu vererek, yer göstererek, davul zurna çalıp duyurarak yapılmaz... “bir gece ansızın” gelinir..." -dedi.

Sonra da: "İsveç ve Finlandiya’nın NATO’ya üyeliği... İttifakın güçlenmesi hepimizin yararınadır... Diplomatik nezaket içinde, iç siyasete alet edilmeden götürülmesi gereken bu süreç, sadece Finlandiya’ya SİHA satarak, sadece birkaç teröristi geri alma anlaşması yaparak sonuçlanmamalıdır. Türkiye’nin vizyonu bundan çok daha geniş olmalıdır." Dedi. 

CHP sözcü kısaca: 

***Türkiye'nin komşu ülkelere; bombalı, füzeli, tanklı 'ansızın harekatlar' yapmasına açık destek verdi. 

***Türkiye fırsat bulmuşken, İsveç ve Finlandiya'nın NATO üyeliğine karşı daha fazla 'taleplerde' bulunulmasını... istedi. 

Nereden nereye!

Şimdi de AKP, muhalefeti yanına çekmiş olmanın fırsatını yakalamanın hazzıyla ellerini ovuşturmaktadır. Böylece AKP, bir taşla pek çok  kuş vurmuş hem Kürtlere zarar vermiş hem muhalefeti işlevsiz bırakmış, hem de seçimlere sisli puslu bir korku iklimi içinde girmeyi başarmıştır. 

O, CHP ki: “Hak-Hukuk-Adalet” sloganları atarak Ankara-İstanbul uzun yürüyüşünü yapmış, halka yapılan zulüm ve zalimlikler için 'helalleşmek' istemiş, AKP ve liderinin her eylem ve söylemine 'yanlış' diye karşı çıkmış. 

Ne demiş neler yapmış şimdi de azla yetinme daha fazla iste, silah sanayi çalışsın, müteahhitlere işgal edilmiş ülkelerde de işler çıksın istiyorlar. 

Hani nerede kaldı, Yurtta Barış, Dünyada Barış! 

İşte bu anlayış birlikteliği içinde; yurtdışına asker gönderen tezkereleri, sıkıyönetim-olağanüstü hal ilanları kutsal metinlermiş gibi hiç "neden-niçin" diye sorgulamaz "evet, evet!" diyerek alkışlarla kabul görürler. 

Kürt halkına karşı kurulan bu Türkçü-İslamcı birliktelik, şimdi de İsveç ile Finlandiya’nın NATO'ya girişine engel olmak istiyorlar. 

Hiçbir sorun at gözlüğü takarak, ya da derecesi düşük, ufku az gören bir gözlükle çözülemez!

Bu Kürtleri dünyada yok etme birlikteliğidir!

Fakat onlara inat, Kürtler dünya barışı içinde hep yeşerip dal verecek!

***

Savaş, yaşamın düşmanı olarak her şeye hepimize karşı!

Türkiye'de, Kürt sorunun çözülmesini engelleyen, Kürt'e, Kürt diyemeyen, onların anadiline, müziğine, kültürüne yasak koyan, karşı duran iktidar ve muhalefetin ırkçı birlikteliği oldukça, barış olmaz! 

Ancak hamasi nutuklar eşliğinde sıkça savaş tezkereleri imzalanır, canlar ve mallar ölüm makinaları için harcanır! 


Bu yüzden çok çok ölüyoruz!


Bu yüzden de öl, öldür, ölümler bitmiyor!


Bu gidişe dur demek gerek!

Emin Toprak- DOSTÇA

Diğer yazılarım için tıklayınız


4 Mart 2022 Cuma

28 Şubat


Bazı günlerin toplumsal bellekte olumlu veya olumsuz izleri olur ya, işte 28 Şubat da ülkemizin yakın tarihine üç önemli iz bırakmıştır. Bugünleri, iktidar- muhalefet birliktelik ve çelişkileriyle ele alırsak : 

28 Şubat 1997 günü; 'Çankaya Köşkü'nde toplanan Milli Güvenlik Kurulu, aldığı demokrasiye aykırı kararı ile ülkeyi yöneten politik güce askeri bir darbe yaptı. Bu militarist anlayışa karşı çıkması gereken bazı muhalefet  unsurları mitingler yapıp alkışlamış, büyük çoğunluk ise sessiz ve tepkisiz kalarak dolaylı bir olumlama desteği vermiştir. 

28 Şubat 2015 günü; 'Dolmabahçe Sarayı'nda bir masa kuruldu ve yıllardır süren barış çalışmalarının kazanımı olan 10 maddelik bir uzlaşı imzalandı.

Bu uzlaşı; yıllardır ülke kaynaklarını savaşa harcayan, nice acı ve ölümler nedeni olmuş Kürt sorununu, barış içinde çözmeyi amaçlamıştı. Böylece kısa bir süre önce yapılan ‘akil görüşmeler’ sonucu susturulan silahların, durdurulan ölümlerin sağladığı çatışmasız, güvenli, huzurlu günleri sürekli olabilirdi. Ama olmadı!

Halkımız daha bunun sevincini yaşamadan, süreci hazırlayan irade, tek adamın egosuna yenik düştü, imzalar yok sayıldı, barış masası devrildi! Yeniden başladı savaş çığlıkları, uçaklar bomba yağdırdı, tanklar çiğnedi, katliamlar başladı, bir daha demokrasi ve halkımız yenik düştü. 

O günün muhalefeti, zaten bu barışçı süreci hiç benimsememiş ve her adımına karşı çıkmıştı. Tek kişinin bu sorun çözücü toplumsal süreci bitirmesi onların çok hoşuna gitmişti. 'Biz zaten böyle olacağını biliyorduk!' dercesine 'bilmiş' olmanın sevincini yaşıyorlardı.  

28 Şubat 2022 günü; 'Bilkent Otel Konferans Salonu'nda; CHP, İYİ Parti, Saadet Partisi, Demokrat Parti, Gelecek Partisi ve DEVA Partisi genel başkanları "Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem Mutabakat Metni"ni imzaladı. 

Buluşma nedenlerini özetlersek:

  • 20 yıllık AKP iktidarında her şeyi tek kişinin belirlemesi,
  • Yolsuzlukla ekonominin çöküşü, yokluk ve iflasların artması, 
  • Demokrasi ve hukuk ilkelerinden uzaklaşılması, 
  • Yönetimdeki denge-denetim sisteminin çökmesi,
  • Parlamento ve diğer kurumların işlevlerini kaybetmesi,
  • Ülkede kindar bir kutuplaşma ve huzursuzluk olması, 
  • Dünya çapında yalnız kalınması... vb. gibi.

Bu yaralarla, halkı inim inim inleten iktidara karşı çıkan bir muhalefeti tabii ki saygın görür ve alkışlarım. (Fakat burada, bir parantez açıp azıcık eleştirmek isterim: Katılımcı 6 partinin eşitçe sunum yapması doğru, sadece 6 erkek sunucu olması ise çok yanlış! Birkaç gün sonra, '8 Mart Kadınlar Günü!' Peki, acaba o gün ne diyecekler! Keşke doğadaki sayısal cinsiyet eşitliğini de biraz düşünselerdi.).  

Evet, yukarıda bu birlikteliği saygın görüp alkışladım, fakat bu alkışlarım, sadece belirlenen amaç içindi. Oysa, onların bu amaca varmak için izledikleri yol, yöntem ve matematikte pek çok yanlış var.

Çünkü:

Masaya oturanları da bu iktidar gibi savaş yanlısı! Önce barış demedikleri için de Kürt sorununu, demokratik hakları vererek çözmek istemiyorlar. Bunun için ülkedeki canlı ve kaynakları yok eden savaşlara, uçak, füze, bomba, tank gibi ölüm silahlarına izin veren 'teskere'lere evet diyorlar. 

İktidar gibi bunları da Kürt karşıtlığı bir arada tutuyor. Bunlar da: 'Herkes Türk'tür! Herkes Türk olmalıdır' anlayışındadır. 

Masada olmayan HDP ise, hakları, inançları, emekleri, baskılanan kadın, çocuk, doğayı, Kürt'ü, Alevi'yi, çok renkliliği savunur. Savaş değil barış ve demokrasi istiyor. Bunun için de en dinamik en politik seçmeniyle üçüncü parti olmuştur.

Masadakiler, seçimde olası bir sayısal yetersizliklerini sinsi bir öngörüyle gidermek istiyorlar: 

"Kürtler mecburen bize oy verecek!" Öyleyse:

"Kürtler ve onların hakları öte gitsin, oyları beri gelsin!" 

Bu: “ben istemem, yan cebime koy” kurnazlığı yüzünden HDP masada yok! 

Peki, HDP neler istiyor ki birlikteliğe davet almıyor: 

Türk Dil Kurumu internet sitesi, 'Dilimiz Kimliğimizdir' cümlesi ile başlar. Bu söz, dili olmayanın kimliği olamaz demektir! Bu gerçekten hareketle onların ilk isteği 'kimlik' sorunudur; anadil, inanç, kültür, kişi adları, tarihten gelen coğrafya isimleri üstündeki kısıtlama ve yasakların kalkması... Seçimlerle belirledikleri vekilleri, belediye teşkilatlarına yani iradelerine dokunulmaması, coğrafyalarında işlenen suçlar için 'cezasızlık' uygulanmaması vb. benzeri eşit, özgür, yurttaş olma istekleri vardır. 

HDP, 27 Eylül 2021 günü bir deklarasyon yayınlamış ve çok beğeni almıştı. Bu bildirinin 11 ara başlığı şöyle sıralanıp detaylandırılır: 

Güçlü demokrasi / tarafsız ve bağımsız yargı / kayyım rejimi değil halk iradesi / Kürt sorununda demokratik çözüm / barışçı dış politika / kadına özgürlük ve eşitlik / ekonomide adalet / kamu yönetiminde liyakat /doğaya saygı / gençler için özgür yaşam / demokratik anayasa.

Bizim yörede bir iskambil oyunu olan 'Altı Kol' çok oynanır. Oyunda, gizli jest ve mimiklerle bilgi verilen iki liderin emir ve taktikleri geçerlidir.

Şimdi bizde de altı kol masası kurulmuş ve oyun başlamıştır artık. 

Haydi bakalım rastgele...

***

Yazımızı hem güldüren hemde düşündüren bir konu ile noktalayalım:  

İzlediğim bir dizide, boşanma davalarıyla ünlenmiş bir hukuk bürosuna 90 yaşını aşmış bir çift başvurur, başvuru konusu kısaca şöyle: 

Kadın, kocasının 40 yıl önce başka bir kadına yazdığı mektubu bulur ve bu kadının da 20 yıl önce öldüğünü öğrendikten hemen boşanma davası açar..."  

Bu kurguya benzer, fakat gerçek bir olay da birkaç gün önce TBMM'de yaşandı: 

HDP'li Milletvekili Semra Güzel'in yıllar öncesi sözlüsü ve daha sonra PKK militanı olan birisiyle: "Çözüm Süreci"nde çekilmiş fotoğrafları bulunmuş. Ve bu kişi 4-5 yıl önce bir çatışmada öldürülmüş...  

Yıllar geçmiş, Semra Güzel yasal yolları izleyip milletvekili seçilmiş... Şimdi konu suçun şahsiliği ilkesi unutularak meclise gelmiş ve HDP hariç tüm partilerin oylarıyla dokunulmazlığı kaldırılmış.  

İnsan sözlüsüyle el ele tutuşarak fotoğraf çektiremez mi? 

Ey ülkede yargı çökmüş diye her gün demeç veren muhalefet, Semra Güzel'i hangi yargıya teslim ettiniz?

Eğer, bu mantıkla arşivler azıcık taranırsa, kim bilir kimlerin, kimlerle sarmaş dolaş olduğu, el pençe durduğu, diz çöktüğü ne çok fotoğraf ve 'tapeleri' bulunur.  

Emin Toprak- DOSTÇA

Diğer yazılarım için tıklayınız

29 Ekim 2021 Cuma

Cumhuriyet ve Demokrasi


İ
ktidarın; bir aileye, bir sınıfa, bir zümreye veya bir şahsa ait olmadığı yönetim anlayışına Cumhuriyet denir. 

Cumhuriyet yönetiminde iktidarlar, belirli aralıklarla yapılan seçimlerin sonunda, ülke halkının çoğunluk oylarına göre belirlenir. 

Demokrasi ise her bireyin değerli olduğu gerçeğinden hareketle toplumsal ve ekonomik durumu ne olursa olsun herkesin eşit sayıldığı yönetim anlayışıdır.

Cumhuriyet çoğunluğu, Demokrasi ise her bireyi, grubu, çok sesliliği, çeşitliliği, çoğulculuğu önemser, her farklılığı saygın görür, farklılıkların özgür olarak hak ve değerleriyle yaşamasını sağlar. 

Bu nedenle Cumhuriyet sistemi, ancak Demokrasi ile birlikte olduğunda insanileşir ve bir anlam kazanır. Cumhuriyet olan bir sistemde, eğer demokrasi eksikliği varsa; farklılıklar insan haklarından mahrum kalarak, sayısal çoğunluğu temsil eden güçlerin hegemonyası altında ezilirler. Günümüz dünyasında bile halen demokrasi tam işlemeyen, fakat ismi Cumhuriyet olan pek çok ülke vardır. 
 
Kurtuluş Savaşı yıllarında, ülke halkları bir taraftan, çoğulculuğu ve yerinden yönetimi esas alan demokratik bir Anayasa için aralarında uzlaşıp, anlaşıyor, bir taraftan da emperyalistler ve onların işbirlikçileriyle savaşıyordu. 

Ülke böylesi zor günler yaşarken, tüm farklıkları kucaklayan bir Anayasa hazırlanır Mecliste 20 Ocak 1921 günü görüşülerek kabul edilir. İşte bu Anayasa'nın ilk dört ve 11. maddeleri (özgün olarak): 

  • "Madde 1. Hâkimiyet bilâ kaydü şart milletindir. İdare usulü halkın mukadderatını bizzat ve bilfiil idare etmesi esasına müstenittir.  
  • Madde 2. İcra kudreti ve teşri salâhiyeti milletin yegâne ve hakikî mümessili olan Büyük Millet Meclisinde tecelli ve temerküz eder.  
  • Madde 3.- Türkiye Devleti Büyük Millet Meclisi tarafından idare olunur ve hükümeti “Büyük Millet Meclisi Hükümeti “ unvanını taşır. 
  • Madde 4. Büyük Millet Meclisi vilâyetler halkınca müntahap azâdan mürekkeptir. 
  • Madde 11.Vilâyet, mahallî umurda mânevi ve muhtariyeti haizdir..."

Görüldüğü gibi bu kurucu Anayasa; "tek kişi" buyruklarıyla oluşan Padişahlık yönetimi yerine, hakimiyeti kayıtsız şartsız olarak millete veren, çoğulculuğu kabul edip, Vilayetlere muhtariyet ve yerinden yönetim yetkileri veren oldukça demokratik bir öze sahiptir.

Fakat sonraki yıllarda ne yazıktır ki, ülkedeki farklı kimlikler: "tek millet" kabul edilip Türkleştirme başlamış, Vilayetlerin muhtariyet ve yerinden yönetim yetkileri de merkezde toplanmıştır. Böylece bu demokratik Anayasa için varılan uzlaşma ve verilen sözler unutulmuş; çoğulculuk, muhtariyet ve yerinden yönetim gibi demokratik haklar yok sayılmıştır. 

Kurtuluş Savaşı bitip geçiş ortamı sağlandıktan hemen sonra, Mustafa Kemal Atatürk'ün Başkanlığında toplanan Mecliste alınan kararlarla: 1 Kasım 1922 günü Saltanat (Padişahlık) kaldırılır ve bir yıl sonra da 29 Ekim 1923 günü Cumhuriyet idaresine geçildiği resmen ilan edilir. 

***

Ben, 98 yaşındaki Cumhuriyetin 71 yılını gördümse de 60 yılını, dolu dolu yaşadım. 

Bu yıllarda; ülkedeki farklı kimlik ve kültürler yok sayılıyor, emekçilerin hak istekleri önemsenmiyordu. Bu uygulamalar, Cumhuriyetin demokrasi ve demokratik eksiklikleri olduğu içindi. Bu yüzden de tüm hak isteyişleri uzlaşma yerine, baskıyla sindirilmeye çalışılıyordu.  

Bu nedenle de ülkemiz; çokça darbe, sıkıyönetim, olağanüstü hâl yaşadı ve nice canını kaybetti, kaynaklarımız da top, tüfek, bomba gibi savaşlar için harcandı. 

Sonuç olarak: demokrasi ve barış düşmanları yüzünden çok büyük acılar yaşandı. 

*

Bugüne gelecek olursak: 

Bugün "tek kişi" buyruklarıyla yol alan bir iktidarımız var. 

Bu tek kişi; insan hakları, demokrasi ve tüm demokratik haklara karşı. 

Bu kişi sadece, kendisini ‘şimdilik’ cansiperane korumaya söz vermiş olan bir kişiyi dinliyor. 

Bu kişi, şimdilerde çok yorgun düştüğünden, yönetme güçlüğü de çekiyor. Ülkemiz çok zor günlerden geçiyor. 

19 yıllık iktidarın tek lideri: Sayın Erdoğan. 

Erdoğan anlayışı; Anayasada eser miktarda bulunan demokratik kazanım ve laikliği kaldırmış, Osmanlı saltanat anlayışı ve uygulamalarına ha döndü, ha dönecek.  

Tek kişi iktidarına geçildiği 19 yıldan beri, hiçbir ağır sanayi yatırımı yapmadığı halde, eko sistemi bozacak şekilde, ülkemizin yeraltı ve yerüstü kaynakları, suları, madenleri ve halkın ekmek teknesi olan fabrikaları yok pahasına yandaşlara satılmış durumda.

Bu yüzden ülkemizde hem ucuz emek gücü hem yoksulluk artmış, işçiler işsiz kalmış, sendikalar da güçsüz ve işlevsiz durumda.  

Tek karar verici Sayın Erdoğan, yola çıktığında:

"Önce inşaat!" dedi. Deli Dumrul'u bile kıskandıracak projelere; 25-30 yıl süreyle, Dolar endeksli ve müşteri garantileri verilerek, 2-3 kuşak borçlandırıldı. Böylece (hakkını yemeyelim); pek çok yol, tünel, köprü, havaalanı, şehir hastanesi yaptırdı. Hem de adrese teslim ihaleler yapıp,  yandaş müttehitte yaptıracak şekilde!

Ayrıca, ülke kaynaklarının büyük bir kısmını da güvenlikçi anlayışla savaş araç-gereçleri için harcadılar ve harcamaya devam ediyorlar. 

Sayın Erdoğan'ın birçok kimliği var. Bir kişinin birçok kimliğe sahip olması aslında bir zenginliktir. Fakat Erdoğan'ın etik olarak uyuşmayan, çok önemli iki kimliği var: 

Bunlardan biri olan AKP Genel Başkanlığı kimliğidir ki, bununla; çok ayrımcı, ötekileştiren, saldırgan bir siyaset diliyle rakiplerine saldırıyor.

İkinci kimliği ise tarafsız olacağına dair söz verip yemin ettiği, böylece dokunulmazlık kazandığı, devletin en üst makamı olan Cumhurbaşkanlığı kimliğidir. 

Sayın Erdoğan, etik olarak uyumlu olmadığını düşündüğüm bu iki kimliği her gün birlikte kullanıyor. Genel başkanı olduğu AKP'nin tüm görüş, söz ve davranışlarını, yeni makamında da sürdürüyor. Devlet imkanıyla gezilere, ekranlara ve meydanlara çıkıp, slogana dönüştürdüğü partisel görüşleriyle muhalefetteki rakiplerini terörist, hain ilan edip, sayıp döküyor.

Her sıkıştığında milliyetçi bir coşku yaratmak için meclise yurt dışına asker gönderme teskeresi gönderen Sayın Erdoğan'ın yeni teskeresi neyse ki üç gün önce ana muhalefet partisi CHP'ce de kabul görmedi. 

CHP'nin Barış ve demokrasiye katkı veren bu karşı çıkışını saygıyla alkışlıyorum. 

Cumhuriyet bugün 98 yaşında!

Cumhuriyet Bayramı Kutlu Olsun!

Günümüz, Demokratik Laik Cumhuriyet için mücadele günü olsun!

Yaşasın Demokratik Laik Cumhuriyet! 

Yaşasın Barış!

Emin Toprak - DOSTÇA

Diğer yazılarım için tıklayınız

22 Haziran 2018 Cuma

“Barışmak-Büyümek-Bölüşmek”


16 Nisan referandumu sonunda ancak YSK desteği ile ayakta kalabilen iktidar; yasama-yürütme-yargının özgün yapılarını bozdu ve kurumların etik kurallarını yok etmeye başladı. İşte, resmi adı "Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi" CHS  veya halk deyişiyle; "Tek adam sistemi" böyle kuruldu.

Bu sistem, tüm medyayı tek sesli kılıp, tekeline almaya çalışırken, biat etmeyip işini yapan medyayı da; kapatarak, korkutarak ve çalışanlarını tutuklayarak sindirmeye başladı.

16 yıldır iktidarı elinde bulunduran bu baskıcı sistem; halkın demokrasi isteklerine cevap veremediği, ülkeyi dış dünyada yalnız bıraktığı ve işaretleri ortaya çıkmaya başlayan ekonomik kaosa engel olamadığı için artık ülkeyi yönetemez bir duruma gelmişti. Bunun için sürekli olarak "gerçeklere gün doğacak karanlıklar aydınlanacak" korusu içindeydiler. Bu korku da onları, daha seçime bir buçuk yıl varken, bir gece ansızın erken/baskın seçim kararı almak zorunda bıraktı.

Ana muhalefet partisi CHP yıllardan beri, Baykal’ın başlattığı ve onun ardılı olan Kılıçdaroğlu’nun da sürdürdüğü bir anlayışla yönetiliyordu. Bu anlayış; özgün politikalar üretmek yerine, iktidarın belirlediği gündemin peşi sıra gidiyor, iktidar olma isteği yerine, sadece muhalefette kalmakla yetiniyor, ülkenin bir gerçeği olan "Kürt sorunu"na duyarsız davranıyorlardı.  Bu durum da CHP'nin sadece ülkenin gelişmiş kıyı kentlerinde varlık göstermesi sonucunu doğurmuştu.

Ancak, Muharrem İnce Cumhurbaşkanı adayı olunca, artık yorgun iktidarın gündemini belirlemeye başlamıştı (3600, ikramiyeler, OHAL’ın kalkması vbg.). Sloganı olan: 3B (Barışmak-Büyümek-Bölüşmek) ile de, artık ülkenin her tarafında karşılık bulmaya, meydanları doldurmaya başlamıştı.

Aslında hakkını vermek gerekirse, bu sonucun mimarları Erdoğan ve Bahçeli… Çünkü AKP ve Erdoğan 5 Haziran seçimleri sonunda, halktan aldıkları desteği kaybetmeye başladıklarını, tek adam düzenini sürdüremeyeceklerini anlamışlardı. Bu tükenişi ancak MHP ortaklığı ile durdurabileceklerini düşündükleri için de “Kızıl Elma” dürtüleri ve türküleri eşliğinde ırkçı-dinci bir yola girdiler…

Ve HDP barajı aşamasın, MHP ise sıfır barajsız olarak meclise girsin diye, tuzak yasal(?) değişiklikler yaparak “Cumhur İttifakı”nı kurdular. Fakat onların bu tuzağı, hiç öngörmedikleri bir şekilde 4 parçalı muhalefetin (HDP’yi dışlayarak bile olsa) “Millet İttifakı”nda birleşmesini sağladı. Yani onların başkaları için kurmuş oldukları tuzak, dönüp, dolaşıp kendilerini yakalamıştı.
***

Irkçı, dinci ve otoriter tüm iktidarlar, toplumu bölüp, parçalara ayırarak yönetmenin daha kolay olduğunu ve kendilerine daha uzun bir gelecek (beka) sağladığına inanırlar. Bu anlayışla hareket ettikleri için toplumda var olan pek çok ortak paydayı yok ederek sadece iki zıt kutup oluşturdular. Böylece  toplum içinde kimlikleri ve inançları farklı olanlar arasında selamlaşmalar azaldı ve birbirlerine yabancılaşmalar başladı.

Kuşkusuz her birey özgünlükleriyle birlikte değerli ve saygındır. Fakat bireyler özgünlükleri ile birlikte kabul görüp birleşmedikçe hep cılız kalırlar. Toplumu kuşkularla, korkularla (kara propaganda) ayrıştırıp “öteki” ilan ederek yalnız ve çaresiz kılmak istiyorlar.

Türk, Kürt, Alevi, Sünni, Ermeni, Rum, Ezidi, Laz, Çerkez, Gürcü, Roman (Hangi etnik kökenden, anadilden, dinden, mezhepten, inançtan, cinsiyetten veya cinsel yönelimden olursa olsun) herkes el ele vermeli…

Bizi bölüp parçalayan “kimlik ve inanç çatışması” son bulmalı, hepimizi kapsayan “insan” kimliğinde buluşmalıyız.

Bunun için Muharrem İnce’nin "Barışmak-Büyümek-Bölüşmek"  sloganı bu günlerde çok değerlidir. 

Barışmak; eski tanışların yeniden selamlaşmasını ve içeride huzuru sağlayacak... Bu birliktelik de ülkede hem imkânları, hem de bölüşüm paylarını çoğaltacak... Savaş ekonomisi, barış bolluğuna dönüşecek.  Böylece toplumda çoğulculuğun çok önemli ve değerli olduğu hakkında bir farkındalık yaratılmış olacak… 

Haydi!... İşçi-köylü-emekçi halkımız... İnanan, demokrat, sosyalist aydınlarımız; İnsanca bir düzen için, barış için, demokrasi için sandık başına gidelim ve ülkemizdeki bu korku iklimine son verelim.  

İşte o zaman, kimlik çatışmasından çıkar umanların korkulu rüyası oluruz.  

İşte o zaman, “1+1, 2’den daha büyüktür" diyebiliriz...  


Yazarın diğer yazıları için tıklayınız


26 Ocak 2018 Cuma

Barış yaşatır, yaşama yön verir

Afrika coğrafyasına ait olduğu söylenen “Filler tepişir, çimenler ezilir.” sözünü duymuşsunuzdur. 

Bu sözü doğrulayan on binlerce savaşı bir yana bırakıp, sadece Birinci Dünya, İkinci Dünya, Vietnam, Irak ve Suriye savaşlarını anımsayalım: Bu özlü söz, çıkarları için çarpışan egemen güçlerin, mazlum halklara verdiği zararı ve yaşattığı büyük acıları ne de güzel anlatmış, değil mi?

Haklı ve Haksız savaşlar:
Dünya var oldu olalı, her yerde sömürü, yoksulluk, yolsuzluk, haksızlık, hukuksuzluk, adaletsizlikler olmuştur. Tarih bize bu haksızlıklara karşı duranların; derileri yüzülüp, linç edildiğini, yakıldıklarını, giyotin, darağacı ve elektrikli sandalyede can verdiklerini ve halkların barış içinde yaşamak için çok ağır bedeller ödediğini anlatır.

Ayrıca tarih bize, hak, hukuk adalet için karşı duruşlara önderlik edenlerin; filozoflar, bilgeler, bilginler, yazarlar, sosyalistler, sosyal demokratlar ve özetle erdemliler olduğunu da söyler. Çünkü bu insanlar, tüm insanların, insan haklarına sahip ve eşdeğerli olduklarını savunan bir felsefi görüşe sahiptirler. 

Bunun için de, soru sorar,  yorum yapar, hak arar, karşı çıkar, hesap sorar ve halkın da bu şekilde olmasını isterler. Bu önderler, "Yurtta barış, dünyada barış"  diyerek barış içinde insanca yaşamak için, "Kurtuluş ve Özgürlük Savaşları’nı başlatmışlardır. Sömürü ve zulüm bitmedikçe de bu “haklı savaşlar” olacaktır.

Sömürü düzeninin egemen ve işbirlikçileri, haksız ve hukuksuz düzenlerini kalıcı kılmak için sürekli arayış içindedir. Arayış sonunda buldukları en önemli araç ise toplumda; ırk, din, dil, inanç-yaşam tarzına dayalı “ötekiler”  yaratıp, onları vuruşturan “haksız savaşlar” çıkarmak olmuştur.

Bunun için; “Haksız savaşa hayır!”, “Barışa evet!” Diyen, “Erdemli olandır. Çünkü haksız savaş, yaşama son verir. Barış ise yaşatır, yaşama yön verir.

***
Coğrafyamızda yalnız kalmış ve barışık olduğumuz hiçbir komşumuz olmadığı zamanlarda (2003) ABD, Irak’ı işgal ederken bizi de davet etti. Neyse ki azıcık oy farkıyla ülkemiz o işgalci gücün suç ortağı olmadı. Ama…

Henüz o savaşın bıraktığı insani, coğrafi, sosyal, kültürel tahribat, yaralar, acılar bitmemişti ki... Bu kez Suriye’de başladı insanlık trajedisi (2011)…

Ülkemiz bu kez savaşın tam merkezinde yer aldı.  Sanki bir futbol maçına girmiş gibiydik, ortaklarımız (ABD, AB, Suudi...), rakiplerimiz (Rusya, Suriye, İran). Dünyanın jandarmaları ABD ve Rusya karşı karşıya.. Ortak düşman: DEAŞ. Devlet büyüklerimiz savaş bitince,  namaz kılacakları camii bile belirlemişti...

Fakat maçın biteceği yoktu, beklenen, istenenler olmadı... Bizimkiler; daha sahada maç devam ederken, takım değiştir gibi geçiverdi karşı tarafa…

Bu arada hem yakma, yıkma, ölüm ve yaşanan acılarda suç ortağı, hem de mazlum göçmenlere yurt, koruyucu olmuştuk. 

***

Kabilelerden başlayıp, din savaşları ile hız kazanarak günümüze ulaşan sömürgeci-faşist-emperyalist çıkar savaşları; yaşanan ve yaşanacak tüm acıların nedenidir. Tüm haksız savaşlar; “yerli ve milli” söylemler ile başlamış ve halkı sürekli baskı altında tutmak için de korku iklimi yaratmıştır.

Bunun için de:
Artık, diyanet, vakıflar ve imam hatip anlayışına terk edilen okullar, çocuklar, eğitim, OHAL, KHK, işsizlik, dolup taşan hapishaneler, dünyadaki yalnızlığımız, hileyle çalınan oylar, para kutuları, MAN paraları, tapeler, Reza Zarrab ve ortakları, Anayasa Mahkemesi kararına “uymuyorum!” diyen mahkemeleri... 

Artık, tüm haklarına el konmuş ve sanki ölüme mahkûm kılınmış akademisyenleri, açlık grevleri, mülâkat (!?) sınavına alınan taşeron emekçileri…

Artık, Ahmet Hakan’ın “Tarafsız Bölge(?)”de; sıralanmış 6 kişiyi, saz/söz yarışçısı âşıklar gibi yarıştırıp, 6 milyon oy almış HDP hakkında en etkili sözleri söyletme çabaları (tabii ki, birinciliği açık ara “aslan sosyal demokrat” Öztürk Yılmaz aldığını), “Acaba HDP ne diyor” deme ihtiyacı duymama pişkinliği...

Artık, MHP Lideri Bahçeli: “Ya Afrin yıkılsın ya da teröristler yakılsın!...”  dediği… Karamürsel AK Parti başkanı Recep Demirel’in uzun namlulu silahlarla poz verip medyada paylaştığı… “Kimse sokağa çıkmasın tutuklarız ha!” dendiği… Ve Savaşa hayır, barış istiyoruz diyenlerin de sorgulanıp tutuklandığı… 
 Konularını ne düşür ne de konuşur olduk. Neden acaba?

-Suriye'de 7 yıllık kirli savaşın, henüz yıkıp, yakmadığı tek yer olan Afrin'e Zeytin Dalı Harekâtı” başladı diye...

Tam da “Hayır” diyecek olanların, seçimleri kazanmak için bir demokratik cephe kurmayı düşünmeye başladıkları günlerde…

Her sıkışmada “kandırıldık” diyen AKP iktidarı, defalardır kandırdığı CHP'yi yine  kandırdı.  Bu kez de “Her şey, herkes  ‘yerli ve milli’ olacak” dediler ve HAYIR diyenlerin paydaşı ancak; ürkek, korkak, sorgulamayan, neler oluyor demeyen CHP’yi (hem ağlarım hem giderim...)  takımlarına transfer ettiler aniden… 

Anlaşılan yeniden başlayacak, 7 Haziran sonrası iklim ve “istikşafı” görüşmeler…  

Yazık oldu 16 Nisan’da “tek adama” hayır diyenlerin çabalarına…

Bu zeytin dalı, Sn. Erdoğan ve ("Esed" değil) Esad’a yarayacak. Hem ailece yarım kalan o “mavi yolculuk” tatillerine devam edecek, hem de tek adamlıklarını ve muhalefeti yok etme başarılarını kutlayacaklar.


Yazarın diğer yazıları için tıklayınız

12 Mayıs 2017 Cuma

Şimdi ne yapmalı, nasıl yapmalı?

(Yaşamın ve çözümlerin kaynağı olan tüm annelere saygı ile…)

AKP + MHP + OHAL + KHK + Devlet olanakları ve YSK’nın kendi yasasını yok sayan kararına rağmen, hayır diyen heterojen grubun oy yüzdesi 48,59’un altına düşürülemedi. 

Aslında ucun ucun alınan hileli ve şaibeli evet sonucu; onların içlerine korku saldı, uykularını kaçırdı. Ama “yağmasan da gürle” misali, Atı alan Üsküdar’ı geçti” diyen fırsatçılar yetiniverdiler bu şaibeli sonuçla...

Peki, biz bu hileli ve şaibeli sonuçla yetinmeli miydik?  Bugünlerde tartışma konusu olan da bu…

Önümüzde iki yol vardı: ya her demokratik ortamda, hakkı gasp edilen halkımızla bir olup hakkımızı arayacak, ya da susacaktık.

Asıl beklenen ve istenen, bu grubun en büyük paydaşı olan CHP’nin diğer bileşenlerle uzlaşıp hak arama sürecini yönetmesiydi. 

Ama olmadı… 
CHP halkın gasp edilen haklarını aramak yerine, ürkek ve korku içinde yakınıp, bakındı... Birileri gasp edilen halkın oylarına sahip çıkalım deyince de, hemen başladı ego savaşları... Bu iç çekişmeleri demokrasi ile çözümek yerine, baskı ve "kapının dışına atmak"ta bulacaklar çareyi. Dileyelim ki düzelsin bu durum.

 ***


Dik duruş ve direnişle kazalınan %48,59’lik hayır oyları” çok değerlidir. 2015 seçimi de, bu seçim gibi bir korku ikliminde yapılmıştı. Bunun için de çokça benzerlikleri olan bu iki seçim sonucunu birlikte ele almak gerekir. Şöyle ki:

2015 seçiminde AKP karşıtı CHP yüzde 25,31 ve HDP yüzde 10,76 oy almıştı.  Eğer bu oranın yüzde 48,59 olan Hayır oyları”na da yansıdığını varsayarsak:
  • CHP’nin (%48,59’lik hayır oy oranı içinde), yüzde 52,08,
  •  HDP’nin (%48,59’lik hayır oy oranı içinde)  yüzde 22,14,
  •  MHP muhalifleri + Saadet Partisi + diğer parti/görüşlerin ise  (%48,59’lik hayır oy oranı içinde) yüzde 25,78,
Pay sahibi olduklarını söyleyebiliriz.

%48,59’lik hayır" oylarına sahibi olanların ortak noktası: parlamenter demokrasi istemek yani tek adamcılığa karşı olmaktır. Fakat farklı demokrasi anlayışları ve bazı önemli uzlaşmazlıkları var bu grubun: Kimi dinini, kimi dilini, kimi ırkını, kimi dünya görüşünü, kimi kültürünü öne çıkarmak istiyor. Özetle her grup önce ben diyor...

Peki, bu haliyle sağlıksız bir grup mu?

Hayır hayır, zaten sosyoloji bilimi toplumları; farklılıkların bütünü olarak tanımlamıyor mu?  Önemli olan tüm farklılıkların karşılıklı olarak saygı ile kabul görmesi ve barış içinde bir arada yaşaması... O halde toplumda bir farkındalık eğitimine ihtiyaç var.

Farkındalık yaratmak
Duygudaşlık kurarak ulaşılacak çokça insan, ders alınacak  pek çok yaşanmışlık, belge ve bilgi var elimizde. Eğer bunların yardımıyla farkındalık sağlanırsa; ortak noktalar çoğalır, kutuplaşan toplum uzlaşıya varır. İşte vicdanları yoran birkaç ortak noktamız:

6,5 Milyon İşsiz, KHK Mağdurları, Cumartesi Anneleri, Maden ocağı kazaları(!), Roboski katliamı, Kadına/çocuğa şiddet/taciz, Doğayı tahrip eden HES’ler, Gizlenen 17/25 Aralık,  Cezaya dönüşmüş tutuklamalar, Ülkenin yok edilen itibarı, Barış yerine savaş çığlıkları, Sürekli kılınan OHAL, İdam isteme tutkusu, YSK hukuksuzluğuna seyirci kalan yargı... Evinde uyurken panzerin ezdiği iki çocuk, KHK ile işine son verilen iki eğitimcinin ölüme yaklaşan direnişleri (64. gününde).

Bu listeye daha yüzlerce ek yapılabiliriz, ama sadece son ikisini...:



 
Görüp düşündükçe, duyduğunuz burukluk, üzüntü ve utancı; eğer toplumun büyük çoğunluğu duymuyor veya duyunca sessiz/tepkisiz kalıyorsa, burada çok büyük bir "insanlık sorunu" var demektir. Aynı toplum içinde yaşayıp birbirinin sevinç ve acılarına duyarsız kalmak gibi.... 

Bu insanlık sorununu da, ancak (örgün ve yaygın) eğitim ile çözebiliriz. Örgün eğitim kurumları, düşünemeyen, sorgulamayan İmam-Hatip anlayışına teslim edildiği için, bizler de okullu çocuklarımızla birlikte STK'lardan yaygın eğitim almalıyız..

Her grup öncelikle: demokratik yollarla, YSK tarafından gasp edilen hakkın geri alınması için, her alanda protestoda bulunulmalı ve hem içeride, hem de dışarıda hukuki yollardan bu şaibeli sonucun iptali sağlanmalıdır. 

Uzlaşı için birinci adım: Her grubun; insan hakları ve demokrasiyi içselleştirmesi, uzlaşıya engel kırmızıçizgilerine bakması, hep kendini önceleyen, başkasının haklarını tanımayan, egoist tekçi anlayış ve önyargıları ile yüzleşmesi, dünyanın sadece kendileri için olmadığı, başka değerler, başka değerliler ve başka saygınların da olduğu farkındalığını sağlaması, kısaca demokrasi eğitimi alması gereklidir.

Uzlaşı için ikinci adım: Eğer birinci adım tüm gruplarda başarıyla uygulanmışsa, yani her birey iyi bir demokrasi eğitimi almış, duygudaş olabilmişse, artık işler oldukça kolay demektir. Çünkü artık; egolar törpülenmiş, "insan haklarına sahip insanlar" ortak paydasında buluşulmuş ve uzlaşmanın önündeki kırmızıçizgiler yok olmuş demektir. Artık sadece süreci yönetecek ekibin oluşmasına sıra gelmiş olur ki, bu da  çok zor olmayacaktır.

Üçüncü adım ÇOĞALMAK: 2019 veya daha erken bir zamanda yapılacak seçimler için şimdiden hazırlık… Bu hazırlık çalışmasının hedefinde ise; AKP’ye sorgusuz sualsiz biat eden yoksul çoğunluk olmalıdır.

Onlara; yaşanan acılar, katliamlar, yolsuzluklar,  kutularla paralar, tapeler, havuzlar… Hatırlatılmasa bile, yargıçlar(!) yönetimindeki YSK’nın: “mühürsüz oy pusulaları geçerlidir” şaibeli kararı ve bu karara sessiz kalan, hatta “Atı alan Üsküdar’ı geçti” diyen fırsatçıları (bıkıp usanmadan) anlatmalı…
  
Böylece onların zaten rahat olmayan vicdanlarına seslenerek, birlikte daha da çoğalmalı… 



Yazarın diğer yazıları için tıklayınız