30 Nisan 2021 Cuma

Öğretmen - Öğrenci ve Herkese

İnsanca yaşamak için; iş aş arayanlara, Rize İkizdere Vadisinde ve Kaz Dağlarında güvenli gelecek için direnenlere, salgın şartlarında bile çalışanlara, 1 Mayıs'ın tüm emekçilerine sevgi ve saygıyla...

* 
Dün gece, 50 yıl öncemi bugüne taşıyarak; beni üzen, düşündüren, biraz da utandırıp gerçekle yüzleştiren bir rüya gördüm. Sonra da bu rüyanın sadece beni değil herkesi ilgilendirebileceği düşüncesiyle paylaşmaya karar verdim. 

Bu rüya, beni gitmeyi çok istediğim bir yere, 18 yaşında öğretmenliğe başladığım köye, 53 yıllık bir geçmişime götürmüştü. Fakat köy, okul, çevre ve toplanan çehreler çok değişmiş, hiç tanıdık gelmiyordu bana. Sonra sonra konuştukça beni tanıyan birileri çıkıp ismimi fısıldadı. 

Bu yaşını başını almış saçlı sakallı, coşkusuz kişiler kimdi? 

İsmimi fısıldayanlar öğrencilerim mi, yoksa veliler miydi bilemedim! 

Üzüldüm. Utandım. Düşündüm. 

Sonra da: "Bellek her şeyi uzun süre taşıyamaz ki" -diyerek rüyada bile kendimi korumak istedim. 

Fakat olmadı, ben, beni aklamaya yetmedim. Ve hemen o anda içimdeki afacan ben, hiç izin almadan 'sen diliyle' söze girip suçlamaya başladı:

"Eğer sen o günlerde köyün, öğrencilerin, velilerinle ilgili kısa kısa notlar alsaydın... Haydi onu yapmadın, bari listedeki her öğrencinin karşısına, onu anımsatacak birkaç sözcük, birkaç işaret koysaydın şimdi onları anımsar ve bu yenilgiyi yaşamazdın..." -diye sayıp, dökmeye devam edecekti.

Beni çok üzen ‘haklı’ sözlerin devamını duymamak için biraz sertçe: "Haklısın!" dedim. Sustu!

Haklıyı, haksızca susturmuş olsam da bu kez vicdanım susmadı: "Bu konuyu düşün!" -dedi. Ben de düşündüm: 

O yıllarda, Evliya Çelebi'nin seyahatnamesinden bazı bölümleri okumuş, başta Yaşar Kemal, Fakir Baykurt, Mahmut Makal, Fikret Otyam olmak üzere çokça yazar, gezer, çizeri de tutkuyla okuyup izliyordum. 

Bu değerli insanlar toplumsal yaşamın acı, sevinç, başarı ve tıkanıklıklarını... Bazen yükselip sönen ve yeniden başlayan duygu ile düşlerin yaşattıklarını... Yazar, çizer, söyler bu emeklerini halka sunarlardı.

Böylece 'kültür değeri' olan bu sanat yapıtları, toplumsal bellekteki: söylence, hurafe, önyargı gibi cehalet karanlıklarına ışık tutar onları gün yüzüne çıkarır ve gerçeğin gelecekteki filizleri olurlardı. 

Duyu, duygu ve yetilerin yaşama; harfle, sözcükle, çizgiyle, fırçayla, yontuyla, fotoğrafla, avazla, notayla, buluşla yüklediği özgün iz ve tohumlara sanat denir. Sanat sadece bugünün değil geleceğin de belleğidir.  

Her birey ve toplum ancak bu değerlere sahip olduğu kadar güven içinde yol alabilir. 

Günümüzde Birleşmiş Milletlere bağlı 194 ülke, o ülkelerde de kullanılan 7 binden fazla anadil var. Tüm sanatlar, anadille beslenir, onunla büyür, yücelir ve evrensel olur. Her sanat dalı, uygun bir ortam bulunca filizlenip dal budak salan değerleri taşıyan bir tohumdur. 

Bu gerçekleri o yıllarda da az çok bilen birisiydim.

Peki, o zamanki tanıklıklarımı neden hiç not almamışım!.. Beni üzen de buydu. 

Peki, bu tembelliğim için gerekçelerim var mı?   

-İki olasılık var: Ya önemsememişim ya da belleğime güvenmişim! (Tıpkı, şimdi ülkemize dayatılan bilimi önemsemeyen ezberci eğitim sistemi gibi). 

Ne yazık ki hem bu iki olasılık hem de bugün dayatılan eğitim sistemi yanlış, çok yanlış! 

Demek ki ben, yaratıcılığımı, yetilerimi ve düş gücümü; bu doğa ve bu insanlarla etkileşim kurmak için kullanmamışım. İşin kolayına kaçmış, onlara dair bilgileri sadece ezberlemişim. Ezberin ömrü kısa olduğu için de unutmuş, unutulmuşum. 

***    

Sonra da yukarıdaki düşsel yorgunluk çıkarımlarımı, bugüne taşıyorum: Demek ki, bu bitek coğrafyadaki bolluk, sanatsal yokluk yüzünden bir kuraklığa dönüşmüş. O halde bu sistemsel büyük bir sorun! Bu öyle bir sistem ki; bireyin özgün yaratıcılığına, özgürce sorup-sorgulamasına, öğrendiğini deneyip içselleştirmesine engeldir. 

Bu sistem bireyi, tek kişi, tek kaynağa bağımlı kılıyor. Eğer birey, o kişi ve o kaynağın; sözcük, bilgi ve kalıplarını aynen ezberleyip tekrarlıyorsa başarılı sayılıyor. Çünkü bu sistem düşünmeyen, sorup, sorgulamayan toplumların daha kolay yönetileceğini biliyor.  

İşte bu seçeneksiz, renksiz bırakan tekçi anlayışları yüzünden ülkemiz hem kurak hem de sanatsız! Toplumsal yaşam da toprağa bağlanmış bitkisel yaşam gibidir.

Bir toplumda çeşitliliğin iz ve tohumları bulunmazsa, o, belleksiz olarak zaman tünelinde çakılıp kalır. 

Peki, bu çakılıp kalmanın buyrukçulardan başka sorumlusu yok mu? 

-Olmaz olur mu, hem de pek çok! Buyrukçuların hizmetkarları ve bu buyrukları dirençsiz uygulayan öğretmenler, öğrenciler, veliler yani hepimiz! 

Ey, öğretmenler, öğrenciler veliler!

Laikliği kabul eden ülkede çocuklar, anaokulundan üniversiteye ‘zorunlu’ din dersi alıp, günah diye diye  cehennem korkularıyla “dindar-kindar” oluyor. Bu bir insan hakkı engellemesi değil midir? 

Bırakın çocuklar sevgiyle, coşkuyla büyüsün!

Neden çocuklarımızın ufuklarına perde çekecek olan bu inanç ve yaşam tarzı dayatmasına izin veriyoruz? Neden sessiziz?

Eğer en iyi en doğru olan inanç bizimkiyse; o zaman bırakalım çocuklarımız izleyerek, gözleyerek, yaşayarak bu değer ve erdemleri kazanarak büyüsünler. Sorumluluk sahibi ergen olunca da düşünerek, tartışarak, karşılaştırarak, özgür iradeleriyle kendi seçimlerini yapsınlar. 

Eğer, çağlar öncesinden gelen bu dayatmacı tutumlar olmamış olsaydı:

O zaman daha güzel bir yaşam ve gelecek için çabalar artar, insanlar düşlerini kendine özgü birer ize dönüştürürdü.  

Kim bilir o zaman ne çok şiir, öykü, roman, yontu, melodi ve buluşa sahip olurduk. 

İzlerimizdir bizi diğer canlılardan farklı kılan. 

Daha mutlu yarınlar için öğretmen, öğrenci, veli ve herkesin kendi yetilerine uygun izler bırakmasını diliyorum.  


Diğer yazılarım için: tıklayınız

    

 

23 Nisan 2021 Cuma

Bugün 23 Nisan!


Bugün 23 Nisan!

Hani, 'Her insanın içinde bir çocuk vardır' derler ya! Ne kadar doğru bir söz! 

Bir dede olarak benim de içimde; zıp zıp zıplayan, hayalleri, tutkuları, sevinçleri, coşkuları, tutturması olan, sık sık konuştuğum, bazen azarını işitip ders aldığım bir çocuk var. 

Her 23 Nisanım ona özel bir gündür, o günde; içimdeki o kıpırtıya, 60 yıl öncesinden bugüne ses veren o çocuğa doğru yola çıkar, onu dinler, onu okşar, onunla oynar, onu daha çok duyumsarım.

Bazen içimdeki o 'yavru' ile konuşup, dedeliğim gereği düşündüğümde: İnsanlar ve evcil-yabani tüm hayvanlar için yavruların en kıymetli olduğunu gerçeği ile karşılaşırım. Aslında tam da: "Her canlının en kıymetlisi yavrularıdır." yargısıyla düşünmeye başlamıştım ki, vazgeçtim. Çünkü ağaçlar, otlar, suda yaşayan canlılar yavrularını nasıl sever, onları nasıl koruyup kollarlar pek bilmiyorum. Buna karşın insanlar, evcil-yabani tüm hayvanlar için yavruların en kıymetli olduğunu, herkes gibi ben de biliyorum.

***

Bugün 23 Nisan!

Yüz bir yıl önce özgürlüğüne kavuşan Türkiye Cumhuriyeti Meclisi, tam yüzyıl önce toplanıp bugünü: "Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı" olarak kabul etmiş.

Nisan ayı!.. Ne güzel bir tesadüf:

Çünkü, Nisan; baharın en süslü, en coşkulu, sevinç çığlıklarının en çok yükseldiği bir ay. Havada, suda, toprakta canlıların; filizlerle, çiçeklerle, fidanlarla, yumurtalarla, yavrularla coşku içinde çoğalma zamanı. 

23 Nisan, yılın en coşkulu günlerinden birisi bu güzel günü, insanların en kıymetlisi çocuklarına adayıp dünyaya örnek olmak ne güzel bir karar! 

Ülkeye ve dünyaya sevgi, saygı, dayanışma ve barışı fısıldayan bir karar. 

***

Bugün 23 Nisan!

Bu ülke, 101 yıl önce padişah buyruklarını yok sayıp, demokrasi demiş. 

Bu bayramın ilk kutlama gününde doğmuş olanlar şimdi 100 yaşında...

O halde elimizi çenemize koyup düşünelim lütfen:

101 yıldan beridir, neden barışın ve güvenliğin olduğu, insan haklarıyla yaşamın mutluluğa dönüştüğü bir ülke olamadık?

Niçin suç ve suçlular korunuyor?

Niçin çocuk hakları, kadın hakları, insan hakları yok sayılıyor? 

Çocuk Hakları Sözleşmesinin 3. maddesine Türkiye'nin koyduğu 'çekince' neden kaldırılmıyor?

Niçin insanlık mirası erdemler yok ediliyor?

Niçin çocuk heyecanları, öfke, kin ve nefrete dönüştürülüyor?

Niçin ülke kaynaklarımız insanlarımızın refahı için değil de bir azınlığa peşkeş çekiliyor.  

Demokrasilerin en vazgeçilmezi olan yasama-yürütme-yargı bağımsızlığı niçin yok oldu? 

Hani, padişah buyruğundan demokrasiye geçmiştik! 

Hani, Hakimiyet Kayıtsız Şartsız Milletin idi!

Hani, Büyük Millet Meclisi milletin temsilcisiydi!

Peki, Tek adam yönetimi nereden çıktı?  

***

Ülkemizde bunlar, bunlar, bunlar... yaşanırken...

Bugün 23 Nisan!

Çocuklara yokluk, yoksulluk, cehalet dışında bir şey bırakmamışken... 

30-40 yıl sonra doğacak torunlara, milyar dolarlar borç bırakmışken...

Söyler misiniz, nasıl coşkuyla dolup, sevinir insan? 


Diğer yazılarım için: tıklayınız

      


 

16 Nisan 2021 Cuma

‘Başarısızlık Günü’


Bazı dostlar, "Neden soru sorma ve sorgulamayı çok önemsiyorsun?" -diye sorguluyor beni. Ben de onlara; 'Sorgulanmayan hayat yaşamaya değmez!' sözünü anımsatıp:  

"Sormak ve sorgulamak yaşamın birer itki gücüdür, onlarla ilişki kurar, onlarla özgürleşir, onlarla; kendine ayna tutar, yanlışının farkına varır ve yol alır insan. Eğer soran, sorgulayan olmazsa o zaman dokunulmaz kıldığımız kendi doğru-kalıp-önyargılarımızdan kurtulamayız ki!. İşte bunun için yaşamda soru ve sorgulamaları sürekli kılmalıyız." -derim.

Tabii ki, bu cevabı yeterli gören de oluyor, görmeyen de... 

Eski adı 'pedagoji' şimdi ise 'eğitimbilim' olan bölümde okurken: 'Karşılaştırmalı Eğitim' dersi en sevdiğim derslerden biriydi. Bu derste eğitime dair sorunlara; yerli ve milli ölçeklerle değil, dünyadaki değişik tez ve uygulamalar incelenip, karşılaştırılarak daha objektif çözümler bulunurdu. 

Böylesi bir bakış ve anlayışın, ülkemizin tüm yaşamsal sorunlarının çözümü için gerekli olduğuna inanıyorum. Ne yazık ki, yirmi yıldan beri ülkemizde sorusu ve sorgulaması olmayan; din-cami merkezli bir sistem kurulmaya çalışılıyor. Bu nedenle ülkemiz hızla, bilimsellikten uzak bir geleceğe doğru yol alıyor. Bu gidiş, geleceğimiz için hem üzüntü hem de tehlike kaynağı.

Soran-sorgulayan-karşılaştıran anlayışla, güncel iki konuya değinmek istiyorum. Her iki örnek konu da İskandinavya'dan. 

Niçin İskandinavya?
     
İskandinavya, Kuzey Avrupa'daki ülkelerin oluşturduğu bir coğrafyadır. Burada, dünyanın en mutlu, özgür, demokratik ve barışçı ülkeleri: İsveç, Norveç, Danimarka, Finlandiya... bulunur. Ülkeler bu özellikleri, her yıl yapılan uluslararası araştırma ve sayısal karşılaştırma sonucu kazanarak gündemde yer almışlardır. (Bu konuyu ben de Nasıl Bir Yönetim? başlıklı yazımda anlatmıştım.) 

*

Bugün de Finlandiya ile Norveç'te yaşanan iki olayı anımsatmak istiyorum: 

  • Birincisi Norveç'te yaşandı ve çok güncel bir olay: 
Norveç Başbakanı Erna Solberg, doğum gününde, ailesinden 13 kişiyle birlikte bir restorana gider. Orada, hükümetin koronavirüsten korunmak için almış olduğu: "Toplantılarda 10 kişiden fazla kişi bulunmaz" kararına uymamıştır. Polis teşkilatı harekete geçmiş ve Norveç Başbakanı Solberg hakkında; "Doğum günü kutlaması sırasında kurallarına uymadığı" için inceleme başlatıp, 2.352 dolar (20 bin kron) da para cezası kesmiştir.

Emniyet Müdürü de: "Bu tür durumların birçoğunda normalde para cezası vermediklerini, ancak Başbakanın hükümetin kısıtlamalar getirme çalışmalarının ön saflarında yer aldığı için para cezası verildiğini" açıklar. 
 

Başbakan Solberg, radyoda halka: "Bunun hiç olmaması gerekiyordu... Kuralları daha iyi bilmem gerekirdi... Ailem ile birlikte korona kurallarını ihlal ettiğimiz için özür dilerim." -demiştir.

*

Şimdi de ülkemizde yaşanan pek çok benzer olaydan sadece birisine bakalım:

Ülke çapında pandemi için önlemler bir kişinin buyruklarıyla alınıyor, insanlar, işsiz, huzursuz, AVM'ler açık, çoğu işyeri kapalı, kahve ve lokantalar kısıtlı... Bu iklimde iktidar partisi AKP binlerce kişinin katıldığı onlarca kongre yapıyor. Bol katılım ve coşkuyla yapılan bu toplantılardan büyük haz alan partinin genel başkanı (ki, aynı zamanda ülkenin en yetkilisi olan Cumhurbaşkanı): "Milletimiz hep yanımızda oldu, hep destek verdi. İşte salgının olduğu dönemde bir kongre yapıyoruz, salon lebaleb dolu." -diyerek adeta, bilime ve virüse meydan okunmuştu. 

Sonra, koronavirüs hızlı yayılıp çokça can alan bir salgına dönüştü. Ve Türkiye dünya ilkleri arasında yer aldı (ki, bugün dünya ikincisi olmuşuz). 

Peki, bu sonuca rağmen neden suskunlar? Bilime ve virüse meydan okurcasına "lebaleb dolu salonlarda toplantı" yapanlar, niçin: "Salgının artış göstermesinde, bu toplantıların da payı olduğunu" belirtmiyor? Zaten istifa etmezler ya, peki neden ekrana çıkıp halktan özür dilemezler? 

Yoksa, bunları yaptılar da biz mi duymadık?

**

  • İkincisi, 11 yıl önce Finlandiya'da başlamış (ancak benim yeni duyduğum) bir olay:

Finlandiya'da 13 Ekim 2010'den beri 'Başarısızlık Günü' kutlanmaya başlamış ve devam ediyormuş. Bunu öğrenince: "Biz hep 'başarıları' kutlarız, yenilgi ve başarısızlık kutlaması da nereden çıktı!" diye şaşırdım ve kendime sorular sorarak düşünmeye başladım:   

Bu, olup bitmiş olaydan, gelecek için bazı dersler çıkarma yöntemidir. Böylesi bir kutlama yapan insan, kendi başarısızlık ve yenilgileriyle yüzleşir, bu sonucu var eden eylem ve tutumlardan kaçınır. Kısaca, bu anlayışla insan, sorguladıkça halden anlar 'insan' olur ve kendini geliştirir... 

Bir toplumun-bir kişinin, ama, fakat deyip savunma mekanizmaları geliştirmeden, kendi geçmişiyle yüzleşip eleştiri-özeleştiri yapması bir erdemdir. Bu erdemliliği gösteren her toplum veya her kişi saygın olur, yücelir. Her toplum ve kişinin geçmişinde mutlaka bazı yanlışlar, acılar, yenilgiler vardır.

Peki, neden erdemli olarak onlarla yüzleşip, tekrarından kaçınmıyoruz ki?

Sadece başarılar ve yengileriyle öğünmek toplum ve kişiye; yetinmek, durağan olmak, egonun beslemesi dışında ne sağlar ki? 

Her başarılı olanın karşısında bir de başaramayan-kaybedenler vardır, hele de bir başarı haksızca alınmışsa!... O yenilenleri düşünmemek, onlarla empati yapmamak bir erdem olabilir mi?

Erdem, insanın içinde ve toplumda uyumluluk sağlamaya çalışan kötülük karşıtlığıdır. İyi bir birey, aile, toplum için erdemli olmak, her şeyi zorla, zorunlulukla sadece çıkar, kazanç için değil, karşılıklı saygı-kabul-sevgi-anlayışla yol almaktır. 

Vicdan temizliğinin verdiği rahatlık, bu yolda giderken başlar!... 


 Diğer yazılarım için: tıklayınız

9 Nisan 2021 Cuma

Daldan Dala



Herkes gibi ben de bazen kendimle konuşur, düşünür, sevinir, üzülürüm. İşte o daldan dala anların bazı notları:

Doğanın iki egemen gücü gökyüzü ile yeryüzüdür. Bu iki güç bazen barışık, bazen kavgalı olsalar bile birbirini var ettikleri için tek başına olamazlar. Doğa kapsayıp, korurken oluşan çelişkiler sonucunda da yaşam başlayıp sürer gider.   

Yeryüzünün öfkeli alevleri, yangınları, depremleri, selleri ve gökyüzünün fırtınaları, şimşekleri, yıldırımları sonucu, canlılar zarar görse, büyük acılar yaşayıp kayıplar verseler bile doğa olmadan yapamazlar. Çünkü canlılar gökyüzündeki güneşe, yağmura, kara, yele...  Yeryüzündeki toprak ve suya muhtaçtır. Onlar olmaksızın yaşam döngüsü olmaz. 

Hem çatışıp yok eden hem besleyip var eden bir döngüde birbirine mecbur olmak... 

*
Bundan yaklaşık olarak 2500 yıl önce Yunanistan-Çin-Hindistan gibi birbirine çok uzak üç coğrafyada doğup-yaşamış birbirinden habersizce 'insanlık' için yol almış üç bilge öğretmen varmış. Her üç bilge de insanlık için daha mutlu bir yaşam arayışındaymış. Amaçlarına, ancak birlik olup 'insana' dokunarak, sorarak, düşünerek, araştırıp arayışa yönelterek varılacağını bilir onun için çalışırlarmış: 
  • Yunanistan'da Sokrates (M.Ö. 469-399), halkı baskılayan inanç sistemine karşı çıkan, yanlışları sorgulayarak doğruları bulmaya çalışan, cehaleti en büyük kötülük sayan bir "Ahlak Felsefesi" ile...
  • Çin'de Konfüçyüs (M.Ö. 551-479), toplumda uyumu-huzuru ve insani ilişkileri geliştirerek 'Erdemli' olarak yol almayla...
  • Hindistan'da Buda (M.Ö. 563-483), yaşam döngüsü içinde kişilerin ancak 'acılar' çekerek, kendileriyle yüzleşerek, bencillikten arınarak öz güçleri olan 'Nirvana'ya ulaşmakla... 
Üç bilge de insanlık için birer kutup yıldızı olup, ışık saçmış, yön göstermiş, ufuk açmıştır. Bu üç bilgeden alacağımız çokça ders var. 

İşte, eşitlikçi, halka dokunan ve halktan yana iki anlayış:    
1. Sokrates ve Konfüçyüs anlayışında; kadınlar pek yer almaz ('kadının adı yok'), daha çok erkeklerle yol alınırmış. Fakat Budizm, kadına gereken önemi vererek bu kuralı bozmuştur.  Çünkü Budizm'in öncüleri olan keşişler hem kadın hem erkeklerden oluşurmuş.
 
2. Budist keşişler kendi halkına yabancılaşmasın diye onların mal-mülk edinmesi hoş karşılanmazmış. Bunun için de keşişler ellerinde asa ve dilenme tası ile dilenerek yaşam sürdürürlermiş.   
*
İnsan yaşamı, acılardan kurtulmak için bir arayış sürecidir. Bu döngünün odağındaki insan, yaşam boyu iki güçle çatışır. Birincisi kendi güdü, duygu, istek, düşünce, doğrularıdır. İkincisi de çevresidir. Çevrenin içinde de iki güç vardır: Birincisi doğa, diğeri de toplum. Bu güçlerin de kendine özgü; kuralları, değerleri, inançları, beklentileri vardır. 

İnsan, böylesi ikilemler içinde kalınca ne yapacağını, kime doğru ve nasıl adım atacağını bilemez ve bunun sıkıntısını çeker uzun zaman. Sonra, bazen bir tarafı görmezden gelir, bazen de baskıyla susturur bir tarafı (ki, bu baskılanan çoğunlukla kendi güdü, istek ve vicdanıdır). 

İşte böylece toplumlarda çevreye, topluma ve kendine karşı duracak gücü, direnci olmayan, huzursuz, mutsuz doyumsuzlar çoğalır.

Eğer toplumu bir organizma kabul edersek demek ki, bu organizmanın pek çok organı hastalıklı-sağlıksız!

Bu hasta-sağlıksız-zorlu süreçte, acıları dindirmek için en çok adalet ve erdemli davranışlar aranır. 

Bir insanın yanlışları, başarısızlıkları, yenilgileri ile yüzleşmesi, bunları tekrar etmemesi için gerekenlerdir 'erdemler'. Toplum ancak erdemli-adil insanlarla donanırsa sağlıklı olur.  

Fakat, gelin görün ki, gerçek hayat hiç de öyle değil!.. 

  • Eğer ortada yanlış bir uygulama, bir başarısızlık, bir yenilgi varsa: 

"Ben yaptım! Başaramadım! Ben sorumluyum!" -diyen yoktur. Ama: 

  • Eğer ortada iyi bir uygulama, bir başarı, bir yengi varsa:

"Ben yaptım! Benim başarım! Ben yendim!" -diye bağırıp çırpınan büyük bir çoğunluk vardır karşınızda. 

  • Eğer ortada bir çıkar, bir paylaşım varsa:

O zaman çok çok kişi koro halinde: "Önce bana! Çoğu benim! diye çığlık atar, hele de güç,  makam sahibiyse tehdit eder. 

  • Süreçte çok az kişi de: "eşitçe- adilce" bir paylaşım taraflısı olur... 

*

"Gökten üç elma düştü!"

Haydi, can yakmadan üleşin bakalım...


Diğer yazılarım için: tıklayınız


2 Nisan 2021 Cuma

İhtiyaçlarımız

Her canlı yaşamını sürdürmek ile görevlidir, bu görevi de ancak ihtiyaçlarını gidererek yapabilir. İşte bunun için tüm canlılar çevresiyle sürekli bir etkileşim içindedirler. 

Eğer bu etkileşim sürecine dair gözlem, araştırma, deneyleri inceleyecek olursak karşımıza çevre, toplum, insanlık yaşamına dair pek çok hikâye çıkar. 

Bu yazıda daha çok bireye, onu eyleme geçiren ihtiyaçlarına yer vermek istiyorum. Çünkü birey, toplumun en küçük birimi olarak yakın-uzak çevrede olup-biten çokça olayın gizli-açık öznesidir. 

Fakat unutmayalım ki birey, yaşamda olmuş ve daha olacak olan çokça olayın öznesi olsa bile sadece tek özne değildir. Çünkü daha o gelmeden, şimdi ve o çekip gittikten sonra da ona rağmen, başka özne nesneler, başka canlılar, güçlü doğa hep vardı ve hep var olacaklar.  

Yaşamak isteyen her birey, ihtiyaçlarını gidermeye çalışırken engel olan doğa koşullarına ve diğer güçlere karşı durur, direnir. Bu karşı duruşta bazen yenilse bile pes etmez, çünkü o, yaşamak için galip gelmeli ve olacaklara yön verecek bir özne olmalıdır. Bireyi, diğer canlılardan farklı kılan, onun akılla/mantıkla düşünmesi, sorup-sorgulaması ve yorumlama yaptıktan sonra eyleme karar vermesidir. Bu farklılığı onu, farklı yöntem-teknik-taktikler bulmaya, kendisini yenilemeye ve daha güçlü olmak için ortaklar bulmaya yöneltir. 

İşte, 'Yaşam Savaşı' denen şey tam da budur! 

Birey; çeşitli istek, duygu, beceri ve düşünceleri olan, toplumsal görevini  yaparken katkı veren ve katkı alan insanlardan biridir. O, yaşamsal ihtiyaçlarını gidermek için sürekli olarak çevresiyle etkileşim içindedir demiştik.

Peki, birey yaşama ve topluma nasıl tutunur, neler ister, neler yapar?  

Bu soruya ancak psikoloji ve toplumbilim penceresinden bakarsak cevap verebiliriz.  

Abraham Maslow (1908-1970), bir psikoloji profesörü olarak insancıl psikoloji (hümanisttik psikoloji) kurucuları arasında yer alarak çok önemli katkılar sağlayan bir bilim insanıdır. 1943 yılındaki htiyaçlar Hiyerarşisi" çalışması, psikoloji dışındaki alanlarda da çok önemsenip kabul görmüş bir teoridir. 

Bireyin 'yaşam' sürecini anlatan bu teorinin içeriğini oluşturan beş temel gereksinim bir piramit görseli üzerine öncelik sırasına göre tabandan tepeye doğru basamak basamak sıralanmıştır: Bu da teorinin hemen herkes tarafından kolayca bilinir olmasını sağlamıştır. 


Bireyin İhtiyaçları:

1. Fizyolojik ihtiyaçlar: hava, su, ateş, toprak, yiyecek, barınak, giyim, uyku gibi organizmaya denge ve yaşam sağlayan en temel, en önemli ihtiyaçlardır.   

2. Güvenlik ihtiyaçları: Fizyolojik ihtiyaçları karşılanan bireyin; sağlıklı ve güven içinde yaşaması, yaşamın sürdürmesi için bir aileye, bir gruba, bir topluma ve belli kural ve kurumlarına ihtiyacı vardır. 

3. Ait olma ve sevgi (aidiyet) ihtiyaçları: Güvenlik ihtiyaçları karşılanan birey, artık bir grubun parçası, bir toplumun (aile, arkadaş, iş) üyesi olur. Onlara uyum sağlayıp kişilerle iletişime geçmek, güven ve kabul görmek, sevip-sayıp, sevilip-sayılmak, dostluklar kurmak gibi ihtiyaçları olur. Bu ihtiyaçların giderilmesi ya da giderilmemesi bireyin sosyal yaşamını çok önemli ölçüde etkiler. 

Ait olma ve sevgi ihtiyacı; aynı ortamı paylaşma, ortak noktalar bulma, başka  sesleri duyma, onları tanıma, kendisini tanıtma, kısacası, orman çeşitliliği içinde yalnız kalmamaktır.

4. Değer ihtiyaçları: çocuk ve ergenler için çok önemli olan bu basamak; bireyde 'benlik' gelişmesi, gelenek, inanç, otorite ile tanışma, kendine saygı ve güven duyma, başkalarını kabul edip saygı duyma, başkasından kabul-anlayış-saygı görme, ilgi, merak, öngörü, araştırma, üretme, takdir, başarı...ihtiyaçlarıdır. 

5. Kendini gerçekleştirme ihtiyacı: sıralanmanın üst basamağıdır. Bu aşamada birey kendi; ilgi, inanç, estetik becerilerine uygun alanlar arar. Burada eğer özgür bırakılırsa kendi duygusal ve yaratıcılık potansiyelini kullanarak özgünlükleriyle katkı sağlayıp kendini gerçekleştirmeye çalışır. Onun, toplumda kabul görmesi ise araştırma, deneyimleme, problem çözme, gerçekleri kabul etme, önyargıdan uzak olma durumuna bağlıdır. 

Bilim çevreleri, günümüz dijital-teknolojisi ve sosyal gelişmelerini düşünerek 'kendini gerçekleştirme' basamağına; Bilişsel-Estetik-Aşkınlık gibi ekler de yaparlar. 

*

Maslow, kendini gerçekleştirmeyi her şeyi başarma, mükemmel olmak değil, kişinin potansiyeline ulaşması olarak kabul eder ve 1954'de: "Bir insan neye ulaşabiliyorsa ona ulaşmalıdır”-der. Nitekim araştırmalar da onu doğrular:

ABD'de 1970 yılında yapılan araştırmada ihtiyaç gerçekleşme oranları:

  • Fizyolojik ihtiyaçları            :%85
  • Güvenlik ihtiyaçları             :%70
  • Ait olma ve sevgi ihtiyaçları :%50
  • Değer ihtiyaçları                 :%40
  • Kendini gerçekleştirme ihty. :%10
Bu araştırma gösteriyor ki, ilk basmakta ihtiyaçlarını giderme oranı yüzde 85 iken, en son basamakta yüzde 10'a düşmektedir. Kısaca; toplumdaki bireylerin yüzde 90'ı kendini gerçekleştirmemiştir.

***

İşte bizim ihtiyaçlarımızın yaşam savaşındaki serüvenleri böyle!

Bu basamaklar tekdüze çalışmaz! Bu yolda güç ve kapasite önemlidir. Bu basamaklarda tuzaklar, inişler, çıkışlar, geri dönüşler vardır, bu yüzden yolcuların kimi  düşer, kimi tökezler, kimi yarı yolda kalır, kimi de hedefine ulaşır. Burada her iklim yaşanır. Burada doğa bilimin kuralları ve yaşamın diyalektiği vardır. 

Bu teoriyi önemli ve güncel kılan onun yaşamın her alanına, her mesleğe, her girişime dokunması, kolayca uygulanır olmasıdır.

Eğer siz bu yargıya inanmazsanız, lütfen bu basamakları istediğiniz alana, mesleğe, arayışa ve girişime uygulayıp sonuçlarına bakınız.  

Devletlerin görevi, bireyleri yetileri doğrultusunda eğitip, onların özgün gücü oranında kendilerini gerçekleştirmeleri için gerekli sosyo-ekonomik altyapıyı hazırlamaktır. Fakat ne yazık ki çoğu devletler küçük bir azınlığa çıkar sağlamak için ülkelerini yönetiyor.  

Şimdi basit bir soruyla yazımızı bitirelim:

Eğer Osmanlı; matematik, tıp, astronomiye gerekli önemi verse ve ülkeye matbaa 281 yıl sonra gelmeseydi acaba neler olurdu? 

Diğer yazılarım için: tıklayınız