23 Şubat 2018 Cuma

Bütün okullar "ikna odası"...

Bize bol bol ziya kucakla getir; düşmek, etrafı görmemektendir. Tevfik Fikret
  
Günümüzde bilim, teknoloji ve iletişim sistemleri uzakları yakın kılarak, dünyayı adeta küçük bir köye dönüştürmüştür. Tanışların bol olduğu böyle bir dünyada birey ve gruplar; özgünlüklerini koruyarak, eşdeğerli, özgür, barış içinde yaşamak isterler. 

Birlikteliği kolay kılmak için de bazı değerlere sahip olmaları gerekir. İnsanlık değerlerini, özgün değerler ve ortak değerler olarak iki bölüme ayırabiliriz.

Özgün değerler; bio-psiko-sosyal alanlardan kaynaklanan bireye ve ait olduğu gruba ait olan kısmi benzerlikler ve farklılıklardır. Örnek olarak; dil, ırk, din, inanç, kültür, gelenek gibi yerli, milli benzerlikleri ve bireysel farklılıkları sayabiliriz. 

Günümüz dünyası öylesine harmanlamış ki, hiçbir ülkede %100 olarak sadece özgün değerlere sahip insanlar göremezsiniz. Böylesi bir durum ancak olsa olsa başkalarınca henüz görülmemiş olan ilkel kabilelerde olabilir. Ki orada da mutlaka bireysel farklılıklar vardır.

Özetle “yerli ve milli olmak”; emperyalist güç ve işbirlikçilerinin sömürü düzenlerini sürdürmek için, düşünemeyen, yorum yapmayan, sadece itaat eden taraftar bulma amaçlı yapay bir algı, politik bir tuzak proje, bir gelecek ütopyasıdır.
*
Ortak değerler; Özgürlük, barış, demokrasi, laiklik, eşdeğerlilik, hak, hukuk, adalet, sevgi, saygı, hoşgörü, dostluk, insan onuru, dayanışma… Tüm insanlığa özgü üstün/erdem olan ortak değerlerdir. Yargıcın, doktorun, öğretmenin, yöneticinin vb. işini yaparken farklı inanç ve anlayışlara saygı duyması, kararı ayrım yapmadan vermesi/uygulamasıdır.

Görüldüğü gibi “ortak değerler” ne yerli, ne milli, ne de belli bir inanç sistemine aittir. Bunlar, herkesi kucaklayan insaniyet mirasıdır.

O halde; insanlık ve çevrenin geleceğini, insaniyet değerlerine uygun olarak eğitilmiş nesiller belirler.

O halde; eğitim sorunları da sadece bir ülke veya belli bir coğrafyanın sorunu değil, tüm dünyayı ilgilendir.

***
Ülkemizin çok önemli eğitim sorunları var. 

Peki, acaba sorunlara çözüm bulmakla görevli iktidar ne yapıyor? MEB'de neler oluyor?

Kuşku yok ki,“28 Şubat” anlayışının “başörtüsü” ve "ikna odası" uygulamaları, AKP'nin doğuşunu sağladı. Çünkü onlar "mağduru" çok ustaca oynadılar ve aldıkları önemli destekle de iktidar oldular.  

Büyük öfke ve kinleri vardı. İlk hedefleri de; okullar, çocuklar, gençler ve öğretmenlerdi.  “28 Şubat” anlayışı benzeri uygulamaları bu kez onlar kullanıp ülkenin yarısını "öteki" ilan ettiler.. Müfredatlar imam hatip anlayışına uyarlandı.

Artık anaokulundan üniversiteye tüm okullar Diyanet'in şemsiyesi altında ve vakıf, tarikat, derneklerin danışmanlığında; dindar ve kindar nesiller yetiştirmekle meşguller... Güncel sloganları “yerli ve milli olmak”. Yani; farklılıklar yok, sadece bir coğrafya,  sadece bir inanç, sadece bir tarikat ve sadece bir ırk var!...

Sonuç olarak: 16 yıllık iktidar; ülke sorunlarına çözüm bulamadığı gibi, Eğitim alanında, her gün, dünü aratacak yepyeni daha büyük sorunlar üretmeye devam etti/ediyor. AKP, ülkemizin tüm okullarını birer "ikna odası"na çevirdi. 

***
Sosyal medyada bir eğitimci herkese aşağıdaki soruyu sormuştu:

“Diyanet İşleri Başkanlığı, okullarda teşkilatlanmaya ilişkin (gençlik çalışmaları yönergesi) hazırlamış. Bu nasıl bir teşkilatlanma??”

Ben de bu soruya neden olan Diyanet İşleri Başkanlığı “Gençlik Çalışmaları Yönergesi"ni arayıp buldum. İşte bu yönergenin hedefleri:

“Okullarda yürütülecek gençlik hizmetleri
MADDE 11- (1) Üniversite, lise ve ortaokul düzeyinde gerçekleştirilecek gençlik çalışmaları aşağıdaki ilkeler çerçevesinde yürütülür.
a) Çalışmalar, okul idarecileri ve öğretmenler ile etkin bir işbirliği halinde gerçekleştirilir.
b) Gençlik çalışmalarının yaygınlaştırılabilmesi ve daha etkin hale getirilmesi amacıyla okullara göre planlamalar yapılır.
c) Okulların yoğun olduğu mahallerde gençlik çalışmalarının yürütülebileceği, gençler için cazibe merkezi olacak Diyanet Gençlik Çalışmaları Merkezleri ve okuma salonları açılmasına veya gençlik merkezi vb. mekânların kullanılmasına yönelik çalışmalar yapılır.
ç) Okullar periyodik aralıklarla ziyaret edilir. Okul ziyaretlerinde sadece konferans tarzı etkinliklerle yetinilmez. Düzenli ve sistematik programlar aracılığıyla gençlerle iletişime geçebilmenin imkânı oluşturulur.
d) Okullarda Diyanet çalışmalarını koordine etmek amacıyla genç gönüllüler arasından temsilciler belirlenir.
e) Okul temsilcileri ve sınıf temsilcileri ile periyodik değerlendirme toplantıları gerçekleştirilir.”

***
Şimdi ben saygıdeğer okurlarıma birkaç soru soracağım, isterlerse onlar da çevrelerine sorsunlar. 
Acaba bu çağda; 
Kim, çocuklarının bilimden uzaklaşmasını ister?

Kim, yakın çevre ve uzaklardaki insanların; düşünce, anlayış, inanç, milliyet farklılıkları nedeniyle  çocuklarınca yok saymasını, düşman görülmesini ister?

Kim, çocuklarının sadece yerli, milli, dindar ve kindar bir eğitim alarak yetiştirmesini ister?

(İşte bugün böyle nesiller yetiştirmek istiyorlar.  Onun için hedeflerinde okullar, çocuklar, gençler var.)  

Peki, yukarıdaki yönergenin "hizmetleri" size kimin örgütlenme tarzını hatırlatıyor?!...


Yazarın diğer yazıları için tıklayınız

16 Şubat 2018 Cuma

İki buçuk haber ve çağrıştırdıkları

Gündemde o kadar çok acı acı güldürecek konu var ki!... İnsana ister istemez; Nasrettin Hoca, Karagöz-Hacivat, Keloğlan ile Aziz Nesin, Rıfat Ilgaz, Muzaffer İzgü gibi ustaları hatırlatıyor.

İnsanın her yaşantısını kayıt altına alan sonsuz bir belleği olduğunu söylerler. Ama koruma altındaki bu bilgilere ihtiyaç duyduğunuzda ulaşmak hiç de kolay olmuyor.  Hatırlamak için bazen, saatlerce/günlerce, dolaşıp durursunuz. Bazen de bir sohbet, bir sevinç, bir üzüntü, bir olay, ya da hiç olmadık bir yer ve zamanda; “çağrışım” dediğimiz yolla, pat diye aniden ortaya çıkıverir bu bilgiler.

İşte böylesi çağrışımlar yapan bazıları, yukarıdakileri veya benzeri ustaları anarak; “Eğer onlar yaşayıp bu konuları dillendirselerdi, kim bilir ortaya ne muhteşem eserler çıkardı!...” derler. Bazıları da haklı olarak, ülke iklimini düşünerek; “Ama şimdi yaşayan ustalar da susturulmuş, baskılanmış durumda…” diyerek karşı ilk konuşanların kekelemesine neden olurlar.

Yani Nasrettin Hoca deyişiyle; hem bazıları, hem de diğer bazıları haklı…

Acı acı gülmek”; bizim ve bizim gibi ülkelerin her gün sıkça yaşadıkları bir gerçektir. İşte geçen haftadan; duyanları acı acı güldürecek ve düşündürecek olan sadece iki buçuk (2,5) haber:

***
Birinci haber, “Sakıncalı Afacanlar…”:
Ben bu haberi okuyup ve düşünürken; Uğur Mumcu’yu ve onun “Sakıncalı Piyade” eserini anımsadım. “Sakıncalı Piyade” 12 Mart askeri darbesinin öncesi ve sonrasındaki yaşanmışlıkları anlatan bir eser. Bu eserin arka kapağına bakın Aziz Nesin neler yazmış:

"Ellerin dert görmesin Uğur Mumcu! Sakıncalı Piyade'yi yazdığın için, eline sağlık, ağzına sağlık, canına sağlık. Kendi yazdıklarıma gülemem. Ama senin yazdıklarını gülerek okudum. 'Acı acı gülmek' deyimi vardır ya, işte öyle acı acı güldüm."

Cumhuriyet gazetesinden Hakan Dirik’in, “Sakıncalı Afacanlar”  Haberi de, acı acı güldüren böylesi bir haber:

İzmir’de faaliyet gösteren Toprak Sahne Tiyatrosu, “Çevreci Afacanlar” adlı müzikli çocuk oyununu sahnelemek isteği ile Manisa'nın Akhisar İlçe Milli Eğitim Müdürlüğü’ne başvuruda bulunur. İşte kendilerine verilen cevap:

“İlgi yazınız ile bildirilen “Çevreci Afacanlar” isimli tiyatro eseri incelenmiş olup inceleme sonucunda;
Tiyatro metninin 6. sayfasında ‘Bilgican’ adlı tiyatro karakterinin savaş karşıtlığı ile ilgili sözlerinin oyunun konusuyla alakasız bulunduğu,
Yine aynı sayfada ‘Yaşlı Ağaç’ adlı karakterin şiddet karşıtı sözleri ile çevre temizliği arasında bir ilgi kurulamadığı,
Ülkemizin içinden geçtiği bu hassas dönemde savaş karşıtlığı gibi siyasal söylemlerin çocuklarımıza sunulmasının sakıncalı olduğuna karar verildiğinden okullarımızda oyun tanıtımı ve afişlerinin asılması uygun görülmemiştir”

Peki, acaba savaş karşıtı ve siyasi söylem sahibi olduğu söylenen ‘Bilgican’ ve Yaşlı Ağaç’ neler söylemiş? İşte o konuşmalar:

“BİLGİCAN: Yeter... Böyle bir anda bile kavga ediyorsunuz. Biz çocuklar kavgalardan, savaşlardan bıktık artık. Kavgasız savaşsız ve tertemiz mutlu bir dünya istiyoruz.
YAŞLI AĞAÇ: Bilgican haklı çocuklar. Böyle davranmak sizlere hiç yakışmıyor. Siz çocuklar sevginizle, dostluğunuzla biz büyüklere örnek olmalısınız. O zaman her şey daha güzel olacak. Böylelikle dünyamız daha yaşanır bir hale gelecek.
YAPRAKCAN: Haklısınız. Ufakcan’dan ve sizden özür dilerim./UFAKCAN: Ben de.
BİLGİCAN: Ya arkadaşlarımızdan? /İKİSİ: Sizden de özür dileriz arkadaşlar.
YAŞLI AĞAÇ: Yaşasın barış./BİRLİKTE: Yaşasın barış. /BİLGİCAN: Arkadaşlarımızda bizi affettilerse Etos’u yakalamak, çevremizi ve ormanlarımızı kurtarmak için bir çare düşünelim. /YAŞLI AĞAÇ: Etos’u yakalayıp iyi bir ders verelim./UFAKCAN: Kafasını kıralım./ YAPRAKCAN: Tüylerini yolalım./ UFAKCAN: Dövelim./ YAPRAKCAN: Evet dövelim.
YAŞLI AĞAÇ: Hayır çocuklar hayır. Şiddet çözüm değil. Önemli olan onları eğitip bir daha çevremize ormanlarımıza, doğal varlıklara zarar vermemesini sağlayabilmek…”

***
İkinci haber, “Robot Sanbot”:
Siz o sahneyi izlemeseniz de  mutlaka duymuşsunuzdur. Olay şöyle: U.D.H Bakanı Ahmet Arslan, “Güvenli İnternet Günü” için düzenlenen törende konuşurken, birden programın sunucusu robot ”Sanbot” araya girer ve ”Yavaş konuş, ne diyorsun anlamıyorum” der.  Daha sonra da, ”Neden bahsediyorsun?” diye soru sorar. Bakan Arslan, belki çok kızdı ama “ulan” bile demedi. Sadece, “Değerli arkadaşlar belli ki birileri robotu kontrol etmek durumunda. Kontrol görevini hangi arkadaşımız yerine getiriyorsa gereğini yapın lütfen” emrini verdi.

Sanbot’un cesaretine bak arkadaş! Olacak şey mi?!.. Bu ne özgüven be!..

(Demek ki robot Sanbot’un belleğine bazı yaşanmışlıklar işlenmemiş, onun için “çağrışım” yapamıyor. Onun için OHAL şartlarında bile; yollar, denizler ve haberleşmeden sorumlu bakanın sözünü kesip, ona sorular sorabiliyor. Anlaşılan biat etmesine engel olan özgüveni bundan…)

Görevliler telaş ve korku içinde “gereği için” hemen, robot Sanbot’u sahneden indirip sesini kestiler.

Neyse ki gözaltında fazla tutmamışlar Sanbot’u. Sadece belleğinde bazı değişiklikler yapıp (kim bilir belki elektronik kelepçe de takılmıştır) tahliye etmişler. Ha… bir de söyledikleri için, bakandan özür dilemiş Sanbot. O kadar…

Aslında memlekette OHAL şartları varken, bu robot Sanbot’un bu eylemi, tüm “bağlantıları” ortaya çıksın diye yıllar sürecek tutuklamalara başvurulabilirdi. Ama öyle olmadı, bu işten ucuz kurtuldu robot Sanbot… Diğer tutukluları düşündükçe torpilli olduğu anlaşılıyor Sanbot. 

Kim bilir Sanbot kimin adamı?!..

***

Buçuk (0,5) haber, Hülya Koçyiğit ve "özgürlük":
Sizlerin “Niçin buçuk, hiç buçuk haber olur mu” diye sorduğunuzu duyar gibiyim. Hemen cevap vereyim: Eğer bir haberin, zaman, mekan ve gerçekle ilgisi yoksa….  

Hülya Koçyiğit de; “Bu ülkede kimse baskı altında değil, bilakis herkes fazla özgür.”  Diyerek böylesi bir habere imza attı. 

İşte bu kadar, olay bundan ibaret…

                                      ***

Sonuç olarak; anlata geldiğim "iki buçuk (2,5) sorun", bu ülkenin sorun deryası içinde sadece bir zerrecik... 

Bu zerreciklerden tekil olarak; ne bir müdür, ne bir bakan, ne de vatandaş sorumlu... 

Bunlar; çevreye, barışa, farklı düşünceye, demokrasiye düşman bir anlayışın ürünü, ya da halk düşmanı bir sistemin sonuçları... 

Bu halk düşmanı anlayıştan kurtulmak gerek.



Yazarın diğer yazıları için tıklayınız

9 Şubat 2018 Cuma

Kandırma(k)-Kanma(k) ve İTAAT…

“Kandırmak”, kişisel ya da grupsal çıkarları çoğaltmak ve sürekli kılmak için,  gerçeklerin; psikolojik algılar yaratılarak saptırılması, gizlenmesidir. Kandırmak için “akıl”, kanmak için de “inanmak” gerekir.

Halk, kandıran kişilere; "dolandırıcı", “kurnaz”, “düzenbaz”, “sahtekâr” vb. isimler verir. Eğer kandıran kişi, kandırdıklarını önemsemez, onları aptal yerine koyarak görgüsüz ve cahilce davranırsa, halk onu; “şark kurnazlığı yapıyor” diye “tiye” alır. Kandıranlar her zaman, kandırdıklarını bir “av” olarak görürler.

"Av"; üretici, emekçi, göçmen ve çaresiz olanlardır.  Kandıran kişi kendisini “güven duyulan" olarak kabul ettirmek istediği için; korku, baskı, silah gibi “güç” araçlarını kullanmaz. Sadece onursuzca; psikoloji, teknoloji ve güncel olaylardan yararlanıp, değer-inanç-duygu sistemlerini hedefleyen tuzaklar kurar.

Temel yöntemleri, “algılar” oluşturmaktır. Araçları; telefon mesajı, e-mesaj, reklamlar, yalancı tanık, sahte belge, sahte para/obje, karşılıksız çek ve benzerleridir.

Böylesi olayları birçoğumuz, kitaplardan okumuş ve sinemalarda izlemiş, yaşamış, duymuş, tanığı olmuşuzdur. 

Bazı kimseler, kandırıldıklarını anlayınca hemen zararlarını gidermek için aracılara veya yasal yollara başvurur… Bazıları ise çaresizce ağlaşır, yakınır, beddualar eder ve onları 'Yaradan’a havale eder...

***
İtaat ve sonuçları:

Ahlak sistemleri yukarıda anlatılan "kandırma" eylemlerini, "etik" bulmaz ve karşı çıkarlar.  Fakat bu bireysel suçlar; dünyanın her yerinde sıkça karşılaştığımız ayıplı gerçeklerdir.

Bir de toplumsal düzeyde işlenenler suçlar vardır ki, bunlar daha  çok can yakar. Bu suçlar; ırk ve inançlara sığınan, yasama-yürütme-yargı-medya  güçlerini ele geçiren, otokrat iktidarlarca yasal(!?) gösterilir ve daha organize olarak işlenir. 

Bu arada emperyalist güçler de, onların silah fabrikaları da hiç boş durmaz, iç çatışmaları ve savaşlar çıkartır, silah satar ve büyük acılar yaşatırlar. 

Artık, devletin gücü desteğinde, meydanlar ve medyada "av" için; hamaset, demagoji, popülizm yapılması, "algılar" oluşturulması çok daha kolaydır. 

Ve artık, korkuya dayalı iklim, suskun bir toplum yaratılmış ve halkın büyük bir kısmı çaresizce itaat etmek zorunda kalmıştır.

Çünkü bu düzene biat etmeyip itaatsiz olmak en büyük suçtur.

***
Eğer “X” ülkesini yönetenler, sık sık başkaları tarafından kandırıyorsa…

Ya da tam tersi “X” ülkesini yönetenler kendi çıkarları ve ikballeri için; duyguları sömürecek algılar oluşturarak, kendi halkını kandırmaya çalışıyorsa...

Hele de bu kandırılma ile ülkenin halkı, kaynakları, değerleri, hak ve hukuku büyük zarar görüyor, büyük acılar yaşanıyorsa… 

Ama eğer halk her şeyi ayan beyan görmüş ve hesap sormaya başlamışsa... Artık istedikleri kadar: 'İşte bu da, bunlar da, bu da... Beni/bizi kandırdılar.'- 'Ben/biz de, sizi kandırdık.' - 'Allah beni/bizi affetsin...' 
Deyip özür dileyip çırpınıp dursunlar. Yine de onlardan hesap sorulur.

Çünkü henüz ok yaydan çıkmamış, at Üsküdar'ı geçmemiştir.
Fakat eğer çoğunluk kandırıldığını bildiği halde, “hayır” demeyip “itaat” etmeye devam ediyor ise!…

O zaman tehlike çok ama çok büyüktür.
 * 

İşte böyle zamanlarda da, o çaresizleri yalnız bırakmadan kenetlenip 

"Kandırma! Kanma! İtaat etme!... 
Kandırma, sana kanmam ve itaat etmem!..." 

Deyip karşı durmak gerekir.

                                  ***
1900–1980 yılları arasında yaşamış ünlü psikanalist, sosyolog, filozof ve sosyalist Erich Fromm'un “Psikolojik ve Ahlaki Bir Sorun Olarak İtaatsizlik”  adlı denemesinden birkaç alıntı yaparak yazımızı noktalayalım.  
  • “Bir kimse yalnız itaat gösterip, itaatsizlik edemiyorsa bir köledir; eğer yalnız itaatsizlik gösterip, hiç itaat etmiyorsa, bir isyankârdır (devrimci değil). Böyle biri öfke, düş kırıklığı ve pişmanlıkla hareket eder, ama hiç bir zaman bir inanç ya da ilke adına değil.”
  • “İnsan niçin itaate bu kadar yatkındır ve itaatsizlik etmesi niçin bu kadar zordur? Çünkü devlet, kilise ve kamuoyuyla uygun adım gittiğim sürece, kendimi güvenli ve koruma altında hissederim.”
  • İnsanlık tarihinin büyük bölümünde itaat erdemle, itaatsizlik de günahla özdeş kabul edilmiştir. Bunun sebebi de basittir: Şimdiye kadar tarih boyunca genellikle bir azınlık, çoğunluğa hâkim olmuştur…. Sayıca çok olanların, itaati öğrenmeleri gerekiyordu.”
  • “İtaatsizlik etmek için bir kimse yalnız kalabilecek, hata yapabilecek ve günah işleyebilecek cesarete sahip olmalıdır." 
Alıntı yapılan yazıya ulaşmak için buraya tıklayınız:(Cafrande.org) 



Yazarın diğer yazıları için tıklayınız

2 Şubat 2018 Cuma

BUHAL Hipokrat’a Karşı…


-Sevgili okur dostlarımdan isteğim, yazımın bu bölümünü, vazgeçtim tümünü, geçen haftaki yazıma bir ek veya bir dipnot olarak kabul ederek okumalarıdır.-

Bizim kuşak,  emperyalist dünya paylaşım savaşlarının ikisini de görmedi, sadece onlardan miras kalan bazı enkaz ve acılara tanık oldu. Ancak bu savaşların ardılı olan “soğuk savaş” dönemini tüm acılarıyla adım adım yaşadı.

Bu dönemi öncesi ile birlikte kısaca hatırlatmak gerekirse:

Emperyalist güçler, çıkarmış oldukları her iki dünya savaşının insanlara yaşattığı acıları, doğaya ve tüm kaynaklara verdiği zararı gördü ve hatta bir kısmını da kendileri tadarak yaşadılar…

Bu trajik sonuçlar onları hem çok sarstı ve çok korkuttu, hem de üçüncü bir dünya savaşı olması halinde, karşı güçlerin elindeki akıllı/nükleer silahların  yaşatacağı toptan yok oluşları düşünmeyi sağladı.

Ama onlar savaşsız yaşayamazdı ki!..

Emperyalist düzenlerini sürdürmenin önkoşulu da savaşlardı. Çareler aradılar ve buldular: 1960’lı 80’li yıllarda sosyal psikolojinin buluşu olan “soğuk savaş” yöntemine sıkıca sarıldılar.

Sömürmek istedikleri her ülkede, insan hak ve özgürlüklerini yok sayan işbirlikçiler buldular ve onları yönetime getirdiler. Kışkırtıcılar (provokatör) ve bilinçsiz militanlar kullanarak, toplumu dil, din, ırk, cinsiyet, yaşam tarzı ve siyasi görüş farklılıklarına göre ayrıştırıp, kışkırtılmış kinli, öfkeli düşmanlıklar yarattılar. 

Bu ortamda da; düşünen, sorgulayan gençleri, aydınları, bilim insanlarını hain ve düşman ilan edip; tutukladılar, işkence ettiler, yok ettiler, öldürdüler… Ülkede bir korku iklimi yaratıp (çünkü korku, aklın en büyük düşmanıdır), toplumu sindirdi ve şekillendirdiler.

Soğuk savaş dönemi, baş düşman ilan edilen S.S.C.B blokunu parçalanması ve Rusya'nın da emperyalist güç olmasıyla son buldu. Fakat demiştik ya, "bunlar savaşsız yaşayamaz" diye… Yine, yeni savaşlara devam dediler... 

Bu kez de toplumu ayrıştırıp, vuruşturmak için her iki tarafa da sattıkları silahlarla küçük çaplı bölgesel savaşlar başlattılar. 

Yugoslavya, Irak, ve içine sürüklendiğimiz Suriye bataklığı savaşları gibi...

Ve emperyalizmin patronları, tıpkı masallardaki "kurt" misali, kılık değiştire değiştire yeni savaşlara devam edecekler.

***
(Şimdi de “zülfü yâre” dokunmadan başlık konumuza geçebiliriz.)

OHAL, BUHAL oldu Hipokrat hedef tahtasında…  

Halka hizmeti amaçlayan her kurumun alanları ile ilgili etik ilkeleri vardır. Bu ilkeler her dönem, her durum ve her kişiye göre değişmeyen, herkesi önemseyen, benimseyen genelgeçer (objektif) esaslardır. Tıp alanı da böyle alandır.

Tıbbın babası kabul edilen Hipokrat (Hippocrates) hekim bir babanın oğlu olarak 2478 yıl önce (İ.Ö 460) Yunanistan’ın Kos adasında doğmuştur. O da babası gibi hekim olur ve Kos adasında bir tıp okulu açarak öğrenciler yetiştirir. O, "Önce zarar verme!" diyerek tıbbın ilk ilkesini belirler. Bu da; "Hekim düşüncesi ve seçtiği tedavi ile hastaya zarar vermemeli…" anlayışını geliştirmiştir.

Dünyadaki tüm hekimler bu ilkeyi temel aldıkları için göreve, “Hipokrat Yemini” ile başlar, yaşamları süresince buna sadık kalırlar. Kısaca her hekim; din, dil, ırk, cinsiyet, yaşam tarzı vb. farklılıkları düşünmeden tüm insanların, insanca ve sağlıklı yaşamaları için  hizmet ederler. 

TTB (Türk Tabipleri Birliği)'nin de üyesi olduğu Dünya Tabipler Birliği Genel Kurulu Ekim 2017 toplantısında; Cenevre Bildirgesi, diğer adıyla "Hekimlik Andı"nı güncelleyerek kabul etti.  İşte o HEKİMLİK ANDI

Kısa ve net olarak diyor ki: 
"Hekimin düşüncesi de, yöntemi de yaşatmak içindir."

TTB Merkez Konseyi 24.01.2018 günü, bu ilke uyarınca: "Savaş, doğada ve insanda tahribat yapan, toplumsal yaşamı tehdit eden, insan eliyle yaratılan bir halk sağlığı sorunudur." diye başlayan kısa bir duyuru yayımladı. Bu görüşleri açıklamak onların demokratik hakkı, siz bunlara katılır ya da katılmazsınız. Zaten şimdi de yargılanıyorlar... 

Ama daha ifade/savunmalar alınmamış, yargılama devam ediyorken.. “Hak, hukuk, adalet!” dedirtecek ve sonucu belirleyen iki atak eylem yapıldı bile: 

Birincisi, kendisi de tıp doktoru olan Sağlık Bakanı Ahmet Demircan'dan… Demircan, "seçimle gelen" TTB için; "Tabipler Birliği, Türk tabiplerini temsil eder noktada değildir." dedi…

İkincisi, Rektör ve yöneticiler; bunlar da, gözaltında olanları ifadelerine bile başvurmadan görevlerinden uzaklaştırdılar…

Peki, şimdi neler olacak?

Eğer TTB'nin bu duyurusu "suç" olarak kabul edilirse; 
  • Suç ortakları, Dünya Tabipler Birliği,
  • Bu örgütün "Temsili"  lideri Hipokrat olacak...
  • Bundan böyle TTB yönetimine; yemin ve ilkelere uymayanlar atanacak.
  • Ülkede demokrasi olmadığının altı çizilecek.  
Görelim bakalım daha neler olacak.  
 
*

Hipokrat “milli” mi? 

-Bilemiyorum.  

Fakat O, bizim coğrafyanın 2.478 -İki-bin-dört-yüz-yetmiş-sekiz- yıllık oldukça “yerli” bir insanı…
 


Yazarın diğer yazıları için tıklayınız