17 Haziran 2022 Cuma

ÇEVİRMEN

 

45 okuldaşımızla birlikte Van ve çevresine bir gezi yaptık. 

Bu dost grubunda; 1960 yılı öncesi ve sonrasında Erzurum, Bingöl, Rize, Trabzon, Gümüşhane'nin köylerinde ilkokulu bitirmiş, 12 yaşında iken girdikleri sınavı kazanıp Yavuz Selim İlköğretmen Okulu'nda 6 yıl parasız yatılı okumuş, 9 yıllık mecburi hizmet borcuyla öğretmen olmuş ve şimdinin emeklileri ile onların birkaç yakını vardı. 

Okuldaşların, hele de 'yatılı' okumuş onların arasında çok güçlü bir bağ vardır. Bu öyle bir bağdır ki, 65 yaş üstü olmuş bizleri, yıllar sonra da sık sık bir araya toplayabiliyor. 

Bu gezimizi, sevgili Muzaffer Yılmaz arkadaşımız ve önceki yıllarda özenli turizm hizmeti aldığımız Sayın Engin Pişkin'in organize etmesi sonucu "Gagik Tur" bizi; antik tarihini, sosyolojisini, coğrafyasını pek bilmediğimiz Van'da buluşturmuştu.

7-11 Mayıs günleri için detaylı bir gidiş- dönüş planlaması yapılmış, konaklama, alışveriş ve beslenme yerleri özenle seçilmiş, bize de özlem giderecek muhteşem bir gezi yapmak kalmıştı.

Birlikte gezip gördük, çokça 'Aaa!' dedik çocuk-ergen günlerimizi anıp güldük-üzüldük ve çok güzel anlar yaşadık. Gelecek için de kurgular yaptık. Şimdilik bu anlardan sadece birini, beni en çok düşündüreni paylaşmak istiyorum:

9 Mayıs günü, Başkale ilçesine bağlı pek çok peri bacası, tüneli, mağara donatısı olan bir tepenin eteğindeki Yavuzlar (Kürtçe ismi: Taxık) köyüne gitmiştik. 

Tezek tepeciklerinin yükseldiği köy meydanında iken birdenbire, kızlı-erkekli gözleri ışıldayan ve cıvıl cıvıl sesler çıkaran bir grup ilkokul öğrencisi etrafımızı sardı. 

Tabii ki, serde öğretmenlik olunca, bizler de onlarla çabuk kaynaştık, şakalaştık, söyleştik, erkek çocuklar pek katılmadı ama kızlarla birlikte Türkçe şarkı ve türküler söyledik. 

Ben de fırsat buldukça onlarla Kürtçe konuştum, çok sevindiler. Bir ara: "Haydi çocuklar, bir de Kürtçe şarkı söyleyin." dediğimde o küçücük çocuklar; başlarını eğip gözlerini kaçırdı, utanmış olanın üzüntüsü ve çaresizliği içinde: "Bilmiyoruz" dediler.


"Peki, siz evde hangi dilde konuşuyorsunuz?" sorumu ise hep birlikte: "Kürtçeee!" diye cevapladılar. 

Aslında ben de bu utancı ve çaresizliği yıllar yıllar önce yaşamıştım. 

Şöyle ki:

Yedi yaşıma kadar anadilim Kürtçeyi konuşan, masallarını dinleyen, şarkılarına müzik becerisi olmayan biri olarak eşlik eden yaramaz, esprili, mutlu bir çocuktum.  

Bir sonbahar günü kapımıza gelen dilini bilmediğim, ismini de sonraki günlerde öğrendiğim öğretmenim Mehmet Ali Seferoğlu, okula başlamam için elindeki deftere ismimi yazınca çok mutlu olmuştum. (Bu saygıdeğer çağdaş öğretmenim ile halen görüşüyor ve ondan çok dersler alıyorum).

Ben artık bir okullu olmuştum. Yaşasııınnn!

1.2.3. üç sınıflar bir aradaydı, öğretmenimiz de beni okula kayıt eden ve dilimizi bilmeyen (çok çok sonra öğrendik ki, o da Kürt'müş) M. Ali öğretmen olmuştu. 

Günler, aylar geçti; baharda doğa uyandığında bizler de artık Türkçe yazan-okuyan-konuşan-şiir-şarkı söyleyenler olmuştuk artık. 

"Evde ve köyde, Kürtçe konuşmak yasaktı!" biz de alacağımız cezanın korkusuyla, biraz biraz öğrendiğimiz Türkçe ile hiç Türkçe bilmeyen anne, dede, ninelerle Türkçe konuşmaya çalışıyorduk. Ve tabii ki, bu süreçte pek çok trajikomik durumlar da yaşıyorduk. 

***

Bir yazımda belirtmiştim: İstanbul'un dörtte üçünden (3/4) daha da az nüfusu olan Belçika'da üç resmi dil var,  bu dillerden biri olan Almanca, ülke nüfusunun sadece %1’nin anadilidir.

Oysa, bizim ülkemizde nüfusun en az %20’si yani her beş kişiden biri Kürttür. 

Peki, bizim ülkemizde neden Kürtçe resmi dil kabul edilmez ve her insanın insan hakkı olan "kendi anadilinde eğitim alma" hakkı sağlanmaz? 

Kürt vatandaşların kendi anadilleriyle eğitim görmesinin ne sakıncası var ki?

Kaldı ki, insanlar anadilleriyle daha iyi konuşur, anlar, anlatır ve üretir. 

Genel kabul gören bir görüşe göre: bir eserin çevirisi hiçbir zaman insana o eserin kendi dili ve kültüründeki karşılığı kadar imge, sezgi, düşünce, haz, duygu yoğunluğu yaşatıp etkileyemez.

İnsanlar, kendilerine özgü renkleriyle, kültürleriyle, becerileriyle, ev, sokak, okul, kent, ülke ve dünyada daha zengin bir yaşamı var ederler. Böylece dünyamız monoton olmaktan kurtulur çok sesli, çok dilli, çok renkli bir çeşitlilik kazanır.

ASLINDA BEN BİR ÇEVİRMENİM!

Hem de anadilimi yeteri kadar bilmeyen bir çevirmen. Hani bir konuda yeterli bilgisi olmayanı, cahil sayarlar ya, ben de anadilimin cahiliyim. 

Çünkü ben, anadilimin alfabesini, gramerini bilmeyen ve okuryazarı olmayan biriyim. 

Benim başka bir dilde yıllarca okumuş olmam, meslek edinmem, duygu ve düşüncelerimi yazan bir olmam da bu eksikliğimi gideremez.    

Size ilginç gelebilir mi bilemem, benim tüm sezgi ve duygularım, gramerini, hatta alfabesini bile pek bilmediğim anadilimle bezeli... 

Türkçe yazarken bile çoğu zaman anadilim Kürtçe ile düşünür, onunla oluştururum duygu, bulgu, yargı ve düşlerimi. 

Ancak ne yazık ki bu kazanımlarımı etkili olarak anadilime aktaramıyorum! 

Bu yüzden de anadilimle konuştuğum dost ve akrabalarım karşısında zor anlar yaşıyorum. Onlar beni gülerek değil, gülümseyerek dinlerler, ama ben onların samimi duygularını düşündükçe utanırım. Gerçi, insanın faili olmadığı bir utançtan, utanç duyması da ayrı bir utançtır ya!

Olması gereken, anadilin ve sonrasında öğrenilen tüm dillerin birbiriyle kaynaşıp, kültürel alışverişte bulunması, birbirini zenginleştirmesidir. Fakat öğrendiğimiz Türkçe ve onun yasakçı şoven savunucuları, anadilimizi hep kötülemiş onu hep yok etmeye çalışmışlar.

Hani kekeme biri, şarkı ve türkü söylerken kendisini daha rahat ve akıcı olarak dillendirir ya! 

Ben de anadilimde kekemeyim, rüya, hayal, sezgi, duygu ve bulguları Kürtçeden alıp Türkçeye çeviriyor, sonra bunları Türkçe okuyup, yazıp, anlatıyorum. 

Türkçe, benim kekeme olmadığım, anlatı, yazı, şarkı, türkü dilim...

Sanırım, kendime niçin çevirmen dediğimi 
şimdi anlatabildim.

Farklı renk ve çeşitlilikklerimizle Türkiyeli olmak hepimize yeterken, neden herkesi zorlayarak, yasaklayarak Türk yapmaya, tüm dil ve kültürleri Türkçe içine hapsetmeye çalışılıyor? 

Neden?

Şimdi hem baba hem de dedeyim ne  çocuklarım ne de torunlarım benim anadilimi biliyor! 

Korkum o ki, anadilim bunca faşist baskı altındayken, giderek bir "Hopi Dil" (2000 yılında sadece 5.262 Kızılderilinin dili) olacak.

Peki, biz şimdi ne yapmalıyız? 

Emin Toprak- DOSTÇA

Diğer yazılarım için tıklayınız 

10 Haziran 2022 Cuma

NATO kötücül bir suç örgütü mü?


Savaşa hayır diyen, barışı savunan biri olduğum için insanlığın başına bela olmuş tüm militarist suç ve kötülük örgütlerine karşıyım. Size, savaşları kutsayıp dünya barışını yok eden bu kötücül güçler hakkındaki görüşlerimi anlatmak istiyorum. 

12 Mart 1947 - 26 Aralık 1991 dönemi dünyada, soğuk savaş dönemi bilinir ve bu yıllarda birbirine düşman iki büyük güç vardır. Birincisi, ABD ile kapitalist-antikomünist ülkelerin oluşturduğu 'NATO', İkincisi de işçi köylü birlikteliğindeki bir devrimle sosyalizme geçmiş, ancak zamanla revizyonist anlayışların egemen olduğu ülkelerin 'Varşova Paktı'dır. 

Bu iki güç arasında yıllarca süren psikolojik savaş ve silahlanma yarışı; Varşova Paktını dağıtarak 1991'de NATO’ya bir zafer kazandırmıştı. 

NATO nedir? 

-NATO, emperyalistleri koruyan ve onlara yeni pazarlar, çıkar alanları sağlayan bir savaş organizasyonu olarak, ölüm makinası silah ve teknolojilere pazarlar bulmak için algılarla oluşturduğu korku ikliminde halkların dostluklarını yok eder, onları karşılıklı düşman kılar...

Böylece dünya barışını engeller, doğal yaşam kaynakları ve insanlık değerlerine zarar verir. 

Kısacası, NATO kötücül bir suç örgütüdür.  

1991 sonrasında da NATO, tek kötücül suç örgüt olarak kalamadı. Çünkü Rusya yeniden güçlenip, emperyalist amaçla dünya paylaşımından pay ister oldu. Önce çevresindeki ülkelere saldırı-işgaller başlattı, yetinmedi, Türkiye'nin politikaları ve Suriye'nin ev sahipliğinde Akdeniz kıyılarına da inerek önemli bir hayalini daha gerçekleştirdi ... dur durak bilmeden, Ukrayna Savaşını da başlattı. 

İşte böyle böyle oluştu dünyada şimdiki korku iklimi. Bu korku ikliminde kendilerini güvende görmeyen bazı ülkeler yeniden telaşa kapılıp özellikle NATO şemsiyesi altına sığınmak istemeye başladılar.

Örnek: İsveç ile Finlandiya'nın NATO'ya katılma istekleri...

***

NATO Antlaşmasının 10. maddesine göre, oybirliği olmadan 'yeni üye' alınamaz. Erdoğan da bu maddeden aldığı yetkiyle: eğer, isteklerimiz kabul edilmezse biz de İsveç ile Finlandiya'nın NATO üyeliklerini veto ederiz diyor.

Çünkü kamuoyu araştırmaları, en geç bir yıl sonra yapılacak seçimlerde Cumhurbaşkanı Erdoğan ve AKP'nin kaybedeceğini gösteriyor. O da bu "veto" yetkisini bir şantaj aracı yaparak, 'ikbal' için bir seçim fırsatına çevirmek istiyor. 

Peki, Türkiye'nin İsveç ve Finlandiya ile sınırdaş mı? 

-Hayır. 

Peki, bu ülkeler Türkiye'yi bu denli kızdıracak neler yapmışlar ki?

Bu soru çok önemli, çünkü bu ülkeler, sıkıyönetimlerin, 12 Martların, 12 Eylüllerin ve zulmün hiç eksik olmadığı ülkemizde; güven içinde insanca yaşama olanağını bulamayıp kaçanlara (özellikle de Kürtlere) kapılarını açmış, onlara sığınma, barınma, eğitim hakkı tanımış ülkelerdir. 

Şimdilerde herkesin sevdiği Nazım Hikmet de bir zamanlar:

"Karşı yaka memleket /sesleniyorum Varna'dan, /işitiyor musun? 
Memet! Memet!
Karadeniz akıyor durmadan, /deli hasret, deli hasret,
oğlum, sana sesleniyorum, /işitiyor musun? 
Memet! Memet!"

"Memleketim! Memleketim!"
...  

Diye haykırmış 

Ve: 

19 yaşında, şiddetin her türlüsüne karşı çıkan, barış ve özgürlükleri savunduğu, solculara destek olduğu için tutuklanan, yazdığı eleştirel yazılar yüzünden 1981 yılında (28 yaşında) "vatan haini" diye yurda girmesi yasaklanıp vatandaşlıktan çıkarılan Memed Uzun gibi...

O Memed Uzun ki, sığındığı İsveç'ten yola çıkıp Yunanistan adalarına, özlemini çektiği ülkesini bakışlarıyla okşamak, el sallayıp selamlamak, denizden, rüzgârdan, kuşlardan, dağlardan, tepelerden yanıp sönen ışıklardan haber almak ister. 

Bu yasakçı faşist anlayış nice Nazım Hikmetler, nice Memed Uzunlar tüketti, daha da ne kadarını tüketecek acaba? 

İşte, İsveç ve Finlandiya gibi ülkelerdoğdukları topraklarda zulüm gören, yaşama güvencesi kalmayan on binlerce insanımıza, insani yardımda bulunmuş ve onlara kapılarını açmıştır. Ülkemizin bu ülkeleri 'düşman' belleyip onlara yaptırımlar uygulama istekleri işte bundandır. 

Peki, AKP İktidarı 'ikbal' için bu tuzakları kurarken, acaba ülkemizin ana muhalefet partisi ne diyor, neler yapıyor?

06.06.2022 günü parti sözcüsü kürsüye çıktı ve komşu ülkelerimiz Suriye ve Irak'ı kastederek: "Türkiye sınır ötesi operasyonları ilk defa yapmıyor. Sınır ötesi operasyon böyle randevu vererek, yer göstererek, davul zurna çalıp duyurarak yapılmaz... “bir gece ansızın” gelinir..." -dedi.

Sonra da: "İsveç ve Finlandiya’nın NATO’ya üyeliği... İttifakın güçlenmesi hepimizin yararınadır... Diplomatik nezaket içinde, iç siyasete alet edilmeden götürülmesi gereken bu süreç, sadece Finlandiya’ya SİHA satarak, sadece birkaç teröristi geri alma anlaşması yaparak sonuçlanmamalıdır. Türkiye’nin vizyonu bundan çok daha geniş olmalıdır." Dedi. 

CHP sözcü kısaca: 

***Türkiye'nin komşu ülkelere; bombalı, füzeli, tanklı 'ansızın harekatlar' yapmasına açık destek verdi. 

***Türkiye fırsat bulmuşken, İsveç ve Finlandiya'nın NATO üyeliğine karşı daha fazla 'taleplerde' bulunulmasını... istedi. 

Nereden nereye!

Şimdi de AKP, muhalefeti yanına çekmiş olmanın fırsatını yakalamanın hazzıyla ellerini ovuşturmaktadır. Böylece AKP, bir taşla pek çok  kuş vurmuş hem Kürtlere zarar vermiş hem muhalefeti işlevsiz bırakmış, hem de seçimlere sisli puslu bir korku iklimi içinde girmeyi başarmıştır. 

O, CHP ki: “Hak-Hukuk-Adalet” sloganları atarak Ankara-İstanbul uzun yürüyüşünü yapmış, halka yapılan zulüm ve zalimlikler için 'helalleşmek' istemiş, AKP ve liderinin her eylem ve söylemine 'yanlış' diye karşı çıkmış. 

Ne demiş neler yapmış şimdi de azla yetinme daha fazla iste, silah sanayi çalışsın, müteahhitlere işgal edilmiş ülkelerde de işler çıksın istiyorlar. 

Hani nerede kaldı, Yurtta Barış, Dünyada Barış! 

İşte bu anlayış birlikteliği içinde; yurtdışına asker gönderen tezkereleri, sıkıyönetim-olağanüstü hal ilanları kutsal metinlermiş gibi hiç "neden-niçin" diye sorgulamaz "evet, evet!" diyerek alkışlarla kabul görürler. 

Kürt halkına karşı kurulan bu Türkçü-İslamcı birliktelik, şimdi de İsveç ile Finlandiya’nın NATO'ya girişine engel olmak istiyorlar. 

Hiçbir sorun at gözlüğü takarak, ya da derecesi düşük, ufku az gören bir gözlükle çözülemez!

Bu Kürtleri dünyada yok etme birlikteliğidir!

Fakat onlara inat, Kürtler dünya barışı içinde hep yeşerip dal verecek!

***

Savaş, yaşamın düşmanı olarak her şeye hepimize karşı!

Türkiye'de, Kürt sorunun çözülmesini engelleyen, Kürt'e, Kürt diyemeyen, onların anadiline, müziğine, kültürüne yasak koyan, karşı duran iktidar ve muhalefetin ırkçı birlikteliği oldukça, barış olmaz! 

Ancak hamasi nutuklar eşliğinde sıkça savaş tezkereleri imzalanır, canlar ve mallar ölüm makinaları için harcanır! 


Bu yüzden çok çok ölüyoruz!


Bu yüzden de öl, öldür, ölümler bitmiyor!


Bu gidişe dur demek gerek!

Emin Toprak- DOSTÇA

Diğer yazılarım için tıklayınız


3 Haziran 2022 Cuma

Bir gezinin düşündürdükleri

17 Mart günü eşim Dilek ile birlikte yurtdışına çıkmış ve o günden beri  haftada bir yazmakta olduğum “Dostça” yazılarıma da ara vermiştim.


Yazmadım, çünkü istesem de yazmayacak kadar tutuk kalmıştım. O günlerde sadece yaban diyarları gezdim, gördüm, okudum, düşündüm, kıyasladım, çıkarımlar yapıp yorumladım. Böylece, bilgileniyor, bilgisizlik ve cahilliğimle tanışarak kâh seviniyor kâh üzülüyordum.  


Neler, neler oldu bugünlerde!

Ukrayna-Rusya savaşı çıktı, savaş karşıtı olanlar hem dünyada hem de ülkemizde çokça arttı!

Fakat her nedense ülkemizdeki on yıllardır süregelen çatışma, savaş, ölüm ve acılara hem dünya hem de halkımızın büyük çoğunluğu hep seyirci ve sessiz kaldı?

Ülkemizde egemen olan ve büyük çoğunlukça desteklenen resmi bir anlayışla; herkesin doğuştan kazanılmış insanları hakları yok sayılıp, "öteki" olana kendi değerleri dayatılmaktadır. Bunun için de ötekileri haksız gösterecek haksız yapay algılarla düşmanlıklar yaratılmaktadır. Böylece ülkemiz yıllardan beridir hem ülke içindeki halklar hem de komşu ülkelerle halklarla barışa hasret kalmıştır. Bu yüzden hem ülkenin hem de komşu ülkelerin kaynakları, doğaları ve nice canları zarar görmüş, anaları acılı, çocukları; oyunlarında kılıç, tüfek, bomba kuşanıp savaşırken coşku içinde, ölmek, öldürmek istiyor, gençleri; güvencesiz ve umutsuz kalmış.

Oysa ülkemizin ekonomisi; uçak, tank, füze, bomba, mermi gibi ölüm harcamaları yüzünden çökmüş, kaynaklarımız, iktidarca haraç mezat yandaşlara dağıtılmış, otuz-kırk yıl sonra doğacak olan torunlarımız bile borçlu bırakılmıştı.


Bu tükenmiş ve halk desteğini yitirmiş iktidar, bir daha '7 Haziran 2015' benzeri bir yenilgiyi yaşamamak için ülkeyi, '1 Kasım 2015' seçim öncesinin karanlık günlerine taşıyacak bahane ve düşmanlıklar arıyorlar.


Sadece kendi çıkar ve gelecekleri için algılarla farklılıkları düşmanlaştırıp, çatıştırmak, kan akıtmak, savaş çıkarmak istiyorlar, savaş!

Yurtdışına çıktığımın tam 16. günüydü, ben yukarıdaki duyguların baskısı altında, yaban diyarları gezip, görüp, okuyup, düşünüp, kıyaslarken, kendimce yorumlar yapıyordum.


1 Nisan günü, AKP Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, katıldığı programda gençlere: "Yakın çevrenizden başlayarak ülkemizi, imkânınız olursa dünyayı gezip görmek, farklı kültürleri tanımak için şartlarınızı zorlayın" demişti.  


Biz, akraba ve oğlumuzun imkanlarıyla yurtdışına çıkma fırsatı bularak 50 gün kalmıştık. Eğer kendi imkanlarımızla yurtdışına çıksaydık; hiç barınma-giyinme ücreti ödemesek bile ikimizin birer maaşıyla ancak 5 gün lüks olmayan insanca bir gezi yapabilirdik. Kaldı ki, hem eşim hem de ben birinci dereceden emekli olmuş eğitimcileriz.


Peki, Sayın Cumhurbaşkanının bu çağrıyı yaptığı gençlerin toplum içindeki oranı kaçtır acaba? 


Bence, yani kendimce, bu imkana sahip gençlerin toplum içindeki oranı en fazla %4-5 civarındadır. 


Yoksa, yoksa Sayın Cumhurbaşkanının bu sözleri bir "1 Nisan Şakası!" mıydı?  


Ne dersiniz? 

***


Eğer bu sözleri bir şakaysa, bence Cumhurbaşkanı böyle şakaları hiç yapmasın. Olur da bu şaka gerçeğe dönüşür yurtdışına çıkanlar çoğalır ve onlar; gezip, görür, düşünüp yorumlar, bu düşünce ve yorumlar da Cumhurbaşkanının anlayışına, dünyaya bakışına hiç mi hiç uymaz. 


Nedenlerini yaşanmışlıklarla anlatacak olursam şöyle: 


Belçika'nın  Oostende kentindeki akrabalarımız sevgili Hazal ve Halit Canoğlu çiftine "her şey dahil ve bedava" 4 gün misafir kalıp, birlikte Belçika'nın üç önemli kenti: Oostende, Brugge ve Brüksel'i gezdik, gördük, bilgiler edindik. 


İşte, Belçika hakkında topladığım bazı bilgiler (siz değerli okurlarım da eğer bu bilgileri ülkemiz gerçekleri ile kıyaslayıp, yorumlarınızla zenginleştirirseniz çok sevinirim):


Batı Avrupa'da yer alan Belçika'nın; 30.528 km² alanı ile Marmara Bölgemizin yarısından daha küçük, 2021 yılı nüfusu olan: 11.645.148 kişi ile de İstanbul nüfusunun (3/4) dörtte üçünden daha azdır. 

Belçika'nın yönetim şekli: İngiltere, İspanya, İsveç, Norveç, Hollanda, Danimarka, Lüksemburg ... gibi "krallık" olup, "parlamenter monarşi" ile yönetilmektedir. 

Bu ülkelerde kraliyet aileleri sembolik olup, çok az söz ve yetkiye sahiptirler. (Türkiye ise; uygulamada 2002 yılında, resmiyette ise 2017 yılından başlayan ve dünyada  benzeri olmayan tek kişi yönetimi vardır). 

Belçika'da Avrupa Birliği, NATO gibi bazı uluslararası organizasyonların merkezleri vardır. 

Uluslararası Para Fonu verilerine göre 2021 yılında Belçika'da kişi başı milli geliri 50.413$, Türkiye'nin ise 9.507$ dır. (2022 yılı, paramız pul olduğu bir yıl ve kişi başı milli gelirin 6.700$ olmuştur).  

Belçika, anadillerin önemini kavramış ve "Birlikten Kuvvet Doğar" diyerek üç bölgeli bir federal devlet olmuştur. 

Ülke nüfusunun %59'u için Felemenkçe, %40'ı için Fransızca, %1'i için Almanca olmak üzere üç resmi dil kabul etmiştir. 

Böylece hem ülkede iç huzur hem de komşuları Hollanda, Fransa ve Almanya ile barışçı komşuluk ilişkileri sağlanmıştır. 

Türkiye'de ise yüzyıllardır tekçi anlayışla sürekli olarak ülke halklarının dilleri ve kültürleri yasaklarla baskılanıyor, köy, kasaba, şehir, dağ, ova, ırmak gibi binlerce yıl öncesine dayalı isimleri değiştiriyor, yani o coğrafyanın tarihsel belleği siliniyor. 

Sizce, Cumhurbaşkanının: "Yakın çevrenizden başlayarak ülkemizi, imkânınız olursa dünyayı gezip görmek, farklı kültürleri tanımak için şartlarınızı zorlayın" dediği "1 Nisan Sözleri" eğer düş değil de pek çok 'Z Kuşağı' gencinin fırsatı olsaydı, ülkemize barış iklimi daha erken gelmez miydi?

Emin Toprak- DOSTÇA

Diğer yazılarım için tıklayınız