28 Nisan 2017 Cuma

“Yok hükmünde” olan “fiili durumlar”


Bir kavram olarak “Fiili durum” kanunlarda yer almayan, kanuni ve hukuki dayanağı olmayan, başka bir tanımla yazılı hukuk sistemi içinde yer almayan yönelim ve eylemde bulunmak veya karşı durmaktır. Yaşadığımız darbeli yıllarda fiili durum yaratma eylemleri ile karşılaşmıştık, şimdilerde ise, moda oldu, daha da çoğalarak sıradanlaştı.

     Belki bu konuyu iki-üç örnekle anlatmak  daha açıklayıcı ve düşündürücü olabilir:
  1. Sn. Erdoğan, 10 Ağustos 2014’de Cumhurbaşkanı seçildi ve bu seçilmiş olmayı, “fiili durum” yaratmak için bir gerekçe saydı. Daha önce genel başkanı olduğu parti adına ekranlara, meydanlara çıkmaya devam ederek tarafsız kalamadı. Anayasa ve ettiği yemine uyamadı. 
  2. 17/25 Aralık’ta, zamanın içişleri bakanı görevlilere cesaret vermek için; siz yapılması gerekenleri(!) yapın, eğer yasadışı duruma düşüp, zorda kalırsanız sizi kurtaracak yasaları da çıkarırız anlamına gelecek teminat sözler söylemişti… Bu da bir fiili durum...
  3. Nisan referandum günü de YSK’nın (hukuksuzluğa belge olarak dünya hukuk tarihine geçen) Mühürsüz oylar geçerlidir”  kararını verdi ve dün kesinleştirdiğini açıkladı. Bu da mesleği yargıçlık olanların bir fiili durumu…
YSK, kendi yasasının açık hükmünü yok sayan, şaibe yaratan ve itirazları red eden o meşhur kararı ile; "partili tek adam rejimi"ni ilan etti ve Cumhurbaşkanın 15 Nisan akşamına kadar devam ettirdiği “fiili durumu” yasal hale getirdi. 

MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli, bu karar sonucunu veciz olarak; “Mesele bitmiş düğüm çözülmüş ülkemizin önü açılmıştır.” Diyerek anlatmıştı.  

Biten mesele; Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın başlattığı fiili durumdu, çözülmesi ile ülkemizin önünü açan düğüm ise; partili tek adam rejiminin resmen ilan edilmesiydi.

17/25 Aralık sürecinde içişleri bakanının verdiği sözler, zorunlu olarak dört bakanı görevden alınması, para kutuları ve tapelerin üzerinde halen koyu bir sis bulutu var. Haydi şimdi diyelim ki, sis bulutu kapattı bu kuyuyu, peki, bu kuyunun ortalığa salmış olduğu pis kokular ne olacak?!

***

Sn. Erdoğan için çözülmüş görünen “mesele”, ülkemiz için bir kördüğüm haline gelmiştir. Yurtiçinde ve komşu ülkelerimizle yaşadıklarımız yetmezmiş gibi, bir de Avrupa Konseyi Parlamenter Meclisi’nin almış olduğu kararlar eklendi listemize...

AK (Avrupa Konseyi), Avrupa çapında insan hakları, demokrasi ve hukukun üstünlüğünü savunmak amacıyla 1949'da kurulmuş hükûmetler arası bir kuruluştur. Ve Türkiye de AK’ne ilk giren (1949) üyelerden biri olduğu için "kurucu üye" statüsündedir.

İki gün önce Avrupa Konseyinin Parlamenter Meclisi yani AKPM, Türkiye’yi denetim sürecine aldı. Öyküsü şöyle:

AKPM, Türkiye’yi denetim sürecine 1996 yılında dâhil etmiş, Haziran 2004’te bu süreçten çıkarmıştı (ki bu durum ülke çapında büyük sevince neden olmuş ve gündüz(!) vakti havai fişeklerle kutlanmıştı.), 2017'de (iki gün önce) ise yeniden denetime aldı. Bu karar birinci lige çıkan Türkiye’yi küme düşürüp, ikinci lige indirdi. Yani daha da açıkçası: Türkiye büyük ölçüde itibar kaybetti.

“Denetim süreci” nedir?: Bir devletin demokrasi, insan hakları ve hukukun üstünlüğü alanlarında ne kadar Avrupa standartlarında olduğunun ölçülmesidir.

AKPM, Türkiye hakkında verdiği kararı ve gerekçelerini Ankara’ya sundu. İşte o rapordan bazı başlıklar:   
  • OHAL’in mümkün olduğu kadar çabuk kaldırılması,
  • OHAL ile doğrudan ilişkili olmadıkça KHK çıkarılmaması,
  • KHK’ler ile toplu halde işten çıkarılmalara son verilmesi, 
  • Yargılanmayı bekleyen tüm parlamenterlerin serbest bırakılması,
  • Tutuklu olan  gazeteci ve insan hakları savunucularının serbest bırakması,
  • OHAL Araştırma Komisyonu’nun kurulması ve adil yargının garanti altına alınması,
  • Terörle Mücadele Yasası'nın değişmesi,
  • AKPM kararları ve Venedik Komisyonu tavsiyeleri ışığında ifade özgürlüğünü iyileştirecek adımların atılması, 
  •  Referandumun meşruiyeti konusundaki kuşkular giderecek, AKPM ve Venedik Komisyonu standartları doğrultusunda ifade özgürlüğünü iyileştirecek adımların atılması...
Yukarıda sıralanan “talepler” hiç de yabancısı olmadığımız, her gün yaşanan, tartışılan ve tümü de belge/bilgiye dayalı olan olaylar ve gerçeklerimizdir.

Bu gerçeklerimizi yüzümüze söyleyen AKPM kararı için; "Karar tamamen siyasi, tanımıyoruz", ”YOK HÜKMÜNDEDİR”, “İslamofobi”, “Haçlı zihniyeti”, “Düşmanlık”, “Kendine baksın” diye karşı çıkmakla “fiili durum” yaratamazsınız. 

İktidarca AKPM raporu için söylenen tüm sözler; gerçeklerden çok çok uzak ve hamaset… Oysa gerçekleri perdelemek, hamasetle geçiştirmek yerine, onlarla yüzleşmek, çözüm üretmek gerek.  

Sanmayın ki “yok hükmünde”  saydığınız bu gerçekler; “fiili durum” yaratarak, algılar oluşturarak ve sürekli gerginlik çıkararak ortadan kalkar. 

Bakın işte bu inatçı tavırlar yüzünden küme düştü ülkemiz!…

Hukuka göre  “yok hükmünde”  olan; hukuka karşı duran, hukuku yok sayan ve “fiili durum” yaratandır.

İLGİNÇ BİR İKİLEM:
CHP yetkilileri her gün  AKPM kararlarında da yer alan hak ihlâleri hakkında  konuşup demeç veriyorlar. AKPM'deki CHP'li üyeler ise hak ihlâleri nedeniyle "Türkiye'nin denetime alınması" kararına karşı oy kullandılar. Şimdi de referandum sonuçlarının iptali için AİHM'e başvurma hazırlıkları içindeler...


Yazarın diğer yazıları için tıklayınız

21 Nisan 2017 Cuma

“Mühürsüz oylar geçerlidir!...”

Mühür, M.Ö önceki devirlerden beri tüm uygarlıklarda kullanılan insanlık tarihinin en eski onama aracıdır. Okur-yazar olmayanlar ve en üst devlet yöneticileri de mühür kullanırlar. Yapılan anlaşmaların ve verilen sözlerin belgesidir mühür. En önemlisi, “mühür” ait olduğu kişi ve kurumun onur belgesidir. Mühürlenen belgede verilen sözler, mühür sahibi olmasa bile mirasçılarının yükümlülüğü ve onurudur. Bu nedenle “mühür” hiçbir çağda yok sayılmaz, yok sayılamaz. Mühür gerçeği sahteden ayırandır.

16 Nisan referandumu, hem yersiz zamansız ve eşitsiz bir ortamda yapıldı, hem de insanlarımız arasında uzlaşmaz iki kutup yarattı: 1.“Evet” deyip “tek adam” sistemi olan otokrasiyii isteyenler (ki devlet tüm kurumlarıyla taraf olup, bu kutupta yer aldı).  2. “Hayır” deyip çoğulculuk olan demokrasi isteyenler…

Referandum sonucunu da bireylerin kurallara bağlı ve mühürlü oyları belirleyecekti. 15 Nisan öncesinin korku iklimi ve OHAL şartlarının, haksız, hukuksuz, adaletsiz günlerde yaşatılanlarla yetinmediler. Ve 16 Nisan günü sonuçlarını değiştirecek organize formüller aramaya başladılar, buldular da. Hani, nasılsa “YSK nihai kararı veriyor” ya, ona sığınıp, biraz daha deyip sahaya YSK’yı çıkardılar.  YSK,  yasasında yorum gerektirmeyen bir açıklıkla anlatılan hükmü yok sayıp, tam zıttı olan “mühürsüz oy pusulaları geçerlidir” kararını aldılar... Mühürsüz oylar geçerlidir” demek, sahteyi kabul etmek demektir.

Böylece, YSK kararıyla, doksan dakikası bitmiş olan maçın sonucunu güvensiz, geçersiz ve mühürsüz kıldılar.

Hem de hükümetin çağrı yaparak, “ Gelin referandum sürecimizi izleyin” dediği AGİT (Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı) temsilcilerinin gözleri önünde:

AGİT temsilcileri de geldiler ve ayna yansıyanları:
  •  Referandumun eşit olmayan şartlarda yapıldığını… 
  •  İdari kaynakların 'evet' kampanyası için uygunsuz olarak kullanıldığını… 
  • YSK'nın mühürsüz oy pusulalarını geçerli saymasanın kanuna aykırı olduğunu…
Belirlediler.

AGİT temsilcilerinin bu görüşleri gerçeklerden sadece birkaçı… Bu görüşlerine karşılık ise hiç gecikmedi. Tüm etkili yetkililer söz birliği yapmışçasına yumdular gözlerini, açtılar ağızlarını ve (kendi çağırdıkları kişileri terörist bile ilan ettiler):

“Eyy… Haddini bil, sen kimsin yav!”, “Bu tespitler yok hükmündedir.” Diye söylev yarışına giriştiler. Anlaşılan pek yakında yine kandırıldık diyecekler.

Cumhurbaşkanı ise, amaca ulaşmak için her yol mübahtır demedi, ama hukuksuzluk varsa gereği yapılsın da demedi. Yine taraf oldu, şaibeli ve tartışmalı olan referandumun sonucuna övgülerde bulundu. İlginç bir yorumla da bir maça benzetti:
 "1-0 ya da 5-0 kazanmışsın önemli değil, önemli olan maçı almaktır.” Dedi. 

Tıpkı uzatmalarda +1 penaltı golü yiyen BJK’ın elenmesi gibi, mağlup ilan etti, tek adamlığa karşı çıkıp demokrasi isteyenleri… Ve tribünlerden alkış aldı...

***

İsterdim ki;
Toplumu oluşturan insanların temel haklarını düzenleyen anayasa hazırlanırken; sendikalar, meslek odaları, STK ve tüm partilerin görüşleri doğrultusunda oybirliği ile uyum sağlansın. Eğer bu olmasa bile en az 3/5 (beşte üç) çoğunluğu ile kabul görsün… Olmadı, oldurmadılar…

İsterdim ki;
Her parti, her birey eşit olarak; meydanlarda, salonlarda, ekranlarda kitlesi ile buluşabilsin. Güle oynaya coşku içinde sandık başına gitsin, özgür iradesi ile oyunu verip sonucunu öğrenebilsin. Olmadı, oldurmadılar…

İsterdim ki;
17 Nisan’da “HAYIR” densin böylece; ego-kin-öfke sarmalındaki karanlık günler son bulsun ve daha aydınlık günler için bir ışık olsun (belki olmuştu bile). Olmadı, oldurmadılar…

İsterdim ki;
Cumhurbaşkanı, Başbakan, Bakan, Vali, Kaymakam, Yargıç, Savcı, Muhtar, Müdür, İmam… TRT, AA. … (bir de son dakika kurtarıcısı YSK) Özetle devlet içindeki tüm güç sahipleri; kendilerine tanınan yetkileri, halkın ortak malı olan makamları, mühürleri, uçakları, zırhlı araçları, ekranları… Tarafgir olarak kullanmasınlar. (Ama gördük ki, bîtaraf olması gerekenler bir taraf oluvermişler.) Olmadı, oldurmadılar…

***
  • Atı alan Üsküdar’ı geçti… 
  •  Geçti Bor’un pazarı, sür eşeğini Niğde’ye…
Deseler de siz sakın inanmayın onlara…

At tökezleyip ayağını kırdığı için Üsküdar’ı geçemedi…
Ve Bor’da da, bir kez daha pazar kurulacak.



Yazarın diğer yazıları için tıklayınız

14 Nisan 2017 Cuma

Orkestra ve Şefi

Edebiyat ve Müzik öğretmenlerim 
Semra ERSÖZ ve Ziya ERSÖZ'e saygılarımla...

Konu başlığını okuyunca sakın beni müzik hakkında yazıp/konuşabilecek bir donanıma sahip sanmayın. Aksine  benim en az bilgi ve yetenek sahibi olduğum bir alandır müzik alanı. Ben sadece müziğin, yaşamımızdaki gücüne inanan, sıradan bir izleyeni ve dinleyeniyim.

En çok da orkestra şefinin yönetimine hayranım. O, size o çokseslilikteki uyumu, güzelliği izletip/dinletirken ve sizde coşkular yaratırken,  siz onun yüzünü göremez, sesini duyamazsınız. O'nun yüzünü sadece en sonunda izleyenlerini selamlarken görürsünüz. O, beden dili (jest ve mimikler) ile işbölümü yapan ve elindeki zarif baton ile katkı sunma sırası geleni davet edendir.

Neden politik liderler bir ”orkestra şefi” gibi olamıyorlar; meydanlarda, salonlarda ve ekran başında hep gözlerimizin içine bakıp tehdit eder gibi bağırıp, çağırıp buyruklar yağdırıyorlar?

Neden lider ve yöneticiler hep, kendi konuşmak, kendi yapmak ister, başarısız olduklarında da, kendisi dışında failler ve bahaneler ararlar?  

Acaba tüm lider ve yöneticilerinden, yönetim yetilerini geliştirmeleri için  ”orkestra şefi eğitimi" almları istenirse, çok mu uçuk bir istek olur?

***
Neden kördüğüm olup çözüm bekleyen yığınla iç-dış sorunumuz varken, yerli ve milli şefimizin (zaten pek çok olan) yetkilerini sınırsız hale getirmek için yersiz ve zamansız bir süreç başlatıldı?  Bu abartılı isteklere halkın “Evet” demesi için meydanlara, salonlara ve ekranlara çıktılar. Çıktılar da, anayasada niçin değişiklik yapmak istediklerini ve neden “Tek Adam Sistemi istediklerini hiç anlatmadılar. Sorularımızı cevapsız bıraktılar. Sadece;
  • Algılarla oluşturulan hayali düşmanlıklar yarattılar.
  •  “Hayır” diyeceklere EYY! diye bağırıp, sıfatlar yakıştırdılar ve onları öteki ilan ettiler. 
  •  Seni başkan yaptırmayacağız diyen partiyi etkisiz kılmak için; iki eşbaşkanını, 11 milletvekili, pek çok yerel yöneticisini tutukladılar…
  • Her ortamda; koalisyonları kötülediler, “Tek Adamlığı” albenili kılmak için de  “Anayasa kitapçığını fırlatma” krizini bolca kullandılar.
(Nedense, Kemal Derviş’in sancılı bir koalisyon döneminde, ekonomik çöküntüyü durdurup, istikrar sağlayarak kendilerine miras bıraktıklarını hiç hatırlamaz, anlatmaz oldular.)

 ***
Koalisyon Korkusu:

Lütfen hatırlayınız: 15 yıldan beri, AKP iktidarı hiç koalisyon ihtiyacı duydu mu? Hayır!.. Onlar sadece 7 Haziran’da büyük bir korku yaşadılar. O korkuyu da, ustaca oluşturdukları “korku iklimi” ve o beyhude "İstikşafi görüşmeler" sonunda,  “1 Kasım seçimi” ile taçlandırarak savuşturmayı başardılar. (Peki, şimdi gündemde olmayan bir koalisyonu, sürekli öcü gibi gösterip her gün dillendirmekle neyi amaçlıyorlar?)

Toplumlar, farklılıkların bir bütünlüğüdür. Dünyada hiçbir toplum yoktur ki, içinde farklılıklar barındırmasın. Her toplumun içinde; farklı inanç, dil, kültür sahibi ve farklı düşünen, farklı yaşam tarzı olan insanlar vardır.

Eğer toplumda demokratik-laik bir iklim varsa; bu farklılıklar, tıpkı dev bir orkestranın çoksesli zenginliği ve uyumu içinde yaşarlar.

Doğa ve yaşamın birlikteliğidir orkestra, orada her sese, her nefese, her tona yer vardır. Orkestranın sağladığı uyumlu birlikteliği ve uzlaşmayı toplumlarda koalisyonlar sağlar. O halde koalisyon kurup yönetebilmek bir erdemdir.  

Toplumda da, orkestrada da; farklılıkların özgürlük sınırları, başka birinin sınırı ile sınırlıdır. Yeter ki her ses sınırlarını aşmadan, sırasını şaşmadan, özgür ve özgün katkısını sunsun.  İşte bu çoğulcu uyum olduğu içindir ki, orkestralar ve çoğulcu demokrasiler asırlardır yaşamış ve yaşayacaklar.

Sizce, seçime katılanların yüzde 48-50’nin oyunu alıp, onların da sadece mutlu azınlığı için çalışan, toplumun diğer bölümünü karşısına alıp onları baskı ile yönetmek isteyen "cici demokrasi" hükümetleri çok mu gerekli?

Unutmayalım ki, çoğunluğun memnuniyetini esas alıp, azınlık ya da farklı olanların haklarını gasp eden sistemleri, toplumbilim faşizm olarak tanımlar.

Unutmayalım ki, huzurun bol olduğu pek çok çağdaş ülke koalisyonlarla yönetiliyor. 

Çünkü koalisyonda; egolar törpüleniyor, ben merkezli anlayışlar son buluyor, uzlaşma ve hoşgörü kültürü egemen oluyor. Peki, bunun nesi kötü ve yanlış?

Bu yazı bir koalisyon güzellemesi değil. Bizler yakın geçmişte yerli ve milli olup, dışarıda birbirini yerden yere vuran, içeride birbirini aklayıp paklayan Çiller-Yılmaz koalisyonlarını da gördük. (Detone olan orkestralar olduğu gibi…)
    
Peki, Demokrasi’nin orkestra uyumluluğu içinde sağladığı çokseslilik ve güzellikleri, Otokrasi’nin teksesliliğinde bulabilir misiniz?

Sadece iki gün sonra yani 16 Nisan günü yapılacak olan referandumda, tek adam yönetimi ve tek sesli bir “Parti Devleti” için "Evet" istiyorlar bizden…

Peki, ülkemiz için demokrasiyi geliştirmek varken, niçin otokrasiyi seçelim? 

Ohalde iki gün sonra:

Oylarınızla: "HAYIR DEYİN" ("BEJİN NÂ")  
 
Ve "ARTIK YETER" ("EDİ BESÊ ") deyin.

Deyin ki, 77 yıl sonra yeniden bir 17 Nisan daha kutluyalım... 



Yazarın diğer yazıları için tıklayınız

7 Nisan 2017 Cuma

Haklı Halkın ‘Hayır’ı ve Devlet’in Devlet Destekli ‘Evet’i


Dünyada ırkçı sağ yükselişe geçti. Bu durum da ülkeler arasında savaş ve düşmanlıkların artması demektir. Eğer sol ve sosyal demokrat anlayışlar yükselmiş olsaydı, ülkeler arasında barış ve dostluklar artacak, insanlık kazanacaktı. Fakat öyle olmadı, insanlık yerine devler ve zalimler kazandı.

Ülkemiz de, 15 yıldan beri dinci-ırkçı-sağcı bir iktidarın kıskacında. Bu iktidar ilk yıllarında içeride ve dışarıda çözüm bekleyen sorunlarımıza barışçı çözümler aramaya başlamıştı (anlaşıldı ki bu bir reklammış), ama sözünde durmadı. Barışçı çözümler aramak yerine güvenlikçi anlayışlara yöneldi. 7 Haziran sonuçları ile yüzleşip, uzlaşı aramak yerine, 1 Kasım’a giden korku iklimini yarattı. Böylece yaşanan yıkımlar, ölümler, acılar ve sorunları daha da çoğaldı, çoğaltmaya devam ediyor.  
Sn. Cumhurbaşkanı, seçildiği günden başlayarak, anayasaya ve yaptığı yemine uyup tarafsız kalmadı, fiili durum yaratarak ve söylemleri ile de başkanlığını açıkladı. Sonra da, 17/25 Aralık için: “Ver Bilal’i, al başkanlığı” diyen Devlet Bahçeli’nin tam desteğini alarak 16 Nisan sürecini başlattı.

Toplumsal uzlaşı sağlanmadan hazırlanan bir anayasanın demokratik özü yok demektir. Buna en iyi örnek 12 Eylül anayasasıdır. Bu anayasa 1980 darbesinin 5 faşist generalinin emirleri ile oluşturulan  “Danışma Meclisi” tarafından hazırlanmış ve 18 Ekim 1982’de yapılan referandumda da yüzde 91.37 gibi çok yüksek bir oranda kabul edilmişti. Ancak daha sonraki yıllarda tüm siyasi partiler (ama samimi, ama samimiyetsiz olarak) sözbirliği yapmışçasına acil olarak bu anayasayı değiştirmek isteyen, sonuçsuz bildirimlerde bulundular.  Bu da bize gösteriyor ki, bir anayasa çok yüksek oyla kabul edilse bile, bu sayılar onun faşist özünü haklı kılamaz.

Çünkü demokrasi ve insan hakları parmak hesabıyla yok edilemez!..

Bugünlerde de toplumsal uzlaşı sağlanmadan anayasal bir değişiklik süreci yaşatıyorlar ülkemize.  Meclisteki 4 partiden sadece ikisinin üst yönetimi (kendi tabanlarındaki karşı çıkışlara bile duyarsız kalarak)  anlaştılar ve topluma bir dayatmada bulunarak tek adam rejimi kurmak istiyorlar.

***

Halkın haklı olarak ‘Hayır’ demesi:
  • Devlet Bahçeli'nin, “fail”+iktidar partisi+devlet güçleri tarafına geçip, “tek adam sistemi” kurmak olan, “Evet” için çalışmasına bir karşı duruştur.
  • Devletin; kurum, makam ve her türlü imkânlarıyla “Evet” diyecek olan bir zümrenin yanında yer alıp, “Hayır” diyecek olanları ötekileştiren, tehdit eden, toplantı yer ve alanlarını kısıtlayıp yasaklayanlara yeter demektir. 
  • Milyonlarca seçmenin seçtiği partinin vekillerini, belediye yönetimlerini görevden almak, tutuklamak, tehdit edip etkisiz kılmaya direnmesidir. 
  • Düşüncelerini yazıp, çizip, dillendirenleri baskıyla, tehditle sindirmeye, ekmek tekneleri olan işyerlerini kapatmaya, işten atmaya, yıldırmak için gerekçesiz olarak tutuklamaya dur demesidir. 
  • Dağ, yayla, ova, tarla, dere, nehir, denizdeki bitki, böcek, hayvanlara ait habitatları bozmayın demesidir. 
  • Çıkar sağlamak ve paylaşmak için; yok pahasına satılan KİT’leri, işgal edilen deprem alanlarını, oluşturulan havuzları, yüzlerce kez değiştirilen ihale yasalarını, para kutuları/sayma makinalarını ve tapeleri unutmamaktır. 
  • Meclisin 3. Partisi olmuş HDP’nin “Bejin nâ/hayır deyin” nakaratlı türküsüne bile tahammülsüz olanlara: “Edi besê/artık yeter” demektir.
 (Yukarıda sayılanlar sadece birkaç örnek).

Peki, sizce bunlardan sadece birisi bile, “HAYIR” demeyi haklı kılmaz mı? 

“HAYIR” demek bizim; ego-kin-öfke sarmalı içindeki karanlık günlerden çıkıp, daha aydınlık günlere varmamız için bir ışık olamaz mı?  

Ne dersiniz?...
 
***

17 Nisan’ın kaybedeni Türkiye

Şimdi biraz da referandum sonucuna bakalım:
Diyelim ki 16 Nisan’da yapılan referandumun sonucunda; “Evet” geçerli oyların yarısından sadece bir oy fazlası (%50+1)’nı aldı. Peki, o zaman (kısaca) ne/neler olur?
  1. Bazılarını yukarıda sıraladığım sıkıntılarımız katlanarak devam eder. 
  2.  Referanduma götürülen 18 madde ve göndermelerle içlerine gizlenen tuzaklarla, parti devleti kurulur yani fiili otoriter rejim resmileşir.  
Diyelim ki 16 Nisan’da yapılan referandumun sonucunda; “Hayır” geçerli oyların yarısından sadece bir oy fazlasını (%50+1) aldı. . Peki, o zaman (kısaca) ne/neler olur?
  1. Ülkemizde sonuçlardan ders çıkarıp, etik kurallar uyarınca istifa etme geleneği oluşmadığından ve mevcut aritmetik durumda bir değişme olmadığından, iktidarın hamaset ve popülizm dolu söylemleri ile mevcut düzen devam eder…
  2. Bu sonuç; tıpkı 7 Haziranda olduğu gibi, onların uykularını kaçıran önemli bir ders olacaktır. En önemlisi de “Hayır” sonucu; bu kötü gidişe dur dediği, barış ve uzlaşmaya çağrı yapmış olduğu için çok değerli olacaktır.
Fakat ülkemizin kısa zamanda son bulmayacak pek çok üzücü gerçeği var: “Tek adam düzeni” uğruna; toplumumuz hoşgörüsüz iki zıt kutup olmuş, ülke ekonomisi dibe vurmuş, eğitim, yargı, yasama, medya, işsizlik, yoksulluk ile güvenlik sorunları tavan yapmış, komşu ülkelerle ilişkilerimiz gerginleşmiş, bakanlarımız istenmez kişi ilan edilmiş, dünyada yapayalnız bir ülke olmuşuz...

O halde 17 Nisan’da hangi sonuç çıkarsa çıksın, kaybeden Türkiye olacaktır.



Yazarın diğer yazıları için tıklayınız