26 Mart 2021 Cuma

'Mutlu Olma' Arayışı

Mutlu yaşama isteği her canlı gibi insanların da ihtiyacı ve amacıdır. O halde toplumsal ve bireysel yaşam sürecimizi, 'mutlu' olmak için verdiğimiz uğraş ve arayışlarımız belirler.

Toplumu oluşturan her insanın, biyolojik, kimyasal, psikolojik ve toplumsal temeli olan sekiz duygu taşıdığı, bunların ise: Mutluluk, Üzüntü, Korku, Şaşkınlık, Öfke, İlgi, İğrenme, Utanç olduğu söylenir.

Hiçbir duygu sürekli olarak devam etmez, ihtiyaçla başlar, doyumla sönümlenir ve yeniden başlar. 

Eğer yaşadığımız bir duyguyu tahlil edersek, onun, sadece kendisi olmadığını, onun kendi içinde benzeri ve zıttı olan duyguları da taşıdığını, besleyip büyüttüğünü görürüz. Bu birliktelik içinde her duygu önce kendi içinde filizlenir dal budak salar ve diğer duygularla birlikte insanın yaşamına yön verir.  

İşte bu sonlanmayan yaşamın diyalektiğidir.

'Diyalektik', kısaca: 'neden-sonuç' ilişkisidir. Eğer tanımı biraz daha genişletirsek: Diyalektik; zaman-mekân aralığında belli koşulların, karşıtlarını (zıtlarınıharekete geçirmesiyle oluşan ve sürekli yinelenen (durağan olmayan) bir değişim-dönüşüm sürecidir. 

Bu, mutlu olma isteğinin başlattığı yaşam sürecinde bir yol alıştır. Bu yol alışta yolcuları; dikenler, çiçekler, değişik tat ve kokular bekler. Tabii ki, 'mutlu olmak' isteği, diğer tüm istek ve duyuların önüne geçerek bir lokomotif olur. İnsanlar bu yolculuk sırasında diğer duygularla karşılaşır tanışırlar. İşte o zaman tadarlar tüm acı-tatlı yaşanmışlıkları. 

Tüm insanların ortak amacı mutlu olmak olsa da mutlu olmak amacıyla yola çıkanların; izledikleri yollar, kullandıkları yöntemler ve anlayışları farklı farklıdır. 

Kimileri, çaba ve becerilerini birleştirip birlikte çareler ararken... 

Kimileri, kendilerini yetersiz, güçsüz ve çaresiz görüp kendilerini mutlu edecek bir güç, sığınacak bir güçlü arayışında bulunur. Ona yalvarır, ondan diler-ister, ondan beklerler. 

Bu anlayışların birincisini 'dünyevi', ikincisini ise kaderci 'öte dünyacı' olarak adlandırabiliriz.

İşte bu anlayışlardır, toplumlardaki mutluluk-mutsuzluk, acı-sevinçleri besleyen büyüten. 

İşte bu anlayışlar sonucu ortaya çıkmıştır, dünyadaki inanç sistemleri ve devletler. 

İşte bu anlayış farklılıklarını ustaca kullananlar; algıya, yalana, çıkara, sömürüye dayalı despot düzenlerini böylelikle kurarlar.  

İşte bu anlayışlarla doğal çevre zarar görür, canlılar yok olur, savaşlar çıkar, kan ve gözyaşlarıyla döner dünyanın çarkı.  

*** 

Canlıların oluşumuyla başlar biyoloji bilimi. Demek oluyor ki, yaşamla yaşıttır biyoloji bilimi. 

Bu en yaşlı bilimin, yani biyolojinin felsefesi ise evrimdir. Evrimle oluşur dünyadaki tüm değişim, gelişim, dönüşüm, başkalaşımlar.

Ünlü bir biyolog olan Theodosius Dobzhansky, 1973'te yazığı makalede: "Evrimin ışığı olmaksızın, biyolojide hiçbir şeyin anlamı yoktur." -deyip, anlatmak ister evrimin önemini. 

Bilime anlam kazandıran evrim konusu, dünya üzerinde sadece Suudi Arabistan’da eğitim müfredatında yer almıyordu. Fakat ülkesinde farklı inançlar olduğu halde okullarında din derslerini zorunlu olarak okutan, bununla da yetinmeyip din dersini seçmeli derslerle destekleyen Türkiye, Suudi Arabistan’ı yalnız bırakmadı. 

Milli Eğitim Bakanlığı 18 Temmuz 2017'de Fen Bilgisi müfredatında yer almakta olan 'evrim' konusunu: "Öğrencilerin düzeyinin üzerinde olduğu..." -gerekçesiyle müfredattan çıkardı. Bu gerekçe samimi olmayan bir karartmaydı. Asıl gerekçe ve amaçları, 'Evrim Teorisi'nin yerine bilimsel olmayan inanca dayalı 'Yaratılış Teorisi'ni getirmekti, zaten uygulamalarıyla da bunu gerçekleştirdiler.   

Böylece evrim konusu kapsam dışında bırakılarak; özgür düşünen, araştıran ve sorgulayan bireylerin yetiştirilmesini istemiyoruz demek istediler. Toplum da bunu istiyor olacak ki, böylesi bilimdışı uygulamaya tepkisiz kaldı!

Gelin görün ki, dünya döndü, Covit-19 pandemisi dünyayı sarmaya, sarsmaya devam etmeye başlayınca, her gün hatırlar olduk evrim konusunu. 

En önce İngiltere Sağlık Bakanı, Coronavirüsün mutasyona uğradığını söyledi, sonra da bu sözler bizde ve tüm dünyada yankı buldu. 

Peki, ama mutasyon ne demek? 

Varyant ne anlama gelir? 

Mutasyon ve varyant kelimeleri değişim anlamına gelmektedir.

Bir canlının genomu içindeki DNA ya da RNA diziliminde meydana gelen kalıcı değişmelerdir. 

Kısacası mutasyon bir organizmanın evrim geçirerek değişmesidir. 

Eğer mutlu olmak ve bilime-fenne uygun bir yaşam sürmek istiyorsak:

Ülke yönetimimiz ve eğitim sistemimizin bilimsel değişim sürecine uyması gerekir. 


Diğer yazılarım için: tıklayınız


19 Mart 2021 Cuma

Şimdi Ne Mutlusunuz!


Kaç gündür bana karşı kalemim ve klavyedeki tuşlar sözleşerek bir direniş başlatmış, yazmak istemiyorlar. Ben
 de onların bu dirençlerine boyun eğmiş ve tutuk kalmıştım. 

Şu an saat 17 oldu. 'Bu direniş bitmeli!' diye düşündüm ve  hemen gönülsüz klavyenin başına geçtim. Ona okşar bakışla bakıp hafifçe dokundum. Bakıştık. O, gülümseyince bunu fırsat bildim ve direnmesi son bulsun diye:

"Sana susmak yakışmaz, gel birlikte bir şeyler yazalım."-dedim, sessizce. 

Kızdı ve dik dik baktı yüzüme: 

"Susan ben değilim ki, sensin, senin için, senin parmakların!"-dedi hiddetle. 

Haklıydı. Ben de suçumu kabul edip: 

"O halde istersen hemen başlayalım, nasılsa bugünlerde konu bolluğu da çok, en güncelinden başlayalım istersen." -dedim, o da kabul etti ve bu yazımız da böyle başladı. 

Bu anlaşmamızdan iki gün öncesinde başlayarak: 

Ülkemizin; ekranlarında, salonlarında, meydanlarında, mecliste her yerde, büyük çoğunluk 'Andımız' etrafında ve şaha kalkmış bir öfke ile toplanmıştı. O öfkenin sesleri çınlatmıştı her yanı. Bize, bizden başka dost olmaz, biz en üstünüz diyorlar.  

Peki, neye karşılar?

-İnsanca, özgürce, eşitçe yaşamak isteyenlere... 

-İnsani değerleri koruyan, insan haklarını savunan, 'Kardeş Olun Ey İnsanlar' diyen, "Yurtta Barış, Dünyada Barış" isteyen, kısacası herkesi kucaklayan barışçı And'lara karşı çıkıyorlar... 

Demokrasiye, çoğulculuğa, eşitliğe karşı çıkıyor, tekçiliği savunuyorlar! 

*

(Burada bir parantez açıp Eğitimpedia Platformundan alıntılanan ve  dünyanın çok az ülkesinde okutulan 'Öğrenci Andı' metinlerini paylaşmak istiyorum. İşte o metinler:

  •  ABD

“Amerika Birleşik Devletleri’nin bayrağına ve onun temsil ettiği cumhuriyete bağlılık yemini ediyorum: Tanrının gözetiminde tek ve bölünmez bir millet, herkese özgürlük ve adalet.”

  • Meksika

“Meksika’nın bayrağı, kahramanlarımızın mirası, atalarımızın ve kardeşlerimizin birliğinin simgesi. Hayatlarımızı adadığımız anavatanımızı insancıl ve cömert bir bağımsız ülke yapan özgürlük ve adalet değerlerine sadık kalmak için ant içiyoruz.“

  • Filipinler

“Ben bir Filipinliyim. Filipinlerin bayrağına ve onun temsil ettiği ülkeye bağlılık andı içiyorum. Gurur, adalet ve özgürlüğün olduğu bir ulus için. Tanrı için. İnsanlar için. Doğa ve ülke için.”

  • Hindistan

“Hindistan benim ülkemdir. Tüm Hintliler benim kardeşlerimdir. Ülkemi severim ve onun 
zengin mirasından gurur duyarım. Her zaman buna değer olmaya çalışacağım. Ebeveynlerime, öğretmenlerime ve tüm yaşlılara saygı duyup herkese hürmet edeceğim. Ülkeme ve insanlarıma bağlılık yemini ediyorum. Onların mutluluğu ve refahı benim mutluluğumdur."

  • Singapur:

“Biz, Singapur vatandaşları, ırkımız, dilimiz ya da dinimiz ne olursa olsun, bir olmuş insanlar olarak adalete ve eşitliğe dayanan demokratik bir toplum yaratmak için ve aynı zamanda ulusumuzun mutluluğu, refahı ve ilerlemesi için ant içeriz.” 

Görüldüğü gibi 'Öğrenci Andı' okutan her ülke, kendi ortak değerlerine vurgular yapıyor... Ama bizdeki gibi çocuklarının varlığını armağan eden hiçbir ülke yok.)

*

Bunun için de: 

Önce 'Hipokrat And'ını' içselleştirmiş, aynı zamanda 'İnsan Hakları Savunucusu' bir hekim olan Ömer Faruk Gergerlioğlu'nu hedef alıp, onu etkisiz kılmak istediler... 

Sonra da Gergerlioğlu anlayışındakilerin toplandığı Halkların Demokrasi Partisi HDP'yi...  

Sanki, ülkemizin başka hiçbir sorunu yokmuş, 

Sanki, ülkemizin hazinesi tamtakır değilmiş,

Sanki, geleceğimiz olan gençlerimiz aç işsiz, güvencesiz değilmiş,  

Sanki, ülkemizde kadın cinayetleri yokmuş,

Sanki, ülkemizde iflaslar yokmuş, 

Sanki, ülkemizde işkence yokmuş,

Sanki, ülkemizin yapacak bir işi, başka bir konusu kalmamış,

Sanki, ülkemiz: "Dünya Mutluluk Raporu"/"Dünya Özgürlük Raporu"/"Dünya Demokrasi Raporu" sıralamalarında en sonlarda değilmiş...

Bu gündemi değiştirmek için, ortaya çıkan tükenmişliklerini gizlemek için.   

Demokrat olduğunu savunan bir parti, olanlarla yetinmemiş olacak ki, kürsüsüne bir çocuk çıkarmış! Bu çocuk da 'hazırol'da bekleyen anne-baba-dede-ninelerine öfkeli, kızgın ama çocukça bir tonda 'Andımızı' tekrar ettiriyor.  

Diğerleri de susmadı, kimi tehdit edip meydan okudu, kimi beddualar... 

Ama hiç bilmezler ki, demokrasi matematiğinde insan haklarının; %1'i (yüzde biri), %99'a (yüzde doksan dokuza) denktir.  

Oysa hedefimiz birlikte bir demokratik barış iklimi yaratmak, o iklimde daha mutlu, özgür yaşamaya çalışmak olmalıydı. 

O zaman 'güvenlikçi' bir anlayışla, yönetilmez, kaynaklarımız da top, bomba, füze, uçak gibi ölüm araçları için harcanmaz, insanlar büyük acılar yaşamazdı. 

O zaman işi aşı olan herkes güzellikler içinde yaşardı. 

O zaman: "Ayna ayna, söyle bana, benden daha güzeli var mı?" -diye konuşulmazdı.  

Olmadı! 

Ne yazık ki, ülkemizde merkezci, tekçi ve buyurgan bir yönetim egemen oldu. 

Ne yazık ki, bu merkezci, tekçi ve buyurgan yönetim yüzünden insanlarımız zor günler yaşadı, yaşıyor. 


Ama yetsin artık, hiç değilse torunlarımız iyi yaşasın!... 




Diğer yazılarım için: tıklayınız

12 Mart 2021 Cuma

Nasıl Bir Yönetim?


İnsanlık tarihi, güven içinde daha mutlu ve huzurlu yaşam arayışıyla başlar. Bu amaca ulaşmanın önkoşulu da her zaman toplumsal barış olmuştur.  

Rastgele bir insana; "Daha güvenli-mutlu-huzurlu-özgür bir yaşam sürmek için nasıl bir yönetim istersiniz?" -diye soracak olsak üç farklı cevap alırız:
a) Yerinden   b) Tepeden   c) Hiçbiri
 
'Hiçbiri' cevabını, sayıca çok az 'devlet karşıtı' kişi verir. Çoğunluk ise ya 'Yerinden' veya 'Tepeden' -der. O halde biz de yazımızı, bu iki yönelimin artı ve eksiklerine ayıralım. 

Önce yakın tarihimize, oradaki etkin güce, 'Osmanlı' yönetimine bakalım. 'Osmanlı'da tüm mülk 'Sultan'ındır ve herkes de onun kuludur. O ne derse ne isterse o olur! Bunun için de 1920'lere gelindiğinde, yüzde 99'u okuryazar olmayan, yoksul, cahil, mutsuz, huzursuz, işsiz, özgürlüğü olmayan savaş yorgunu bir halkımız vardır. 

Şimdi ise 2021 yılındayız. Peki, şimdi ne durumdayız? 

Bizim cevap vermemize gerek kalmadı. Çünkü, üç, 'üçüncü göz', içinde ülkemizin de bulunduğu yüzlerce ülkeyi kıyaslayan araştırmalar yapmış ve birer sonuç raporu hazırlamış bile: 

  • Birinci rapor Birleşmiş Milletler (BM)'den:

BM, 7 yıldır 156 ülkeyi değerlendirip: "Dünya Mutluluk Raporu" hazırlıyor. En son raporu ise 2020 yılına ait, bu sıralamaya göre:   

1.Finlandiya, 2.Danimarka, 3.İsviçre, 4.İzlanda, 5.Norveç, 6.Hollanda, 7.İsveç, 8.Y. Zelanda, 9.Avusturya 10.Lüksemburg... 93.Türkiye...
 
(Türkiye, önceki yılların sıralamasında da:
2016'da 78./ 2017'da 69./ 2018'da 74./ 2018-2019'da 79. olmuştu).
  • İkinci rapor Freedom House'tan:

'Freedom House', 1941 yılında kurulmuş bir sivil toplum kuruluşu olup, demokrasi, siyasi özgürlük, insan hakları konusunda araştırma ve savunuculuk yapmaktadır. 

2020 yılında 195 ülke arasında yaptığı “özgürlük” sıralamasına göre: Finlandiya, Norveç ve İsveç 100 puan alarak ilk sırayı almış, Türkiye ise, 32 puanla 146. olmuştur. 

Böylece Türkiye bu yıl da “özgür olmayan ülkeler” arasında kalmıştır.

(Türkiye, son 10 yılda özgürlüklerin en çok gerilediği 2’nci ülke oldu).

  • Üçüncü rapor, V-Dem Enstitüsü'nden:

V-Dem Enstitüsü, 2014 yılında İsveç, Göteborg Üniversitesi siyaset bilimi bölümünde kurulan bağımsız bir araştırma enstitüsüdür. 

Sözcü gazetesinin bugünkü manşet haberine göre: V-Dem Enstitüsünün hazırladığı ‘2021 Demokrasi Raporu'na göre: "Türkiye, Liberal Demokrasi Endeksi'nde 179 ülke arasından 149'uncu oldu. Türkiye son 10 yılda en fazla otoriterleşen ülkeler arasında ise Polonya ve Macaristan'dan sonra üçüncü sırada yer aldı." 

(Bu raporda da ilk 3 sırada: Danimarka, İsveç ve Norveç var...)

Demek ki, Barış her nerede ise huzur da orada olmuştur.

Hepimize bir soru:

Peki, bu bitek coğrafyamızda insanlarımız, neden özgür değil, niçin işsiz, yoksul ve mutsuz? 

***

Muhtemelen kendilerini büyük gören büyüklerimiz, ekranda, meydanda ve salonlarda yukarıdaki araştırmalar için: "Bunlar ülkemiz için kurulan birer komplo...Bizim bizden başka dostumuz yoktur!" -deyip araştırma yapanlara "Eyyy!" -diye parmak sallayıp: "Bunlar yok hükmündedir!" -diyecektir. 

Yönetmek, iş yapmaktır. Her yönetici ve yönetim grubunun asıl görevi, ülkede yaşanacak bir iklimi sağlamak olsa bile, uygulama aşamasında çok önemli 'anlayış' farklılıkları ortaya çıkar ve kimi çoğunluğa, kimi de bir azınlığa hizmet eder. 

*

Tüm yönetimler iki farklı yolla karar alır ve uygulama yapar: 

Birincisi; seçilenlerin ve atananların 'yerinden' yönetmesidir. Bu ülkelerde her birey değerli ve onun mutluluğu önemlidir. Bu ülkelerde tüm işler 'yerinde' koşul ve ölçülere uyularak yapılır. Yönetim, halktan yana olan demokratik bir 'Sosyal Devlet' anlayışına sahiptir. Adalet, insan hakları, demokrasi, özgürlük, fırsat eşitliği... gibi insani değer öncelikleri vardır. Yönetme, buyruklarla değil sahip olunan demokratik yetkilerle yerinde ve dayanışma içinde yapılır. İşte böylesi çalışmalarla 'insana' daha tez ulaşıp dokunulur ve mutluluk sağlanır. Bu yönetimler gelirleri: demokratik, eşitlikçi, çoğulcu ve barışçı amaçlarla harcarlar. 

Bu özellikleridir bu ülkeleri birer çağdaş ülke yapan ve bu özellikleridir bunların yarışı hep önde götürmelerini sağlayan...

Şimdi, lütfen yukarıdaki her üç araştırmada da ön sırada yer alan; en 'mutlu', en 'özgür' ülkeler sıralamasına yeniden, yeniden bakınız... 

*   

İkincisi; seçilen ve atananlar, küçük bir azınlığın çıkarlarını önceleyen bir anlayışla 'merkezden' (tepeden) verilen buyruklarla iş yaparlar. Kolay yönetmek ve sömürmek için algılar oluşturur, algılara kanmayanları baskı ile sustururlar. Bu yönetimler bahanelerle içeride ve dışarıdaki güçsüzlere savaş açar kaynaklara el koyar, onları susturup, etkisiz bırakırlar. Bunun için de bu ülkelerde aşırı yoksulluk ve aşırı varsıllık vardır. 

Ne yazık ki, bizim ülkemiz; 'mutlu' ve 'özgür' olmayanların çok olduğu bu grubun içinde yer almaktadır.   

***

Peki, mutlu ve özgür ülkeler sıralamasında, bizim ülkemiz neden hep arka sıralarda yer alıyor?

-Çünkü biz başkayız! Biz, aynaya bile önyargılarımızla bakarız! 

Biz, bize verilecek hizmeti, mutlu bir azınlık için çalışanların tepeden verecekleri 'lütuf-iane' ve buyruklarla almayı daha çok seviyoruz.  

Bu yüzden de 'yerinden yönetim' konusu ne zaman dile getirilse, bir damarın paranoyaları başlar ve kıyametler kopar. 

Bu yüzden seçtiklerimizin yerine kayyum atanmasına ses çıkmaz...

Peki;

Eğer, kaynaklarımızı halk için işletip, hakça paylaşsak.

Eğer, kaynaklarımızla savaşlara değil barışa yatırım yapsak.

Eğer, milyonların seçtiği Belediye Başkanlarına güvensek.

Eğer, bilim yuvası olması gereken üniversitelerimizi korusak.  

Böylesi bir yönetim biçimi daha "insani" olmaz mıydı? 

Tüm toplumsal çalışmalarda öncelik 'yerele' verilmeli, yani insanlara oldukları, bulundukları yerlerde dokunulmalı, onların gereksinimleri; uygun-güvenli-sağlam-estetik şekilde giderilmeli. İşte o zaman toplum daha mutlu, daha huzurlu, daha özgür, daha çağdaş bir toplum olur. 

O halde ortak paydamız demokrasi olmalı, ancak o zaman dünyada ve ülkemizde; hakça, adilce, özgürce, onurluca, barış içinde mutlu, coşkulu, 'insani' bir yaşam olabilir...

 Ve çıkar savaşları son bulur.


Diğer yazılarım için: tıklayınız 

5 Mart 2021 Cuma

İnadına Yapmak


71 yaşındayım, bugüne değin gördüğüm her iktidar, işlerini hep yoksul halka inat yaptı. 

Ülkemizin politik iklimi hakkındaki ilk bilgiyi, 12 yaşında bir çocuk iken radyodan öğrendim. 27 Mayıs İhtilal sözcüsü Türkeş radyoda, ihtilali neden yaptıklarını anlatıyor, akşamki 'Yassıada' duruşma saatinde ise, suçlar ve suçlular tanıtılıyordu. 

Özetlersek: Demokrat Partinin; kurduğu "Vatan Cephesi" oluşumuna kendi taraftarlarını toplamakla, halkı ikiye böldüğünü ve ayrıca taraftarı olmayanlara da zorluklar yaşattığını anlatıyorlardı.

İhtilali yapanlar, bazı doğru-yanlış işler yaptıktan sonra, ülke halkına özgürlükçü bir anayasa bırakarak ayrılmışlardı.

Sonraki yıllarda bazen seçimle bazen darbelerle iktidarlar değişti. Her iktidarın farklı söylemleri, yöntemleri olsa da halkın yoksulluğu, dertleri hep aynı kaldı.   

Bazıları, "Yollar yürümekle aşınmaz""Dün dündür, bugün bugündür" dedi fakat ülkeyi sağ ve sol diye ikiye böldü. Sonra da “Bana sağcılar ve milliyetçiler cinayet işliyor dedirtemezsiniz” diyerek çetelere destek verip ülkeyi kana buladı...

Bazıları"Ben zenginleri severim" -diyerek tarafını belirledi. Yetinmedi, "Bu anayasa ülkeye bol geliyor" diyerek işçi-köylü-memur haklarını yok sayan demokrasi dışı "olağanüstü hâl" dönemini başlattı. 

Böylece, insan hakkı ve insan onuru yok saydı, 'faili meçhul cinayetler' (ki, tüm failler bilindiği halde  korunuyordu) işlendi, köyler bombalanıp, yakıldı-yıkıldı-boşaldı, yargısız infaz, dışkı yedirme, işkence, nefret suçları işlendi. Hapishanelerde kimi tutuklular idamla, kimi işkenceyle, kimi yakılarak öldürüldü. 17 yaşındaki çocuğu da 'idam' etmek için yaşını büyüttüler. Baş despot kişi ekranlara çıkıp pişkince: "Asmayalım da besleyelim mi?" diyebiliyordu... Diğer yüzüyle de "memurum/vatandaşım işini bilir" deyip; sömürüyü, kirli işleri, kara parayı, haksız kazancı, rüşveti serbest bırakıyordu... 

***

Bu acılar, sancılar, karanlık günlerle 2001'e geldik... O günden bugüne, toplumsal yaşamda izi olan (yöneten ya da yönetemeyen) birçok özne halen yaşıyor. Onları adları ile de anabiliriz.   

19 Şubat 2001'deki Milli Güvenlik Kurulu toplantısında, 10'uncu Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer anayasa kitapçığını, Başbakan Bülent Ecevit'e fırlatmış ve bu olay da yaşanan ekonomik krizin nedeni sayılmıştı. Oysa, aradan 16 yıl geçtikten sonra, olayın faili Sezer dile gelip dedi ki:

"Ecevit 2 kez bana gelip, Fazilet Partisi'nin kapatılmamasını, bunun için arkadaşlarım olan Anayasa Mahkemesi üyelerine telkinde bulunmamı istedi. Hukukun üstünlüğüne inanan ve yıllarca AYM'de görev yapan bir kişiye söylediği bu sözlere kırıldım ve reddettim."

Bu bunalım ikliminden yaralanan AKP, 'hizmet hareketi' dedikleri gizli bir güç odağı ile işbirliği yaparak 2002 yılında iktidar oldu. 

İktidarın ilk işleri; güvenlik-yargı-askeri-eğitim gibi kurumlara 'koza' yerleştirmek, sonra da kaynak yaratacağız diye halkının malı ve ekmek teknesi olan KİT'leri satmak... Müttehitler kazansın diye o zamandan bu güne kadar ihale yasası 191 kez değiştirme... İşte böyle başladı köylerin boşalması, tarımın bitmesi, şehirlerin betonlaşması, doğal dengeyi bozan HES'lerin yapılması, maden arama ruhsatlarının verilmesi ve karadeliğe dönüşerek 30-40 yıl sonra doğacakları 'dolar' ile borçlandıran, yol, tünel, köprü, hastanelerin yapılması... İşsizliğin çok olduğu ülkede işe alınmak için liyakat yerine, mülakatta yandaş olduklarını kanıtlamak esas alındı... Kaynaklarımız, ülkenin huzur, refah, barış için değil de "Bir merminin fiyatını biliyor musun?" -diyerek savaş aracı ve donanımı için harcandı.    

R. Tayyip Erdoğan önce Başbakan olarak tüm yürütme yetkilerini ele almış, yasama ile yargıyı işlevsiz kılmış, medyayı susturup pek çoğunu bir yandaş havuza toplamıştı. Cumhurbaşkanı oldu, fakat bu kimlikle de yetinmedi, yeniden AKP'nin genel başkan oldu. Böylece sanki bir parti devleti kurmuş oldu. Bu kimliklerin verdiği güçle muhaliflerin tümü öteki sayılıp kamusal hizmetlerden yoksun bırakıldı. 

İşte birkaç örnek:

Cumhurbaşkanı Erdoğan, 21.10.2017 günü betonlaşan İstanbul için çok üzülmüş olacak ki özeleştiri yaparak demişti ki

  • “Biz bu şehrin kıymetini bilmedik, biz bu şehre ihanet ettik, hala da ihanet ediyoruz, ben de bundan sorumluyum...” -demişti. 
*

25.02.2021'de pandemiyi hiçe sayarak 'lebaleb dolu' parti kongresinde kendi partisine güzellemeler yaparken, bakınız belediye başkanlığını kaybettiği İstanbul ve 'ötekiler' için neler söylüyor:  

  • “...Onlara rağmen Kanal İstanbul'u yapacağız. İnadına yapacağız ve Kanal İstanbul ile İstanbul nasıl güzelleşecek, İstanbul bir başka şehir olacak bunu da görecekler. Alıştıracağız, buna da alışacaklar...”

İnadına yapacaklarmış "Kanal İstanbul'u". 

Kime inat? 

-İstanbul'un doğasına inat. - Muhalefete inat,  

-Yani, 806.415 oy farkla kaybettiren İstanbullulara inat...

Niçin inat?

-İnsan "inatla" ancak sevdikleri için 'güzel' işler yapar.

-İnatla düşmanlık olmaz ki! 

O halde?

-Bu tutku, bu direnç, bu inat başka ne için olabilir ki!

-Rant arsalarını alanlar ve müttehitler için olmasın! 

İsterseniz biraz da olumlu düşünelim: 

Yoksa, sevmeye mi başlamış "terörist" ilan ettiği muhalefeti?

Yoksa sevmeye mi başlamış, her yerini betonlaştırdığı İstanbul'u?

*

Cumhurbaşkanı, 02.03.2021 günü: "İnsan Hakları Eylem Planı"nı açıkladı.

Aman Allah'ım! Bu da ne böyle!

İnsan onuru korunacak / dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç, din, mezhep ayrımcılığı yapılmayacak / herkese eşit, tarafsız ve dürüst hizmet verilecek / masumiyet karinesi, cezanın şahsiliği ilkelerine uyulacak / eleştiri ve düşünce açıklama özgürlüğü olacak / bağımsız, tarafsız yargı ve bir hukuk devleti olacak / hak ve özgürlükler adalet teminatında olacakmış...  

Zaten, yukarıda sayılan bu insani değerlerin ülkemizde yok olduğunu söyleyen, yazan, çizenler yıllardır tutuklu değil mi?

Zaten, yıllardır bunları savunanlar “hain-terörist" sayılmıyor mu?

Sanki o konuşan, 19 yıldır iktidarda olan değil de yeni bir aday! 

Sanki, anayasa mahkemesi ve insan hakları mahkemesi kararlarına karşı duran, uymayan, uygulatmayan kendileri değilmiş!  

Sanki birisi, 'İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi'ni okuma ekranına koymuş da Cumhurbaşkanı onu okuyor!

Sanki, yaptıklarından nedamet duymuş da artık yapmam diyor! 

Hani derler ya 'Allah söyletmiş'-diye. Öyle olmuş herhalde.

Yıkıp yok ettiklerini bir bir sıralayıp, söylemiş!

Peki, inandınız mı?


Diğer yazılarım için: tıklayınız