hayır etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
hayır etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

14 Nisan 2017 Cuma

Orkestra ve Şefi

Edebiyat ve Müzik öğretmenlerim 
Semra ERSÖZ ve Ziya ERSÖZ'e saygılarımla...

Konu başlığını okuyunca sakın beni müzik hakkında yazıp/konuşabilecek bir donanıma sahip sanmayın. Aksine  benim en az bilgi ve yetenek sahibi olduğum bir alandır müzik alanı. Ben sadece müziğin, yaşamımızdaki gücüne inanan, sıradan bir izleyeni ve dinleyeniyim.

En çok da orkestra şefinin yönetimine hayranım. O, size o çokseslilikteki uyumu, güzelliği izletip/dinletirken ve sizde coşkular yaratırken,  siz onun yüzünü göremez, sesini duyamazsınız. O'nun yüzünü sadece en sonunda izleyenlerini selamlarken görürsünüz. O, beden dili (jest ve mimikler) ile işbölümü yapan ve elindeki zarif baton ile katkı sunma sırası geleni davet edendir.

Neden politik liderler bir ”orkestra şefi” gibi olamıyorlar; meydanlarda, salonlarda ve ekran başında hep gözlerimizin içine bakıp tehdit eder gibi bağırıp, çağırıp buyruklar yağdırıyorlar?

Neden lider ve yöneticiler hep, kendi konuşmak, kendi yapmak ister, başarısız olduklarında da, kendisi dışında failler ve bahaneler ararlar?  

Acaba tüm lider ve yöneticilerinden, yönetim yetilerini geliştirmeleri için  ”orkestra şefi eğitimi" almları istenirse, çok mu uçuk bir istek olur?

***
Neden kördüğüm olup çözüm bekleyen yığınla iç-dış sorunumuz varken, yerli ve milli şefimizin (zaten pek çok olan) yetkilerini sınırsız hale getirmek için yersiz ve zamansız bir süreç başlatıldı?  Bu abartılı isteklere halkın “Evet” demesi için meydanlara, salonlara ve ekranlara çıktılar. Çıktılar da, anayasada niçin değişiklik yapmak istediklerini ve neden “Tek Adam Sistemi istediklerini hiç anlatmadılar. Sorularımızı cevapsız bıraktılar. Sadece;
  • Algılarla oluşturulan hayali düşmanlıklar yarattılar.
  •  “Hayır” diyeceklere EYY! diye bağırıp, sıfatlar yakıştırdılar ve onları öteki ilan ettiler. 
  •  Seni başkan yaptırmayacağız diyen partiyi etkisiz kılmak için; iki eşbaşkanını, 11 milletvekili, pek çok yerel yöneticisini tutukladılar…
  • Her ortamda; koalisyonları kötülediler, “Tek Adamlığı” albenili kılmak için de  “Anayasa kitapçığını fırlatma” krizini bolca kullandılar.
(Nedense, Kemal Derviş’in sancılı bir koalisyon döneminde, ekonomik çöküntüyü durdurup, istikrar sağlayarak kendilerine miras bıraktıklarını hiç hatırlamaz, anlatmaz oldular.)

 ***
Koalisyon Korkusu:

Lütfen hatırlayınız: 15 yıldan beri, AKP iktidarı hiç koalisyon ihtiyacı duydu mu? Hayır!.. Onlar sadece 7 Haziran’da büyük bir korku yaşadılar. O korkuyu da, ustaca oluşturdukları “korku iklimi” ve o beyhude "İstikşafi görüşmeler" sonunda,  “1 Kasım seçimi” ile taçlandırarak savuşturmayı başardılar. (Peki, şimdi gündemde olmayan bir koalisyonu, sürekli öcü gibi gösterip her gün dillendirmekle neyi amaçlıyorlar?)

Toplumlar, farklılıkların bir bütünlüğüdür. Dünyada hiçbir toplum yoktur ki, içinde farklılıklar barındırmasın. Her toplumun içinde; farklı inanç, dil, kültür sahibi ve farklı düşünen, farklı yaşam tarzı olan insanlar vardır.

Eğer toplumda demokratik-laik bir iklim varsa; bu farklılıklar, tıpkı dev bir orkestranın çoksesli zenginliği ve uyumu içinde yaşarlar.

Doğa ve yaşamın birlikteliğidir orkestra, orada her sese, her nefese, her tona yer vardır. Orkestranın sağladığı uyumlu birlikteliği ve uzlaşmayı toplumlarda koalisyonlar sağlar. O halde koalisyon kurup yönetebilmek bir erdemdir.  

Toplumda da, orkestrada da; farklılıkların özgürlük sınırları, başka birinin sınırı ile sınırlıdır. Yeter ki her ses sınırlarını aşmadan, sırasını şaşmadan, özgür ve özgün katkısını sunsun.  İşte bu çoğulcu uyum olduğu içindir ki, orkestralar ve çoğulcu demokrasiler asırlardır yaşamış ve yaşayacaklar.

Sizce, seçime katılanların yüzde 48-50’nin oyunu alıp, onların da sadece mutlu azınlığı için çalışan, toplumun diğer bölümünü karşısına alıp onları baskı ile yönetmek isteyen "cici demokrasi" hükümetleri çok mu gerekli?

Unutmayalım ki, çoğunluğun memnuniyetini esas alıp, azınlık ya da farklı olanların haklarını gasp eden sistemleri, toplumbilim faşizm olarak tanımlar.

Unutmayalım ki, huzurun bol olduğu pek çok çağdaş ülke koalisyonlarla yönetiliyor. 

Çünkü koalisyonda; egolar törpüleniyor, ben merkezli anlayışlar son buluyor, uzlaşma ve hoşgörü kültürü egemen oluyor. Peki, bunun nesi kötü ve yanlış?

Bu yazı bir koalisyon güzellemesi değil. Bizler yakın geçmişte yerli ve milli olup, dışarıda birbirini yerden yere vuran, içeride birbirini aklayıp paklayan Çiller-Yılmaz koalisyonlarını da gördük. (Detone olan orkestralar olduğu gibi…)
    
Peki, Demokrasi’nin orkestra uyumluluğu içinde sağladığı çokseslilik ve güzellikleri, Otokrasi’nin teksesliliğinde bulabilir misiniz?

Sadece iki gün sonra yani 16 Nisan günü yapılacak olan referandumda, tek adam yönetimi ve tek sesli bir “Parti Devleti” için "Evet" istiyorlar bizden…

Peki, ülkemiz için demokrasiyi geliştirmek varken, niçin otokrasiyi seçelim? 

Ohalde iki gün sonra:

Oylarınızla: "HAYIR DEYİN" ("BEJİN NÂ")  
 
Ve "ARTIK YETER" ("EDİ BESÊ ") deyin.

Deyin ki, 77 yıl sonra yeniden bir 17 Nisan daha kutluyalım... 



Yazarın diğer yazıları için tıklayınız

7 Nisan 2017 Cuma

Haklı Halkın ‘Hayır’ı ve Devlet’in Devlet Destekli ‘Evet’i


Dünyada ırkçı sağ yükselişe geçti. Bu durum da ülkeler arasında savaş ve düşmanlıkların artması demektir. Eğer sol ve sosyal demokrat anlayışlar yükselmiş olsaydı, ülkeler arasında barış ve dostluklar artacak, insanlık kazanacaktı. Fakat öyle olmadı, insanlık yerine devler ve zalimler kazandı.

Ülkemiz de, 15 yıldan beri dinci-ırkçı-sağcı bir iktidarın kıskacında. Bu iktidar ilk yıllarında içeride ve dışarıda çözüm bekleyen sorunlarımıza barışçı çözümler aramaya başlamıştı (anlaşıldı ki bu bir reklammış), ama sözünde durmadı. Barışçı çözümler aramak yerine güvenlikçi anlayışlara yöneldi. 7 Haziran sonuçları ile yüzleşip, uzlaşı aramak yerine, 1 Kasım’a giden korku iklimini yarattı. Böylece yaşanan yıkımlar, ölümler, acılar ve sorunları daha da çoğaldı, çoğaltmaya devam ediyor.  
Sn. Cumhurbaşkanı, seçildiği günden başlayarak, anayasaya ve yaptığı yemine uyup tarafsız kalmadı, fiili durum yaratarak ve söylemleri ile de başkanlığını açıkladı. Sonra da, 17/25 Aralık için: “Ver Bilal’i, al başkanlığı” diyen Devlet Bahçeli’nin tam desteğini alarak 16 Nisan sürecini başlattı.

Toplumsal uzlaşı sağlanmadan hazırlanan bir anayasanın demokratik özü yok demektir. Buna en iyi örnek 12 Eylül anayasasıdır. Bu anayasa 1980 darbesinin 5 faşist generalinin emirleri ile oluşturulan  “Danışma Meclisi” tarafından hazırlanmış ve 18 Ekim 1982’de yapılan referandumda da yüzde 91.37 gibi çok yüksek bir oranda kabul edilmişti. Ancak daha sonraki yıllarda tüm siyasi partiler (ama samimi, ama samimiyetsiz olarak) sözbirliği yapmışçasına acil olarak bu anayasayı değiştirmek isteyen, sonuçsuz bildirimlerde bulundular.  Bu da bize gösteriyor ki, bir anayasa çok yüksek oyla kabul edilse bile, bu sayılar onun faşist özünü haklı kılamaz.

Çünkü demokrasi ve insan hakları parmak hesabıyla yok edilemez!..

Bugünlerde de toplumsal uzlaşı sağlanmadan anayasal bir değişiklik süreci yaşatıyorlar ülkemize.  Meclisteki 4 partiden sadece ikisinin üst yönetimi (kendi tabanlarındaki karşı çıkışlara bile duyarsız kalarak)  anlaştılar ve topluma bir dayatmada bulunarak tek adam rejimi kurmak istiyorlar.

***

Halkın haklı olarak ‘Hayır’ demesi:
  • Devlet Bahçeli'nin, “fail”+iktidar partisi+devlet güçleri tarafına geçip, “tek adam sistemi” kurmak olan, “Evet” için çalışmasına bir karşı duruştur.
  • Devletin; kurum, makam ve her türlü imkânlarıyla “Evet” diyecek olan bir zümrenin yanında yer alıp, “Hayır” diyecek olanları ötekileştiren, tehdit eden, toplantı yer ve alanlarını kısıtlayıp yasaklayanlara yeter demektir. 
  • Milyonlarca seçmenin seçtiği partinin vekillerini, belediye yönetimlerini görevden almak, tutuklamak, tehdit edip etkisiz kılmaya direnmesidir. 
  • Düşüncelerini yazıp, çizip, dillendirenleri baskıyla, tehditle sindirmeye, ekmek tekneleri olan işyerlerini kapatmaya, işten atmaya, yıldırmak için gerekçesiz olarak tutuklamaya dur demesidir. 
  • Dağ, yayla, ova, tarla, dere, nehir, denizdeki bitki, böcek, hayvanlara ait habitatları bozmayın demesidir. 
  • Çıkar sağlamak ve paylaşmak için; yok pahasına satılan KİT’leri, işgal edilen deprem alanlarını, oluşturulan havuzları, yüzlerce kez değiştirilen ihale yasalarını, para kutuları/sayma makinalarını ve tapeleri unutmamaktır. 
  • Meclisin 3. Partisi olmuş HDP’nin “Bejin nâ/hayır deyin” nakaratlı türküsüne bile tahammülsüz olanlara: “Edi besê/artık yeter” demektir.
 (Yukarıda sayılanlar sadece birkaç örnek).

Peki, sizce bunlardan sadece birisi bile, “HAYIR” demeyi haklı kılmaz mı? 

“HAYIR” demek bizim; ego-kin-öfke sarmalı içindeki karanlık günlerden çıkıp, daha aydınlık günlere varmamız için bir ışık olamaz mı?  

Ne dersiniz?...
 
***

17 Nisan’ın kaybedeni Türkiye

Şimdi biraz da referandum sonucuna bakalım:
Diyelim ki 16 Nisan’da yapılan referandumun sonucunda; “Evet” geçerli oyların yarısından sadece bir oy fazlası (%50+1)’nı aldı. Peki, o zaman (kısaca) ne/neler olur?
  1. Bazılarını yukarıda sıraladığım sıkıntılarımız katlanarak devam eder. 
  2.  Referanduma götürülen 18 madde ve göndermelerle içlerine gizlenen tuzaklarla, parti devleti kurulur yani fiili otoriter rejim resmileşir.  
Diyelim ki 16 Nisan’da yapılan referandumun sonucunda; “Hayır” geçerli oyların yarısından sadece bir oy fazlasını (%50+1) aldı. . Peki, o zaman (kısaca) ne/neler olur?
  1. Ülkemizde sonuçlardan ders çıkarıp, etik kurallar uyarınca istifa etme geleneği oluşmadığından ve mevcut aritmetik durumda bir değişme olmadığından, iktidarın hamaset ve popülizm dolu söylemleri ile mevcut düzen devam eder…
  2. Bu sonuç; tıpkı 7 Haziranda olduğu gibi, onların uykularını kaçıran önemli bir ders olacaktır. En önemlisi de “Hayır” sonucu; bu kötü gidişe dur dediği, barış ve uzlaşmaya çağrı yapmış olduğu için çok değerli olacaktır.
Fakat ülkemizin kısa zamanda son bulmayacak pek çok üzücü gerçeği var: “Tek adam düzeni” uğruna; toplumumuz hoşgörüsüz iki zıt kutup olmuş, ülke ekonomisi dibe vurmuş, eğitim, yargı, yasama, medya, işsizlik, yoksulluk ile güvenlik sorunları tavan yapmış, komşu ülkelerle ilişkilerimiz gerginleşmiş, bakanlarımız istenmez kişi ilan edilmiş, dünyada yapayalnız bir ülke olmuşuz...

O halde 17 Nisan’da hangi sonuç çıkarsa çıksın, kaybeden Türkiye olacaktır.



Yazarın diğer yazıları için tıklayınız

31 Mart 2017 Cuma

Algı-Baskı-Hukuk-Etik ve Referandum

Yıllarca çokça büyük acılar yaşamış insanlarımızın, acılarını sonlandıracak çözümler aramak yerine, ölümü ve acıları daha da arttıracak olan güvenlikçi anlayışlarla yol almaya devam ediliyor.

Çok değil sadece (4) dört yıl önce, güvenlikçi anlayış yerine  “Çatışmasızlık ve Barış” konusu ana gündem olmuştu. “Çözüm süreci” dedikleri bu iş için (seçilmeleri tartışmalı da olsa),  “Akil İnsanlar Heyetleri” kurulmuş, yurdun her tarafında farkındalık yaratmak için pek çok toplantılar yapılmıştı.   Gazete ve TV kanallarında,  sık sık “barışın erdemleri” işlenir/konuşulur/tartışılır olmuştu.

Böylece benzer sorunlarını barışçı yollarla çözen diğer ülkelere biraz daha yaklaşılmış, kanlı çatışma ve ölüm haberleri de hemen hemen yok olmuştu. İnsanlar evlerinde, işlerinde, okullarında ve sokaklarda biraz daha güvenli, daha umutlu olmuşlardı. 

Fakat bu umutlu günler uzun sürmedi, 7 Haziran yenilgisinin yarattığı depreme ve tek kişinin kibir-ego-çıkar döngüsüne (girdap) kapılan süreç, son buldu. Sanki yorgun düşüp biraz mola vermiş ve sonra “ateş!” komutu almışçasına yeniden başlatıldı güçler çatışması… Güvenlikçi anlayışlar bu kez; sivil, yaşlı, çocuk, ev-bark dinlemeden, daha acımasızca yeniden gündemdeki yerini aldı…

İnsanlık tarihinde olagelen tüm haksız iç-dış savaşların temelinde çıkar vardır. Fakat bu çatışma ve savaşları çıkaran güçlerin, gerçek amaçları hiçbir zaman ortaya çıkmaz, üstleri her zaman oluşturulan algılarla örtüktür.

İtalya’da Mussolini, Almanya’da Hitler, İspanya’da Franko; milyonlara ölümü ve büyük acıları yaşatan faşist düzenlerini; halka korku salan yapay algıların yaratığı düşmanlıklar üzerine oturtmuş, ortaya çıkan kin ve öfke ile beslenip güçlenmişti.

Algılarla oluşturulan düşmanlıklar, yurdumuzda da; Ermeni, Kürt, Dersim kıyımları,  6-7 Eylül- Maraş-Çorum, Sivas, … Gezi olaylarında nice acılar yaşatmış, nice ocaklar söndürmüştü.

Algı yönetiminde bulunanlar; kişiye/topluma ait inançsal, ırki ve duygusal alanları kullanırlar. Dokunulmaz ve kutsal sayılan bu alanlar ile ilgili yalan/yanlış haberler üreterek soru sormayan, düşünüp yorum yapamayan ve çabuk kanan kitlelere ulaşır ve onları kışkırtırlar. Topluma; suskunluk, kin, öfke, çaresizlik aşılayan algıları oluşturmak için de ajanlar kullanırlar. Ajanlar, duyguları sömürür, sabotajlar yapar, cinayetler işler, yangınlar çıkarır, fısıltılar yayıp, lafebeliği (demagoji) yaparak mağduriyetler(!) yaratırlar.

Çünkü onları amaçlarına ulaştıracak en uygun araç, üretilmiş algılardır. Ve en büyük güç de kışkırtılmış kitlelerdir.

Bu süreçte ötekileştirilen, ezilen, bedel ödeyip aclar çeken fakat buna rağmen kışkırtılıp saldırganlaşanlar da vardır. Kandırılmış bu insanları kazanmak yerine, onları iflah olmaz ötekiler, "karnını kaşıyanlar" olarak görenlerimiz de...

Eğer insanlar; yaşam tarzları, inançları ve kişilikleri ile birlikte kabul edilirse… Onlarla selamlaşır, tanışır, konuşur, duygudaş olunursa… Onların kendileri ile yüzleşip, gerçeğe ulaşmalarına yardım edilirse… Ve onlarda, kendilerinin bir araç olarak kullanıldığı farkındalığı sağlanırsa… Ancak o zaman birlik olup çoğalır, güçlenir ve zalime dur diyebiliriz. Böylesi daha olası ve daha anlamalı olmaz mı?

***
16 Nisan Referandumu:

15 Temmuz'u kendileri için  “Allah’ın bir lütfu” olarak görenler, OHAL+KHK+Devlet güç ve imkânlarıyla “Tek Adam” rejimini kurmak üzere “Evet” deme taraflısı oldular. Karşılarında ise sadece kendi öz güçleri ile  “Demokrasi”yi savunanlar var.

Çok değil sadece 16 gün sonra halkımız “Evet/Hayır kararı verecek.

İktidarda olanlar yıllardır; “mağdurum da mağdurum” deyip durdular. Sonra (aynı yolda birlikte yürümek için) “Her istediklerini verdik” dedikleri, daha fazla isteriz deyip,  çelmeler takmaya başlayınca da birlikleri bozuldu. Bu kez, “Bilemedik kandırıldık, Allah bizi afetsin” dediler.

Şimdi bu kandırıldıkları için af dilemek zorunda kalanlar, olup bitenleri unuttular. Ve çığlıklarını karşılıksız bıraktıkları milyonlardan oy istiyorlar!... 

Peki, şimdi bu halk, sık sık kandırılan birilerine nasıl güvensin? 

Karar verilecek de, acaba ortam/hava ne durumda? (Biliyorum siz yüzlerce neden sıralayabilirsiniz, fakat ben sadece iki örnekle yetineceğim.):

  1. TRT haber kanalında (TRT kamu (?) kanalı): 1-22 Mart tarihleri arasında yapılan program ve haber bültenlerinde Cumhurbaşkanı: 1390 dakika, AKP ve hükümet: 2 bin 723 dakika, CHP: 216 dakika, MHP:48 dakika, HDP’ye ise sadece 1 (bir) dakika süre ayrıldığı belirlenmiş. İşte bravoooo!... dedirten eşitlik; 4.161 dakika “Evet” ve 217 dakika “Hayır” diyerek sağlanmış.
  2. Tarafsız ve herkesin cumhurbaşkanı olacağına dair yemin ederek söz veren Sn. Erdoğan; kamuya ait (herkese ait)  makam ve imkânları kullanarak “Evet” taraflısı olarak meydanlarda, ekranlarda, her yerde… Oralarda da (tarafsız ve eşitlikçi (!) biri olarak) “Hayır” diyecek olanlara sıfatlar yakıştırıp bağırıyor, çağırıyor…

Peki, bu iki örnek ve sizin ekleyebileceğiniz yüzlerce örnek acaba hangi yasaya, hangi hukuka ve hangi etik kurala uygundur?



Yazarın diğer yazıları için tıklayınız

24 Mart 2017 Cuma

“Kol kırılır yen içinde kalır” sessizliği...


Atalarımız komşularla iyi geçinmenin bir erdem olduğuna inanmış olacaklar ki bize;  “Komşu komşunun külüne muhtaçtır” - ”Komşunu iki inekli iste ki, kendin bir inekli olasın”- "Komşunun iti komşuya ürümez”- “Ev alma komşu al”-“Komşuda pişer bize de düşer” gibi özdeyişleri miras bırakmışlar.

Bu güzel kültürel mirasımıza rağmen, yıllardan beri ülkemizi çevreleyen tüm komşularımızla kavgalı olup, sorunlar yaşıyoruz. Ama nedense, Acaba, komşularımızın hepsi kötü de, sadece biz mi iyiyiz?”  sorusunu kendimize sorma cesaretimiz olmadı. İşte bu bilinmezliğe ayna tutamadığımız ve “biz” tutkusuna yenik düştüğümüz için hepimiz; “Kol kırılır yen içinde kalır” sessizliği içindeyiz.

Henüz çokça zaman geçmedi, hepimiz hatırlarız o yılları: Daha bugünkü iktidar güç zehirlenmesine de uğramamıştı. İşte o yıllarda “Komşularla Sıfır Sorun” sloganıyla yola çıkan iktidar, yeni bir dış politika belirlemek istemişti. Bu amaçla da:
  • Dünya çapında İran’a uygulanan tecrit politikasına karşı durulmuş… 
  • Ermenistan’a sıcak dostluk mesajları gönderilmiş…
  • Kıbrıs için yeni bir sayfa açılmış, 
  • AB ile sıcak temaslar kurulmuş…      Muhalefetin başarılı çabaları ve iktidar partisinden sağduyu sahibi bazı vekillerin (henüz “gizli oy”un açık kullanımı da başlamamıştı) katkılarıyla, Irak’ı yok eden emperyalist savaşa askeri destek verilmemiş…
  • Ve Suriye ile ortak bakanlar kurulu bile yapmıştı…
İyi bir komşuluk için yapılan bu girişim ve söylemler hepimizi sevindirmiş ve umutlandırmıştı. Ama günümüze yansıyan, Sonuç: 0+0= 0 

***
Kim ne dedi, neler oldu/oluyor?

OHAL ve KHK şartlarının kuz yerinde, dağlar kadar iç ve dış sorunumuz varken, komşu ülkeler kavgalı, ülkemiz dışında savaştayız. Tam da birlik içinde sorunlara çözümler aramak zamanı iken, toplumda iki zıt kutup yaratıldı. Ve “Tek Adam sistemine “Evet mi?”-”Hayır mı?” müsameresi başlatıldı. Hamaset nutukları ile “Hayır” diyecek olanlar; “Hain/Terörist” ilan edildiler.  
16 Nisan Referandumu için gereksiz ve zamansız dedik ama oldu. Bari insani-vicdani-ahlaki- hukuki ve demokrasi kurallarına uygun yapılsaydı. , Beceremediler, öyle de olmadı, işte bazı sonuçlar: 
  1. 01-20 Mart 2017 arasında 17 ulusal televizyon canlı yayınlarda: “ ‘Evet’ diyecek olan Cumhurbaşkanlığına 169 - AKP’ye 301,5- MHP’ye 15,5 saat.  ‘Hayır’ diyeceklerini açıklayan CHP’ne 45,5 saat ayrılırken,  HDP’ne hiç yer verilmedi.”  
  2.  Yurt içinde devletin uçakları, taşıtları, mekânları, ekranları ve diğer kaynakları ile “Evet” için çok rahat çalışan Cumhurbaşkanımız, Başbakanımız, Bakanlarımız ve bürokratlarımız var. Türkiye ile  yetinmeyip, Avrupa’ya da yöneldiler, kabul görmeyince Avrupa ülkeleri ve yöneticilerine, diploması dilinden uzak mesajlarla onları; “Nazi-Faşist” ilan edip,  "Siz böyle davranmaya devam ederseniz yarın dünyanın hiçbir yerinde, hiçbir Avrupalı, hiçbir Batılı güvenle huzurla sokağa adım atamaz… “ ve “Bunlar haçlı-hilal savaşını başlattılar” deyip, bağırıp meydan okudular…
  3. Almanya Cumhurbaşkanı Steinmeier da; Cumhurbaşkanı Erdoğan, Türkiye'nin yıllardır inşaa ettiği her şeyi tehlikeye atıyor." dedi. Ve Erdoğan'a, "Ağza alınmaz Nazi benzetmelerinden vazgeçin, Türkiye ile ortak olmak isteyenlerle bağları kopartmayın" çağrısında bulundu. (Cumhurbaşkanımız bu sözlere kızmış/üzülmüş). 
  4. ABD Başkanı Obama’ın göreve başlarken ilk görüştüğü lider Erdoğan idi. Trump ise bölgemizdeki Irak, Ürdün, Mısır Başbakanları ile görüştü, fakat henüz Türkiye’ye sıra gelmedi. (Ama Ortadoğu ve Afrika ülkeleri sırasına koyduğu Türkiye’ye için “elektronik cihaz taşıma yasağı”nı uygulamaya koydu.) 
  5. 10.Mart.2017 günü daha çok internet ortamında yer alıp kamuoyunda pek yankı bulmayan bir rapor vardı. Raporu hazırlayan da, Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Yüksek Komiserliği. Bu rapor: resmi beyanlar, tanık görüşmeleri, fotoğraflar, ses kayıtları ve uydu görüntülerinden yararlanarak hazırlanmış olan, “Türkiye’nin Güneydoğusunda İnsan Hakları Durumu Raporu” idi.  Raporda özetle: “30’dan fazla yerleşim yeri ve mahalleyi kapsayan operasyonlarda 335 bin ile 500 bin arası insanın yerinden edildiği, 1.200’ü sivil, 2.000 kişinin hayatını kaybettiği…”  BM heyetinin durum karşısında ; “ ‘Dehşete düştüğü’ ve ‘kıyamet benzeri bir tablo’ olarak nitelendirdiği...”  (Bizler ülkemizin sorunlarına; “Kol kırılır yen içinde kalır” anlayışı ile ayna tutmaz, yüzleşmez, çözüm aramaz, sessiz kalıp dillendirmezken… Ya da kendi söküğümüzü kendimiz dikmez iken… Bakın görün işte; uydudan, şuradan, buradan nasıl da veri/bilgi toplayıp önümüze koydular “utancımızı”…) Bence haberi okuyunuz: https://gazetekarinca.com/2017/03/bm-dehsete-dustu-cizre-sur-ve-nusaybin-raporunda-kiyamet-benzeri-bir-tablo-yorumu/ 
  6. Mal, can ve iş güvenliği kalmamış, tarım-hayvancılık-sanayi dibe vurmuş, ülke bütçesinin büyük çoğunluğu savaş için harcanıyor. 
  7. Güneydoğu sınırlarımızda bulunan verimli toprakları mayınlardan temizleyip organik tarım yapma isteği hayal oldu. Şimdi oralarda Çin Seddi benzeri beton duvarlar yapmakla meşguller.
  8. Hapishaneler daha iddianameleri bile düzenlenmemiş, politikacı, yazar, çizer, gazeteci, akademisyen gibi yüzbinlerce insanla dolmuş taşıyor. 
Bir zamanlar ülkemizin yalnız bırakılmasını “değerli yalnızlık” olarak savunup durdular. Acaba şimdi bakan ve vekilleri (bile) yasaklandığı için; onuru, gururu incinen halkımız ve gurbetçilerimize ne diyecekler, bugünleri nasıl savunacaklar?

Tüm bu söylem ve eylem sahibi muktedirler, acaba 17 Nisan günü, öfke ve kin ile dolu belleklerini nasıl sıfırlayacaklar?  

Peki, ötekileştirip, hakaret ettikleri, “Hain/Terörist” ilan ettikleri o “Hayır” diyenlerin yüzlerine nasıl bakacaklar? 



Yazarın diğer yazıları için tıklayınız