28 Ocak 2022 Cuma

Coğrafya Kader Mi?

Geçtiğimiz yaz mevsiminde çokça deprem, sel, orman yangının olması, zaten pek çok toplumsal sorunu bulunan ülkemize zor günler yaşattı. 

Belki de bu yüzden: “Coğrafya Kaderdir!” sözü sıkça kullanılır oldu. Aslında bu söz, hem iklimsel (ya da bilimsel) hem de inançsal bir yargıdır. 

Yaşam başladığından beri, her coğrafya ve oradaki her varlığın kendine özgü demirbaşları olmuştur. Bu demirbaşlar, her özneye bazı eksi ve artılar sağlayan fiziksel, biyolojik farklılıklardır. Bu farklılıklar zamanla; değişim-dönüşüm-başkalaşıma uğrasa bile hep var olacaktır. 

Fakat ülkemiz ve benzeri ülkelerde, bu doğasal gerçekliğin bilimsel yönü bile isteye es geçilmiş, sadece insanı çaresiz-pasif kılan ve keder üreten kaderci bölümü öne çıkarılmıştır. 

Böylece bu sözün büyüsüne kapılan insanlar; insan ve emek karşılığı olan haklarını istemek yerine, sadece egemenlerce kendisi için uygun görülenlerle yetinmeyi, pasif ve suskun olmayı öğrenmiştir.

Fakat bilimsel bakışı ve onun araştıran deneysel yöntemi bu kaderci anlayışlara boyun eğmemiştir. Ne yapmalı, nasıl yapmalı diye hep çareler aramış, bulmuş ve uygulamıştır. 

Bu anlayışa varan emekçiler, haklarını bildikleri için verilenle yetinmemiş, haklarını isteyip almış, sömürü çarkı içinde olup-biten haksızlık ve yolsuzlukları açığa çıkarıp hesap sormuştur. Ve böylece haklarını alan emekçiler daha istekle çalışıp, daha çok üretmişler. 

İşte bizim gibi ülkelerde eksik olan, bu bilimsel ve insani anlayıştır!   

Eğer biz ve benzer ülkelerde de bilimsel anlayış egemen olsaydı insanlar; arar, bulur, durmadan istekle çalışır, kurak çöllere bile yaşamı taşırlardı. Böylece, birer doğa olayı olan: deprem, sel ve orman yangınlarındaki insan hataları sonucu  oluşan kayıplar tümüyle engellenmiş olmasa bile, zararlar en alt düzeye inerdi.


Fakat olan olmuş, keder üreten coğrafya, kendisine kaderci bir iktidar ve muhalefet yaratmış, onlar da çaresiz, yılgın, güvensiz halkı, oyalamaya çalışmış ve buna devam ediyorlar.   


***


Şimdi size, çokça tepki çekeceğimi bile bile: 


Yirmi yıllık iktidar ülkede, en çok ırkçı-milliyetçi-İslamcı-savaşçı-çıkarcı olanlara yaradı! 


MHP ve İYİ Partinin ırkçı anlayışı hem iktidara hem de muhalefete kelepçe olmuş, onları kuşatıp kıskaca almıştır!


Bunun için de AKP iktidarı yönetemiyor, sürekli olarak muhalefet içi bir denge arayışında olan CHP de gelişip yol alamıyor! 


Ve sonuç olarak şimdi ülkenin gündemi: 'Kim daha Türk, kim daha İslam' olmuş durumda!


Desem!... 


Ki, dedim bile...


Peki, bu dört cümle sizce yanlış mı?


Kuşkusuz, 'Yanlış!' diyen pek çok kişi de diyecektir ki: 


İYİ Parti başka, MHP başka parti değil mi? 


Gerçi, bir soru, başka bir soru ile cevaplanmaz derler ya, bence bu soru için, bir karşı soru çok gerekli: 

 

Peki, İYİ Parti ve MHP'nin hangi ilkeleri, hangi söylemleri farklı?


Şimdi de geçmişten bugüne bazı sayısal verilere bakalım:


2002'de: AKP: %34,42 / CHP: %19,42  / MHP %8,35 ... oy almış.


Günümüz kamuoyu araştırmalarına göre: AKP ve CHP'nin oyları aynı kalırken, İYİ Parti ve türevi olduğu MHP'nin toplam oyları: %25 olmuş! 


Yüzde 8,35 olan oyları şimdi yüzde 25'e ulaşmış! 


İşte bu sonuç da onların egosunu coşturmuş!


Bu anlayış; ülkemizdeki milyonlarca, Kürdü, onların dili ve kültürünü yok saymakta, onlarla bir arada bulunmak istememektedir. 


Bu, herkesi Türkleştirmek, Turan'da buluşturmak ülküsü olan bir anlayış. Bu anlayışla insanlarımız, ayrışıp kutuplaşmakta, böylece ülke sorunları çözümsüz kalmaktadır. 


Bunun için halkımız, sindirilmiş, yılmış, olup bitenlere duyarsız, suskun kalmış bir durumda. 


Bunun için ülkemizde acılar, bir değil, birkaç değil, sıralansalar katar katar uzayıp gider. 


Örnek olsun diye acı ve yaralarımızı taşıyan katarın, sadece bir vagonuna bakalım birlikte:   


Önlem alınmadığı için aynı zamanda 7 ilde 21 yangında ormanlar, börtü böcek ve nice canlılar yanıp yok oldu. 


Birilerine çıkar sağlasın diye plansızca dere, ırmak yataklarına yapılan barajlar dolup taştı, oluşan seller; köprüleri, evleri, bahçeleri, tarlaları, nice can ve canlıları yok etti.


Çıkar çevrelerine bilmem kaç yıllığına sunulan limanlarımızın, birer kokain geçiş merkezi olduğu söyleniyor.


Gasp edilen insani ve mesleki haklarını isteyen veya bir konuda farkındalık yaratmak isteğiyle sokağa çıkmak isteyen: avukat, doktor, memur, öğrenci, işçi ve köylüler, jandarma ve polislerce kuşatılıp yürütülmüyor, hatta bazen darp ediliyor. Bu evrensel insan hakları ve hukukuna karşı duruştur. 


Askıda ekmek, daha ucuz ekmek alabilmek için uzun uzun kuyruklar!


Çok sık aralıklarla, benzine, mazota, doğalgaza, elektriğe zamlar...


Kısmi afla organize suç liderleri, saldırganlar, dolandırıcılar hapisten çıktı. Onların yerleri de düşüncesini açıklayanlarla dolduruldu.


Ülkemiz, tüm komşu ülkelerle kavgalı iken, çıkarlar üzerine kurulan dostluklarla, Katar ile Suudi Arabistan'ın albenisi arttı.


Ve eril bir anlayışla: Aysel Tuğluk'a yaşatılanlar, Sezen Aksu'nun 'dilini koparma' isteği, Sedef Kabaş'ın gece yarısı gözaltına alınması ve Garibe Gezer'in 'garip' intiharı...


Eğer halkımız, geçen yaz yaşanan yangın, deprem, selleri ve onların yaşattığı acı ve kederleri, çare bulunmaz bir 'kader' sayarsa...


Ve eğer, tüm acıları sorgulayıp bir daha yaşanmaması için iktidarı önlem almaya zorlamazsa, o zaman gelecek yaz ve sonrası yıllarda aynılarını, belki daha da büyüklerini yaşarız. 


Fakat eğer, yangınları söndürecek uçaklar, araç-gereçler, deprem ve seller için de gerekli koruyucu önlemler alınırsa, o kader de kederler de değişir.


Bunun için de bilimsel, demokratik ve barışçıl birliktelikler gerekir. 


Emin Toprak - DOSTÇA

Diğer yazılarım için tıklayınız


21 Ocak 2022 Cuma

GENÇLERİN ÇIĞLIKLARI


Dünyanın her yerinde üniversitelerdeki gençlerin çok karmaşık psikolojik ve sosyal sorunları vardır. Bu geniş alanı biraz daraltıp, daha çok yoksul gençleri mutsuz eden barınma ve eğitim sorununa kısaca değinmek istiyorum.     


Bu sınırlanmış alanda gençlerin üç isteği vardır.

  1. Güvenli, sağlıklı, huzurlu ve temiz aşı olan bir barınak, 
  2. Bilimsel, çağdaş özgür, eşitlikçi bir eğitim almak,
  3. Başarılı bir eğitim süreci sonrasında da bir iş-meslek edinmek. 

Peki, bu istekleri sağlamak kimin görevi?


Bu zorunlu görevin asıl sorumlusu, ülkedeki kaynakların gelirlerini ve vergilerini toplayan devlettir. Devlet, halkı adına; ülkedeki eğitim altyapısını, hukuka uygun, eşitlikçi bir anlayış ve denetime açık bir dürüstlük içinde hazırlayarak hizmet üretmelidir. 


Yeterli ekonomik güce sahip ailelerin, eğitim sürecine katkı vermesi ise daha sonra gelir. Zaten bu yazıya konu olan gençlerimiz de yoksul ailelerin çocuklarıdır.


Çağdaş dünyada, zorunlu olmadıkları halde, eğitim hizmetlerini insani bir görev sayan pek çok gönüllü kuruluş vardır. Devletlerin denetimi ve gözetimi altında olan bu dernek ve vakıflar; ihtiyacı olan gençler daha iyi bir eğitim alsınlar diye barınak ve burs katkısı sağlarlar. Sanırım hemen herkes, kendi çocukları veya tanış çocuklarının böyle bir barınma veya burs alışına tanık olmuştur. 


Bu kurumlar ayırım yapmadan ihtiyacı, tutkusu ve becerisi olanlara el uzatmayı amaçlarlar. El uzattıkları gençleri belki de hiç görmez, onların özel yaşamlarında ne yaptıklarıyla da ilgilenmez ve o kişinin; dini, dili, milliyeti, yaşam tarzı gibi özellerini hiç sorgulamazlar. Hizmetleri için ne diyet borcu ister ne de minnettarlık beklerler. O gencin, akademik başarısı ve isteği sürdükçe de yardım etmeye devam ederler. 


Peki, bizim ülkemizde neler olup bitiyor. Biraz da ülkemizdeki gençler ve onlara sunulan hizmetler bakalım: 


Bizim ülkemizde de devletten; bina, arsa, vergi muafiyeti alarak gençleri barındıran, yemek ihtiyaçlarını karşılayan bazı dernek ve vakıflar vardır.


Fakat bizdeki bu kurumların ezici çoğunluğu tarikatlara ve cemaatlere bağlıdır. Bunlar; emirlerine uyacak, yollarında yürüyecek, 'başkalarını' düşman bilecek militan yetiştirmek amacıyla kurulmuştur. Yani burada çağdaş eğitimi değil, yandaş eğitimi verilmektedir.  


Böylesi bir cemaattin eğitiminden geçerek ülke yönetimini ele almak isteyen bir darbe girişimine çok yakın zamanda ülkece tanık olduk. Fakat iktidar bundan hiç ders almadı, o darbeci kurumun varlıklarına el konup, bu kez başka tarikat ve cemaatler bırakıldı. Böylece bu darbe girişimi, başkaları için bir fırsat oldu!  


Devlet, ihtiyacı olan gençler için yeterli barınak ve burs sağlamadı. Fakat, nice yolsuzluk ve sapkınlıkların yaşandığı bazı cemaatlere verilen koruma, mal, hizmet desteği de artarak devam etti. Ve böylece devlet, yoksul gençleri, militan yetiştiricilerin birer müşterisi yapmış oldu.  


Yurt İdare ve İşletme Dairesi Başkanlığı verilerine göre:


Türkiye genelinde toplam 624 bin 237 barınma başvurusu yapan 440 bin 303’ı kabul almış,183 bin 934 öğrenci açıkta kalmış... 

Tüm Yurt ve Barınma Hizmetleri İşverenleri Sendikası (TÜYİS) Başkanı Umut Gezici'nin, Sözcü Gazetesine anlattığına göre: 

Yoksul gençlerin bir kısmı 50.000 yatak sayısını aşan “Cemaat ve vakıf yurtlarına gidiyorlar. Gençlere, burada sorumlu bir 'abla' veya 'abi' bulunacak, buradaki toplu ibadet, dini sohbet, namaz ve çeşitli programlara zorunlu katılacaklar. Onların yatış kalkış saatleri, giyim tarzları gibi her şeylerine karışılacak. Böylesi bir eğitim sonunda 'Çok azı kendisini bu yapılardan kurtarabiliyor. Çoğu, tarikat müridi oluyor.'

Bir kısım öğrenci de kaçak, ruhsatsız kontrolü olmayan ‘Kız oteli', ‘erkek öğrenci evi' diye tanıtılır. Buralar, uyuşturucu benzeri pek çok tehlike ile doludur. Ve bu tür yerlerde barınanlar da 150.000 kişiyi aşmıştır. 

2006 yılında cemaat, tarikat yurt sayısı 1.723 iken, 2021 yılında %93 artışla 3.331 oldu. 


***


İşte bu iklimde yetişen gençlerimiz:

"Cebimde 4 lira var okulda yemek yiyemiyorum!"

"Yurt yok barınamıyoruz!"


"Geçinemiyoruz!"


"Diplomam var ama işsizim, açım, geçinemiyorum!" 


Ve hiç sonlanmadan dizilip gider gençlerin çığlıkları... 


Köyde-kentte her yerde yoksulluk, anne-babaların belini bükmüşken, onlar bir de diplomalı-diplomasız, işsiz-güvencesiz çocukları için boyun büküp, çaresiz kalırlar.


Böyle bir sessizlikte buluşur milyonlarca aile ile gencin çığlıkları…


Bu çığlıklar milyonların yalnızlığı içinde, bazen gözyaşı olur akar içlerine, bazen de yangına dönüşmeyen bir alevin öfkesi gibi tek tek yakar o canları.


Bu çığlıklara çare bulmakla görevli olanlar ise aklanmak ister ve 'Nankör' ilan ederler o milyonları...


Oysa, yalnız kalan bu milyon çığlıkları:


Birey hak ve özgürlükleri baskılanmış olanların, 


Ana-baba eline, desteğine muhtaç bırakılanların,


Umudunu yitirerek, yükleriyle içe kapananların,


Diyarında bulamadığını, 'el' diyarlarda arayanların,


Belirsizliğe ve bilinmeze doğru yol alanların,


Yenik-çaresiz-takatsiz kalıp da intihar edenlerin,  


Herkesin gelecek umudu ve herkesin en değerlisi olan; evlatların, kardeşlerin sesiydi. 


Evet bunlar bizim gençlerimiz ve onların çığlıkları! 


Bunlar; yüzleşmek zorunda olduğumuz gerçeklerimiz!


Peki, bu herkese yeterli olan coğrafyada, nedir bu yoksulluk, nedendir bu acı ve çığlıklar? 


Bu acıtıcı gerçekler; "sokaklara çıkıp hakkımız olan, demokrasi, eşitlik ve  barışı istemeyelim, bunları yaparsak sonra uf olur, susalım, sinelim sandığı bekleyelim" demekle son bulmaz ki! 


Eyy... "Zaman her şeyin ilacıdır" düşüyle, avunup bekleyenler! 


Zaman, her şeyin ilacı da çaresi de değildir, o, iyileştirmez!


Amaçsız, isteksiz, çabasız olanı, zaman, sadece alıştırıp uyuşturur! 


Ve işte size tarihsel kurallar dizgesinin en ilk maddesi: 


'Zaman, yaşama direnmeyenleri öğütüp yok eder!' 


Bu tarihsel vargıya bir itirazı olan varsa, çıksın konuşsun!


İnsan haklarımızı korumak ve onları elde etmek için istek ve cabalarımız en kutsal mücadeleyi başlatır. 


Acı, çığlık ve yoklukları iyileştirip tüketecek kutsal mücadele; bekleyerek, susup ağıt yakarak kazanılmaz ki!


'Öbür yanağını da çevirenin' çaresizliği içinde yol alınmaz ki! 


Acı, çığlık, yoklukları; birliktelik, isteklilik ve çabalarımız yok eder. 


Olan biteni görmek, gençlerimizi duymak, anlamak, onların seslerine ses katmak, ellerine el vermek, çoğalmak, hep birlikte çareler arayıp bulmak gerekir. 

Emin Toprak- DOSTÇA

Diğer yazılarım için tıklayınız


14 Ocak 2022 Cuma

'ENES KARA'

Bundan bir önceki yazıma çokça olumlu geribildirim almış ve bu desteği aldığım için sevinmiştim. 

Bu yazı; yurdumuzda azınlıkta kalmış halklar ile onların anadil ve kültürleri gelişmesin, zamanla yok olsun diye devletin: "Dünya Çocuk Hakları Sözleşmesi"ne koyduğu çekinceleri konu almıştı.  

Bu yazıdan sadece dört gün sonra Fırat Üniversitesi Tıp Fakültesi 2. sınıf öğrencisi 20 yaşındaki Enes Kara 7. kattan atlayarak yaşamına son verdi.

Bu trajik olayla da devletin; herkese eşit, tarafsız bir yönetim ve denetim yapmadığı için yoksul halk çocuk ve gençlerine kurulan tuzaklar ve insan haklarına konan çekinceler ortaya saçılıyordu.

Ortak toplumsal bir acıya dönüşen Enes Kara'nın trajik ölümü, aslında bir ilk değildi, çokça ve sıkça yaşanan benzerleri unutuldu. Ya da bu olaylar "kol kırılır yen içinde kalır" anlayışı ile hiç dillendirilmedi. Bu tür olaylar, bugünkü yönetim anlayışı sürdükçe de devam edecektir. 

Asırlar öncesine dayanan ve Ortaçağda binlerce türevi bulunan bu tarikat-cemaat anlayışlarını, bazı dürüst dindarlar "dinsel sapkınlık" sayarlar.

Çünkü bunlar, bireydeki: özgürlük, özgünlük yani 'Ben'i yok eder, kendi sapkınlıklarını zerk ederler. İnsanı, bilimi önceleyip onlar gibi olmayan ve düşünmeyen: Hallâc-ı Mansûr, Şeyh Bedreddin gibi nice bilgeleri zalimce yok ederler.

Çünkü böylesi sosyolojik-ekonomik-psikolojik örgütlenmelerin arkasında, egemenlerin çıkarları, için örtük kalan nice karanlık emel ve nice cehalet gerçekleri var.  

Şimdi Ortaçağ'dan biraz uzaklaşıp günümüz bakalım:

Anayasamızda, devletin eşitlikçi ve demokratik laik olduğu yazılı olsa da böyle olmadığının göstergesi, bu anayasada diyanet işleri başkanlığına yer vermesidir. Bu, çokça değişik inancın bulunduğu bir ülkede, devlette egemen olan gücün, kendi anlayışıyla, halkı şekillendirmesi, inançlarına yön vermesidir. Kısaca, iktidarda hangi güç egemense, dini o anlayış düzenler demektir. 

Böylece ülkenin 'resmi' bir dini olmuş olur! 

Böylece bu resmi kurum aracılığıyla, pek çok inanç ve yaşam biçimi sadece bir dine, bir mezhebe zorlanır. 

Böylece, resmileşen tekçi anlayış ile onun çevresinde konumlanmış bazı tarikat , cemaat ve vakıflar, ülkenin eğitim, sağlık, güvenlik, ulaşım gibi önemli hizmetlerini yönetir olur! 

Tarikat , cemaat ve vakıflar Ortaçağ'dan beri kendilerini halktan yana bir iyilikçi yardım kuruluşu olarak tanıtırlar. 

O zaman açalım bakalım insanlık sözlüğünü ve sorularımızı soralım: 

İyilik nedir? 

Yardım nedir? 

İyilik ve yardım eden, hiç karşılık olarak kulluk, kölelik bekler mi?

Peki, insanlarımızın iyilik ve yardıma ihtiyacı varsa, bu hizmeti niçin devlet ve belediyeler yapmıyor?

...

Bunlar, kendi inançlarını "en.. en... en..."  Sayıp başka kişi ve gruplara yayan, böylece hem maddi hem de sayısal olarak güçlenen parazit misyoner kuruluşlardır. 

Bunlar, sorup sorgulamayan kindar taraftarlarına, kendileri gibi düşünmeyen anne-baba-kardeşlerini bile kafir-düşman ilan ettirirler. 

Bunlar kendi çıkarları için öldürmek dahil her tür kötülüğü yapan, yalan söyleyen, yemin eden ve tüm bu kötülükleri mubah sayanlardır.

***

Yazımıza konu Enes Kara olayı, eğitim alanında geçtiğine göre biraz da MEB'de olup bitenlere bakalım: 

  • MEB'de ders müfredatları diyanet, bazı tarikat, cemaat ve vakıfların denetim ve yönetiminde imam hatipler anlayışla hazırlandı.  
  • Zorunlu din dersiyle yetinmeyip, başka başka dinsel konu derse dönüştürüldü. 
  • Biyoloji biliminin temelin olan evrim teorisi bile konular dışına çıkarıldı.
  • Milli Eğitim Şûrası’nda 4-6 yaş grubu çocukların eğitimine din eğitimi eklenmesini kabul edildi.
  • Diyanet İşleri Başkanlığı’nın 4-6 yaş Kuran kursu eğitiminin zorunlu eğitim kapsamında değerlendirilmesi isteği var.
  • Okullarda ezici çoğunlukla din dersi öğretmeleri yönetici oldu.
  • Devlet görevi olan, eğitim kurumu açmak, ihtiyacı olan öğrencilere barınak ve yurtlar sağlamak işini yapamaz oldu. 
  • Çeşitli devlet kurumları, özellikle de belediyelerin olanaklarıyla yeni yeni vakıflar kuruldu ve var olan bazı vakıflarla birlikte MEB'in ya da devletin görevini üstlendiler. 
  • Belli bir anlayış, öğreti, gelecek ve çıkar planı olan bu vakıflar, MEB ile yapılan özel protokoller sonunda hedefleri olan; öğrencilere, öğretmenlere, velilere ve tüm hizmet alanlarına ulaşmış oldu.    

Vakıfların barınaklarında barınan, yoksul halk çocuklarından birçoğu, aldıkları köle-kul-çaresizlik eğitimi gereği bu kurumlar ve anlayışlarına minnettar kalır, onların anlayış ve öğretilerini savunur. Fakat bu Ortaçağ eğitimine karşı çıkanların bir kısmı Enes gibi canına kıyar, bir çoğu da taciz tecavüz sonucu derin sosyal ve psikolojik yaralarla, güvencesiz, mutsuz, çaresizce yaşamaya çalışır. 

Enes Kara da böylesi bir cemaat evinde kalan bir gençtir. Buraya,"25 yıldır aynı cemaat içerisinde..." olduğunu söyleyen babasının isteği ve zorlamasıyla gelmiştir. Buraya uyum sağlayamamış ve çok mutsuz olmuştur. 

Bu akıllı genç, mutsuz yaşamını kendi sesiyle yaklaşık 13 dakikada özetlemiş. 

Meğer bu kısa söyleşine sığdırdığı ne de çok derdi varmış!: 

Bulunduğu kurumun şartları ile işleyişi...

Günlük yaşamda olup bitenler...

İnanmadığı halde yaptığı ibadetler...

Okul başarısızlığı ve sonraki olası gelişmeleri...

Ülke gençlerinin  bugünü ve geleceği...

Enes, vedalaşırken 'vasiyetini' de yapar: 

Harçlığı ikiye bölünecek!    

Böylece aile içindeki üzücü bir yaşanmışlığa çözüm bulur ve okuyanı, dinleyeni sarsar, onların içerilerine kızgın gözyaşları akıtır.

İşte, duyguları yükseltip ağlatan o çözümü: 

  1. Annesinin istediği fakat babasının almadığı fırını alması için annesine yeterli miktar verilecek! 
  2. Kalan miktar ise Enes'in iki kardeşi arasında paylaşılacak!   

***

Böylesi yaraların açılmasına, böylesi acıların yaşanmasına neden olan, bu acılarla beslenip güçlenen pek çok inançsal ve siyasi oluşum var!

Bunlar, özgürlüğe, bilime, sevince düşman olanlardır! 

Bunlar, kul-köle-biat-çaresizlik anlayışıyla çoğalanlardır! 

Bunları yasaklamak, göstermelik soruşturmalarla bitirmek mümkün değildir! 

Çünkü bunlar bu tür yaptırımlardan 'mağduriyet' çıkarıp, güç devşirirler. 

Peki, o halde ne yapmalı, nasıl yapmalı?

Böylesi acılar susarak tepkisiz kalarak son bulmaz. 

Acılar bir daha olmasın diye olanlarla yüzleşmek, olanları unutmadan, acı yaşamış olanlara empatiyle sahip çıkarak çoğalmak gerek. 

Bu parazitlerin insani olmayan kirli-gizli amaçlarını, belgelerle herkese göstermeli, her ortamda teşhir edilmeli. 

Ancak o zaman onlara güç veren kandırılmış halk, onları tanır ve verdiği desteği çeker, özgürlüğüne sahip çıkar. 

Emin Toprak- DOSTÇA

Diğer yazılarım için tıklayınız


7 Ocak 2022 Cuma

‘Çocuk Hakları Sözleşmesi’ne Çekince!


Anadolu, dünyanın en eski yaşam beşiklerinden birisidir. Binlerce yıldır bu coğrafya; hem çok tanrılı hem de İslamiyet, Hristiyanlık, Yahudilik gibi dinler ve Türk, Kürt, Rum, Ermeni, Süryani, Azeri, Laz, Çerkez, Gürcü, Terekeme gibi yüzlerce halk için barınak olmuştur. Bu ortak vatanda, her halkın kendine özgü dili ile tüm yaşamını içine alan bir kültürü olmuştur. 

İnsan psikolojisi gereği olarak, herkes önce kendisini ve kendisine yakın olanı sever. Fakat, bence bu doğal "ben" duygusu, bireysel bir tercih sayılmalı ve toplumsal yaşama hiç yansımamalı. Çünkü toplumlar; eğer eşitlikçi anlayış ve karşılıklı saygı içinde olurlarsa, ancak o zaman pek çok farklılığı huzur içinde bir arada yaşatabilirler. 

Bir ülkede bir grup: "Bu coğrafya bizim, biz ne istersek olur!" anlayışıyla, 'diğer' gruplara ait; dili, dini, inancı, müziği, kültürü görmezden gelerek yok sayarsa... Onların yaşadıkları, köy, mahalle, semt, kent, bölge, dağ, ova adlarını değiştirir, çocuklarına vermek istedikleri isimleri sınırlayıp yasaklarsa bu anlayışa ne denir?


Sanırım buna tücül anlayış demek yeterlidir. 


Katılımcılığı, çoğulculuğu, çeşitliliği, istekliliği yok eden, sindiren, susturan, sadece kendi doğrularını dayatan tepeden inmeci tekçi kötücül bir anlayış... 


Kötücül anlayışın olduğu ülkelerde egemen güç; en çok kendi dilini, inancını, yaşam tarzını, müziğini, kültürünü sever ve bu değerlerini asimile etmeğe çalıştığı diğer farklılıklara dayatır. 


İşte bu dayatmalar, doğal olarak diğer grupların tepkileriyle karşılaşır ve dirence dönüşür. Bu direnç sonucunda da çatışmalar, baskılar ve acılar başlar. 


İşte bu acılardır; öfke-kine dönüşüp bireysel ve toplumsal belleklere kazınan, bunlardır unutulmadan geleceğe kötü miras olarak taşınan.    


***

"Hatırlamak, bir buluşma biçimidir" der Halil Cibran.

Herkesin derinlerinde örtük bellekleri vardır, buralarda depreşir tüm içtepi, fısıltı, coşku ve acıları... 


Herkesi en çok bu yaraları yaralar, bu coşkuları oyalar. 


İşte, tüm bu içeride baskılanıp saklananların dile gelmesidir yüzleşmek. 


Her insan dile getirirken; dinleyenle, halden anlayanı ile buluşur, onlarla çoğalır, iç çatışmaları sönümlenir, huzur ve barışa kapısı aralanır. 


İki dünya savaşı, uzunca yıllar da soğuk savaş yaşamış olan insanlık; öfke-kin-düşmanlık gibi belleklere kazınacak yaralar oluşmasın diye hep çareler aramıştır. "Çocuk Hakları Sözleşmesi" de bu çarelerden biri olarak karşımıza çıkar.


"Çocuk Hakları Sözleşmesi", Birleşmiş Milletler Genel Kurulunun 20 Kasım 1989 günkü oturumunda kabul edilmiş ve 2 Eylül 1990'da da yürürlüğe girmiştir. 


Sözleşmenin amacı: geleceği kuracak olan çocuklar arasında her tür ayırımcılığı engellemek ve onlara eşitlikçi bir anlayışla: insan haklarını vermektir.


Bu hak-hukuk sözleşmesi, amacına ulaşmak için tüm taraf devletlere bazı sorumluluklar yükler.


Türkiye, bu sözleşmeyi 14 Ekim 1990'da imzaladı ve 27 Ocak 1995'te Resmî Gazete'de yayımlayıp yürürlüğe koydu. Fakat, imzalarken de bu sözleşmenin üç maddesine 'çekince' koymayı unutmadı!


Çekince konan maddeler ülkemizdeki azınlık çocukları, özellikle de ülke çocuk nüfusu içinde önemli bir yer tutan Kürt çocukları içindi.


İşte, "biz et ve tırnak gibiyiz" dedikleri için çekince konan o maddeler:


  • Madde 17: Kitle iletişim araçlarının azınlık grubuna veya bir yerli ahaliye mensup çocukların dil gereksinimlerine özel önem göstermeleri konusunda teşvik edilmesi.  

  • Madde 29: Çocuğun anne-babasına, kültürel kimliğine, dil ve değerlerine, çocuğun yaşadığı veya geldiği menşe ülkenin ulusal değerlerine ve kendisininkinden farklı uygarlıklara saygısının geliştirilmesi.

  • Madde 30: Dini ya da dilsel bir azınlığa ya da yerli halka mensup bir çocuğun, kendi kültüründen yararlanma, kendi dininin gereklerini yerine getirme ya da kendi dilini kullanma hakkından yoksun bırakılmaması. 

Bu çekinceler, ülkemizde bulunan birçok etnik kültürün çocukları için; dil, eğitim, kültür hakları kısıtlamasıdır. Fakat sözleşme, her çocuğun kendi anadilinde eğitim alma hakkı olduğunu ilan ediyordu. Demek ki, çekinceler, sözleşmenin amacı ve demokratik özü ile de bağdaşmıyor.


Çünkü, bir örgün eğitim kurumunda okutulup öğretilmeyen anadiller ve kültürler zamanla unutulup kaybolur.


Çünkü, bir kültürün yok olması, o toplumun da gelecek zamanda yok olması demektir.


Çünkü, bu engellemeyle, anadili dışında bir dil bilmeyen ebeveynler ile çocukları-torunları arasındaki iletişim bağı koparılıyor. Ayrıca böyle bir eğitime karşı olanların çocuklarını da eğitim dışı bırakıyor. 


Çünkü, bir dili, onun kültürünü yok eden asimilasyondur bu! Ve suçtur.


Eğer bir çocuğun ait olduğu topluluğun dili ve kültürünü öğrenmesi temel bir insan hakkıysa (ki, öyledir), o halde bu hizmet, her çağdaş devletin öncelikli bir görevidir.


Her çağdaş devlet, tüm çocuklara ayrımsız olarak kendi anadillerinde, bilimsel ve parasız bir örgün eğitim sağlamalıdır.


Demokrasiler; katılımcılık, çoğulculuk, çeşitlilik içinde ve istekli olarak verilen emeklerle gelişirler. 


Eşit, özgür, mutlu ve barış içinde bir yaşam sürmek isteyen her ülke, öncelikle içindeki farklılıkları saygın birer zenginlik saymalı, onlara eşit hizmetler sunmalıdır.

 

Şimdilerde, 4-5 yaşlarındaki çocukların, 2-3 dili kolayca öğrendiği ve bu çocukların hem okulda hem de iş yaşamında daha başarılı olduğu gerçeği tartışmasız kabul ediliyorken...


Ve şimdilerde uygar dünya çok dilli eğitim sistemlerine yönelmişken...


Niçin bizim ülkemizde de çift dilli veya çok dilli eğitimi başlatacak bir süreç başlatılmaz!


***

Şimdi de bazı kolay sorularla yazımızı sonlandıralım:


"Çocuk Hakları Sözleşmesi" bir hak-hukuk sözleşmesi midir?


Peki, bu sözleşmenin imzacısı olan ülkemizde: Kürt, Laz, Çerkez, Gürcü gibi farklı kimlikli çocuklar niçin kendi anadillerinden eğitim alamıyor?


Peki, Türkiye niçin bu hak ve hukuk sözleşmesine koyduğu ayrımcı-ırkçı çekincelerini kaldırmıyor?


Ve çok çok kolay üç soru daha:


Bu sözleşmedeki insan haklarını isteyenler mi bölücü?


Yoksa bu sözleşmeye bu çekinceleri koyanlar mı bölücü?


Şimdi söyleyin bakalım, kimdir ayrılıkçı ve bölücü?!


Emin Toprak- DOSTÇA

Diğer yazılarım için tıklayınız