yazmak etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
yazmak etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

5 Kasım 2023 Pazar

YILGINLIK YOK!

 

İyi günler! 

Rojbaş!

Selam size sevgili kardeş ve dostlarım!

Slav ji wera bra û hevalên delal! 

Bana ulaşabilen dost ve okurlarımdan kimi: 

"Neredesin, ne oldu sana, iyi misin niçin/neden yazmıyorsun?" 

Kimi, kızarak, bağırarak hesap soruyor! 

Kimisi de, üzülme boş ver değmez diyordu. 

*

(Cemal Süreya'yı anımsadım birden! O, diyordu ki: 

"Üzülme değmez sözünü duymaktan sıkıldım.

Değmeyenlere zaten üzülmem.

Üzüldüğüm şey;

Değmeyenlere, yüreğimin değmiş olması.")

*

Hepiniz haklısınız sevgili dostlarım! 

İşte hepinize cevabım: YAŞIYORUM! 

İsterseniz bu nasıl bir yaşamsa, adım adım birlikte görelim. 

Son yazımı 17 Mart 2023 günü yazmışım. 

Bugün ise 5 Kasım 2023! 

Demek ki yazmayışım, yedi buçuk ayı aşarak 233 güne ulaşmış! 

Yazılarımda daha çok toplumsal çığlıkları dile getirmeğe çalışıyordum. 

Satırlara döktüğüm bu çığlıklar da: düşündürmek, farkındalık oluşturmak amaçlıydı. Yani amacım: duyan-duyup anlamayan kulaklara, gören-görmek istemeyen gözlere, egosuna yenik düşmemişlere-düşmüşlere, yastığa baş koyunca vicdan sesi duyanlara ile vicdanına pranga vuranlara, azıcık dokunmak, bir ses, bir soru, bir ünlem olarak ulaşmaktı. 

Özetle: hem dost hem de dost olmak istemeyenleri sarsmak istiyordum!

Çünkü bugün ülkemizde, dünden daha çok Yokluk-Yolsuzluk-Yasak (3Y) var. İnsan hak-özgürlükleri yok sayılıyor, haksız hukuksuz olaylar sonucu köy-kasaba-şehir her yer, acı çeken milyonların çığlıklarıyla inliyor.

Demek ki yazacak, yazılması gereken çok, pek çok konu var!

Peki ben neden/niçin yazamıyorum ki?!

Düşündüm, taşındım ve en sonunda: 

"Kalemim bana küstü!" dedim. (Sanırım kendimi aklamak içindi bu!)

Evet, kalemim bana küstü demiştim. 

Küsmek, soğuk gibi görünse de içi sevgi dolu yüce bir insani duygudur aslında. Yaşamda sevilmeyen, sayılmayan, değersiz görülenlerin üstü çizilir, yok sayılır, unutulup gider onlar. Bir düşünelim, eğer ben-sen-o, bana-sana-ona, yani tanışlara, dostlara küsmüşsek, aslında bu onların bizce değerli oluşundandır. 

***

Başlamak, ısınmak, yoğunlaşmak ve alışmak için bugün size bugüne kadarki suskunluğumun hikayesini anlatmak istiyorum: 

Hapşırık, öksürük ve hafif bir ateşle başlayan, isim konmamış bir hastalık yüzünden, yataklara düşmesem de yazan kalemi ve klavyeyi bırakmıştım.

Bir hafta sonra hastalık tam olarak geçmese bile, yaşamım normale dönmüştü. Haydi bi'şeyler yazayım diye kalkıp masanın başına geçtim. Masadaki kalem, not tutmalık çeyrek a-4 kâğıtları ve klavye vardı, onları okşayarak selamlayıp oturdum. 

Kafamın içinde çokça yaşanmışlığın acı ve çığlıkları vardı. Ve onların her biri: "Önce beni/bizi anlat!" diye yarışıyordu adeta. Ben ise tutuk olmuştum! Ne bir öncelik sırası belirliyor, ne de bir konuya yoğunlaşıp yazabiliyordum. 

Aslında daha önceleri ben-kalem-klavye aramızda bir görev bölümü yapmıştık ve herkes işini bilirdi. Ben düşüncelerimi söylerken onlar da söylenenleri sabırla yazarlardı. 
 
'Sabırla' dedim! 

Evet, çok sabırlıydı onlar. Şöyle ki, bazen beğenmediğim bir sözcük veya cümle için dakikalar, saatler, hatta günlerce arayışım olurdu. Kalem, klavye ve o tamamlanmayan yazı, hiç karşı çıkmadan susar beni beklerlerdi. Eğer, yazılanda beğenmediğim bir sözcük-bölüm varsa, isteğime göre kalem onu çizer, klavye kesip-siler, bazen de ben silgiyle silerdim. 

Bilemem, belki de onlar, bu silip-kesip-yok etmeleri, kendi emeklerine bir saygısızlık görüp (haklı olarak) bana kızmışlardır! Fakat bunu bana hiçbir zaman yansıtmadan yazmaya devam ettiler. 

Sonra, ben mi kaleme, klavyeye, not aldığım kağıtlara küstüm, yoksa onlar mı bana küstü bilemiyorum. Fakat bazı kuşku ve endişelerim vardı: Buyruk kimden gelmiş bilmiyorum, fakat sanki parmaklarım, kalem, kâğıt ve klavye sözleşip bana karşı bir direniş başlatmıştı.  

Bu haksız direnişte beni üzen-sarsan da: sevinç, neşe, heyecan, haz, cesaret, güven, özgüven, özsaygı... gibi insani duygularımın tepkisiz kalışlarıydı. Günler geçtikçe ben de bu suskunluğa alışmıştım sanki! 

Sanki; gözlemlerim, okumalarım, tanıklıklarım, kulaklarımda yankılanan çığlıklar içimdeki derinlere saklanmış, beni dürtmez ve düşündürmez olmuştu. Bu nedenle yaşamımda derin bir boşluk oluşmuş, dengem bozulmuştu ve bende bir yılgınlık başlamıştı.

NOT: bu süreçte kazancım çok kitap okumak oldu, örneğin: Murat Tuncel ve Sezgin Kaymaz’ın hemen hemen tüm eserlerini... Ve Rus edebiyatının önderlerinden sayılan Şair-Yazar LERMONTOV’un dev eseri: “Zamanımızın Kahramanı”nı zevkle okudum.  

Fakat yazmak benim için; düşünme, sorgulama, değiştirme, geliştirme, yaşamak demekti. Benim işim, birer değerli taş olan sözcüklerle ülkemi, insanları, çevremi, insanlığı, onların acı, sevinç, hak ve özgürlüklerini anlatmak, yazmak, konuşmak, paylaşmaktır. 

İşte o zaman özgür-özgün-üreten bir birey olabilirim. 
  
Ama eğer yapılan haksızlıkları, görmez, yazmaz, anlatmaz, konuşmaz olup sessiz kalırsam, o zaman yetilerim körelir bir ot gibi olurum. 

Bence, ülkemiz sorunlarıyla başa çıkmak için herkes bir şeyler yapmalı. 

Şimdi anladım ki, kalem ile klavyenin bana karşı direnişe geçtiği, benim yazmamak için bulduğum bir bahane imiş. 

Şimdi anladım ki sorun da suçlu da benmişim!

Yılgın olduğum için kalem ile klavye yazamaz olmuş!  

Şimdi anladım ki, kalemsiz olmuyor, özgür ve özgünce yazmalıyım! 

Ve bugün masaya oturdum, gördüğünüz gibi artık yazabiliyorum! 

Yaşasın!

İşte yeniden buluştuk ve yol almaya başladık yavaş yavaş! 

Merhaba dostlar, merhaba!

Yılgınlık yok, yola devam! 

 


18 Kasım 2016 Cuma

Konuşmak Okumak Yazmak

Belki siz de yaşamış veya tanığı olmuşsunuzdur, emekli olacağınızı tanıdıklarınıza, dostlarınıza söylediğinizde hemen hepsi anlaşmışçasına size, “ne yapacaksın, nasıl zaman geçireceksin” diye sorular sorar ve nasihatlerde bulunur. Önceleri bu soru ve nasihatler beni biraz ürkütmüş, bazı geceler “acaba...?” diye başlayan sorularla uyku düzenimi bozmuştum.
Oysa emekli oluktan bir süre sonra, hiç de ne yapayım, nasıl zaman geçireyim sıkıntısı çekmedim. 20 li yaşlarda yaptığım gibi kendimi okuma ve yazma işine verdim.  Hatta bu aralar okumadığım çokça kitabım biriktiği için, kendimi kitaplıkları için ölçerek metre işi kitap alanlara benzeterek eleştirir ve okumaya günler-haftalar yetmiyor diye üzülür oldum.
Gün 25 saat, hafta 8 gün olsa, ne iyi olurdu değil mi?
Konuşmak okumak yazmak; dilimizi oluşturan üç ana parça, bu üç sözcük öylesine birbirini tamamlıyor, öylesine iç içe geçmiş ki, peş peşe sıralandıklarında onları, virgülle bile ayırmak gerekmez bence. Birbirini tamlayan, besleyen, tetikleyen, derinlik kazandıran bu sözcükler aynı zamanda iletişim kurmanın anahtarı, insanı insana ulaştıran, insanın esin ve güven kaynağı…
Her insan mutlu olması için işini gereğince yapmalı, yaşadığı çevreyi ve canlıları korumalı, insanları tanıyıp onlarla duygudaş olmalı. Tüm bu işleri yapabilmek için de; konuşmalı okumalı yazmalı
İnsana, insanca boyutlar kazandıracak olan da, konuşma okuma yazma eylemleridir. Bu eylemlerde başarılı olmak için; felsefe, tarih, psikoloji, estetik, fizik, kimya, biyoloji bilimleri ile tanışmalı, onların sağladığı kazanımlar olan sözcükleri dans ettirip, şiir tadında müzik notaları ile dillendirmeli…
***
Megafon Diplomasisi
Her insan savaşların olmadığı, sağlıklı ve korunan bir çevrede; özgür, güvenli, onurlu, mutlu olarak yaşayacağı bir ülke ister. Bu istek insanın en temel hakkıdır. Ülkelerin de komşuları ve diğer ülkelerle barış içinde, yaşamak istekleri vardır. Bu ortak özlem ve isteklerin gerçekleşmesi için de basit bir kural: kendin için istediğin güzelliği/iyiliği başkası için de istemek anlamına gelen “Yurtta barış, dünyada barış”  ilkesidir. Hepimizin hep gündemde tutması ve savunması gereken bir ilke…
OHAL’in KHK’leriyle ülkemizde; demokrasi, insan hakları, ifade özgürlüğü kısıtlanıp, inançlar, niyetler sorgulanırken, bir taraftan da idam konusu sürekli olarak gündemde tutuluyor. Öfkelerin kine dönüştürüldüğü gergin günler yaşıyoruz.
Yaşatılan bu korku ikliminde hiçbir yetkili ortaya çıkıp, bu uygulamaların ülkemize, içeride ve dışarıda hiç bir şey kazandırmadığını dillendiremiyor nedense.
Oysa şu anda ülkemizin en büyük ihtiyacı, yöneten, yönetilen ve tüm yaşayanların olaylara; demokrasi ve insan hakları odaklı bakması, barış dili kullanması, hiç kimseyi öteki kılmamasıdır. Böylece yarınlarımıza daha güvenle bakar ve daha yaşanır kılarız ülkemizi.
Avrupa Parlamentosu (AP) Başkanı Martin Schulz, "Türkiye idam kararını yeniden uygulamaya koyarsa o zaman kırmızıçizgimizi aşmış olur ve Avrupa Birliği ile müzakere süreci bitmiş olur" demişti. (Hürriyet 13 Kasım 2016)
Cumhurbaşkanımız Erdoğan da bu konuşmaya cevaben, Kimsin sen ya, kimsin? Orada bir parlamentonun başkanı, nesin sen? Şu terbiyesize bak ya, ‘Yaptırım uygularız’ diyor. Ya senin her yerin yaptırım olsa ne yazar.” dedi. (Hürriyet 14 Kasım 2016)
Varsayalım ki, “AP” bir kulüp ve bu kulübün başkanı üye olma şartlarını sıralıyor. Şartlardan birisi de “idam karşıtı olmak”. Onu hatırlatıyor konuşmasında. Aslında o kulübün kapısında yıllardır bekletildiğimiz bir gerçek, fakat şimdi onu tartışmayalım. Peki sizce bu sözlere verilen cevapta bir gariplik veya bir yanlışlık yok mu?
Aslında şimdi artık bu açıklamaya verilen cevabın, doğru mu, yanlış mı, haklı mı, haksız mı olduğu tartışmasına da gerek kalmadı, çünkü o cevap verildi ve o söz söylendi oldubitti…
Ancak tartışılacak bu konu var, o da çoktandır ülkemizde gündem konusu olan “Megafon Diplomasisi”.
Megafon Diplomasisi; yukarıdaki alıntılardan da anlaşıldığı gibi, herkesin kendi mekânında, medyasında ve taraftarı karşısında, karşı tarafa göndermelerde bulunmasıdır.
Diplomasi ise; tarafların kapalı kapılar ardında, karşılıklı diyaloglarla sorunlarına çözüm araması sürecidir.
Megafon Diplomasisi; çoğunlukla günü kurtarmak için tribünlere verilen popülist mesajlardan oluşur. Sorunları çözmediği gibi daha da derinleştirip, çözümsüz kılar.
Diplomasi ise; tarafların uzun süreli çıkarlarını temel alır, mantık ve aklın denetimindedir. Dostlukları arttırır, sorunları çözer.
Barış için baldıran zehri içmek
26 Eylül 2016 günü Dünya çapında ses getiren bir olay olmuştu. Kolombiya Hükümeti ile Kolombiya Devrimci Silahlı Güçleri örgütü (FARC) arasında barış anlaşması imzalanmıştı. Ve bu imza töreni bayram havasında kutlanmıştı. Ancak, 3 Ekim’de yapılan referandumda Kolombiya halkı bu anlaşmaya yüzde 50,2 oranı ile “hayır” demişti.
Ama Kolombiya Devlet Başkanı Juan Manuel Santos ve Hükümeti bu referandum sonucuna uymayacaklarını ilan ettiler.
Bu kararlarını ne hiç kimse yadırgadı, ne de hiç kimse ayıpladı.
Çünkü onlar bu kararla, 52 yıldır süren ve 220 bin kişinin ölümüne sebep olan kanlı bir iç savaşa son verdiler.
Çünkü barış yaşatan, savaş ise yok edendir. Onlar bu karala var olmayı seçtiler.
Çünkü onlar, popülizm yapmadılar, hamaset nutukları çekmediler, barış istediler ve alkışlandılar.

İşte barış için baldıran zehri içmek dedikleri bu olsa gerek.


Yazarın diğer yazıları için tıklayınız