Yargı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Yargı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

18 Şubat 2022 Cuma

Ankara Barosunda İnsan Hakları


İnsanların, 'insanca' yaşamak için; hak, hukuk adalet arayış mücadelesi çok eskilere dayanır.

Tarih; M.Ö. 400'lü yıllarda Sokrates, 1633 yılında Galileo, 900'lı yıllarda Hallac-ı Mansur, 1410'lu yıllarda Nesimi, 1894'te Dreyfus ve benzerinin dava ve savunmalarını günümüze taşır. Bu nedenle de davaların sonuç ve yankıları herkesçe az-çok bilinir. Zaten bu davaları hiç de aratmayan dava ve savunmalar günümüzde de devam etmektedir.

Toplumsal yaşam bir organizmaya benzer, eğer bu organizmanın tüm organları işbirliği içinde çalışırsa, o zaman güvenlikli, sağlıklı ve huzurlu bir yaşam olur.

İşte bu anlayışla yaşama şekil verecek devletler kurulmuştur. Ne yazık ki devletler hep güçlüden yana olmuş çoğunlukları ezip sömürmüştür.

 

Kabul edilen iki görüşe göre:


Tarihte ilk kez M.Ö. 1760 yılında Mezopotamya'da, Hammurabi Yasaları ile devleti yöneten kral veya egemenlere yazılı olarak yetki verilmiştir.


15 Haziran 1215'de ilk anayasa sayılan Magna Carta ile Birleşik Krallığın (İngiltere) yetkileri kısıtlanmıştır.


***


Demokrasinin olduğu toplumlarda her kurumun, insan haklarını esas alan, herkesi eşitlikçi anlayışla kucaklayan ilkeleri ve etik kuralları vardır. Bu toplumlarda, her kurum ilke ve kurallarıyla, diğer kurumlarla işbirliği yaptığı için daha sağlıklı ve huzurlu bir yaşam iklimi oluşur. 

Kuşkusuz topluma hizmet sunan her kurum saygın ve önemlidir. Fakat eğer ülkenin yargı, eğitim, sağlık ve akademi sistemlerinde, onların ilke ve etik kurallarına uygun bir hizmet sunulmuyorsa, o zaman toplumsal bir kaos başlar. Hele bir de kurumların ilke ve kurallarını gözetmeyen, tek elden yönetme istekleri varsa, o ülkelerde hem çalışmak hem yaşamak çok zorlaşır.

Örneğin:

Yargıda; savcı-avukat-hâkim eğer hukuka uygun soruşturmaz, savunmaz ve karar vermezse, 

Eğitimde; öğretmen, eğer her birey saygındır diye eğitip, öğretmezse, 

Sağlıkta; doktor, eğer Hipokrat yeminine bağlı olarak çalışmazsa,

Akademide; akademisyenler, öğrencisiyle birlikte bilimi rehber almaz, araştırmaz, buluş yapmaz, konuşup öneride bulunmazsa.

İşte o zaman diğer kurumlar görevlerini tam yapsa bile, artık toplumsal çark düzenli dönmez, ülkede kaos başlar. 

Oysa demokratik ülkelerde, zorlukları azaltmak ve kolaylaştırmakla görevli yönetimler; sadece kurumların ihtiyaçlarını, aksayan yönlerini belirleyip gerekli bakım-onarımları yapar, öneri ve istekler için karar alır, yasalar hazırlar ve uygulamalarıyla herkese ayrımsız eşit hizmet sunarlar.

Ne yazık ki şimdilerde; kurumlarımız tek elden yönetildikleri için kurumlar etik kurallarına uygun çalışamıyor sadece emirle istenenleri yapıyorlar. Bu durum da ülkede ekonomik ve sosyal pek çok soruna neden oluyor. 

Yukarıda, yargı-eğitim-sağlık-akademi sıralaması yapmıştım ya, şimdi de ilk sırada olan yargıya biraz değinmek istiyorum. Çünkü devletin en öncelikli görevi, ülkede güvenliği sağlamak, özgürlükleri korumaktır. Ve devlet bu görevi ancak yargı denetiminde yaparsa başarıya ulaşır.

Yargı sistemi; Savcı-Avukat-Hâkim üçlüsünün oluşturduğu bir kamusal hizmettir:

Savcı, duyumunu aldığı suç hakkında soruşturma başlatıp, ilgilileri dinler sonra da eğer suçun oluştuğu görüşüne varırsa o zaman edindiği bilgi ve kanıtlarla bir 'iddianame' hazırlayıp mahkemeye sunar.


Avukat, hem suçlanan hem de suçlayan gerçek ya da tüzel kişilerin haklarını savunur ve onlara yol gösterir (Savcı ve Hâkim devlet adına görev yaptıklarından, bireyi devletin gücü karşında koruyan biricik güç savunma gücüdür). 

Hâkim ise savcıyı, avukatı, şikayetçiyi, sanığı, tanıkları dinleyerek ve kanıtları değerlendirerek bir karar verir. 


Çok kapsamlı ve uzmanlık gerektiren yargı konusu için bu açıklamayla yetinip daha güncel konulara gelelim istiyorum.


***


AYM Başkanı Arslan: "Bugün Anayasa Mahkemesinin önünde 66 bine yakın bireysel başvuru bulunmaktadır... Ocak 2022'de bize gelen başvuru sayısı 12 bine yakın..." diyor.


2021 sonunda Türkiye'den AHİM'e 15 bin 251 başvuru olmuş!


Peki, AYM ve AHİM'e kimler ve niçin başvururlar?


Bu soruya en uygun cevap: "Onlar, insani hakları ihlal edilenlerdir!"


Demek ki, ülkemizde pek çok insanın hakları ihlal ediliyor!


Er-geç tüm suçlananlar; ‘geç gelen adalet’ ile aklanacak, fakat onların acı ve yaraları hep kalacak!


Karnesine: ‘İnsan Haklarını İhlal’ yazılan ülkemiz hem de maddi-manevi tazminatlar ödeyecek! 


Fakat, 'hak ihlaline fail' olanların yaptıkları, yanların kâr kalacak! 


Şimdi de yazıya başlık olan konuya gelelim. Çünkü yargının üçüncü ayağı olan 'savunma' alanında, etik olmayan bazı olay ve uygulamalar var!


Ankara Barosu, 20 bin üyesi, bünyesinde de 'İnsan Hakları Merkezi' olan büyük bir barodur. Geçen hafta baro yönetimi ve 'İnsan Hakları Merkezi' arasında yaşananlar, divanı oluşturan 9 kişiden 5'nin istifasına neden oldu. İstifa edenlerin iddiaları kısaca şöyle:

  • 'İnsan Hakları Merkezi'nce yapılan bir çalışma ile, Ankara TEM Şube Müdürlüğü'ndeki işkence iddiaları hakkında rapor hazırlanıp Ankara Barosu yönetimine sunuluyor. Ancak, baro yönetiminin bu rapordaki 'mağdur beyanlarının' sansür ettiği...
  • 'İnsan Hakları Merkezi'nin, avukat ve hasta bir mahkûm olan Aysel Tuğluk için hazırladığı açıklama 'isme özel' olduğu gerekçesi kabul edilmezken ve aynı konuda 20 baro tarafından hazırlanan açıklama imzalanmazken, iki gün sonra 'Sedef Kabaş' ismiyle bir açıklama yapılması...
  • Bazı AHİM kararlarının sansürlenmesi ve Nazlı Ilıcak gibi bazı kişiler hakkında verilen kararlara aylık bültenlerinde yer vermemek...

Bunları ve çokça benzer açıklama ve ses kayıtlarını sosyal medyada da bulabilirsiniz.


İşte bir de istifa örneği:


"Geldiğimiz aşama itibariyle, Ankara Barosu yönetimiyle bir insan hakları mücadelesi vermenin mümkün olmadığına olan inancımla, insan hakları merkezi başkan yardımcılığı görevimden istifa etmiş bulunmaktayım." 


İnsan hakları, renk, ırk, dil, din farkı olmaksızın herkes içindir. Bu hakları korumakla görevli olanların en başında barolar ve avukatlar gelir.


Eğer bu haklar, herkes için değil bazıları için uygulanırsa, işte o zaman şimdilerde olduğu gibi AYM ve AHİM önünde kuyruklar oluşur. 


Görevi, ayırım yapmaksızın tüm mağdurları savunmak olan baro ve avukatlar, eğer bazı insanların haklarını yok sayar ve bazılarını da kayırırsa: Vah! Vah! demek yetmemeli, ses vermeli.


Emin Toprak- DOSTÇA

Diğer yazılarım için tıklayınız


21 Mayıs 2021 Cuma

“Uyumayacaksın!”


Şiir okumayı, dinlemeyi ve sonra imgeleri üzerinde düşünmeyi çok severim. İşte, Melih Cevdet Anday'ın beni çok etkileyen bir şiiri: 

Telgrafhane

Uyumayacaksın

Memleketinin hali

Seni seslerle uyandıracak

Oturup yazacaksın

Çünkü sen artık o sen değilsin

Sen şimdi ıssız bir telgrafhane gibisin

Durmadan sesler alacak

Sesler vereceksin... -diye devam eder.


Anday, bu şiiri 1952 yılında yazmış. O yıllarda insanlar arası iletişimi, iletken tellerdeki elektriğin elektromanyetik sinyalleri "tik-tak ve alo, alo" sesleriyle sağlardı. Bizleri, dünyanın her noktasıyla zaman-sınır-sırasız, sesli-görüntülü-belgeli olarak buluşturan, bazen de uykusuz bırakan dijital internet çok yeni. 

***   

3 Kasım 1996 günü akşam üstü saatleri, Balıkesir-Bursa arasındaki Susurluk ilçesinde, kimilerinin "Susurluk Kazası" kimileri de "Susurluk Skandalı" dediği bir trafik kazası oldu. 

DYP Şanlıurfa Milletvekili Sedat Bucak'a ait siyah mercedesin yolcuları, toplandıkları tatil beldesinden çıkmış, İstanbul'a dönüyorlardı. Çok hızla yol alırken birdenbire yakıt istasyonundan yakıt alıp ana yola çıkmakta olan bir kamyonla çarpışırlar. Sedat Bucak yaralı olarak kurtulmuş, diğer üç kişi ise ölmüştü.  

Araçtaki oturma düzeni şöyleydi: 

Direksiyonda: İstanbul Polis Okulunun Müdürü Hüseyin Kocadağ...

Hemen yanında: siyaset ve feodalite temsilcisi Sedat Bucak...

Önceliklilerin oturduğu arka koltukta ise 'Mehmet Özbay' kimliği olan bir kişi ile sevgilisi vardı. Bu kişiye ait 'silah taşıma belgesi', dönemin en etkili isimlerinden biri olan İçişleri Bakanı Mehmet Ağar'ın imzasını taşıyordu. 

Aracın bagajı bir cephanelikti: Özel Harekât Daire Başkanlığı envanterine kayıtlı iken "kaybolduğu" söylenen suikast silahları ve mühimmat vardı. Ayrıca, bagajda olduğu halde "kaybolan" belgeler dolusu bir çanta...   

Sonra, Mehmet Özbay kimlikli kişinin; karanlık ve çok kirli eylemleriyle ün almış bu nedenle de kırmızı bültenle aranan Abdullah Çatlı olduğu ortaya çıkmıştı.  

Abdullah Çatlı, 1978'de Ankara Bahçelievler'de 7 TİP'li öğrenci ve Doç. Dr. Bedrettin Cömert'in katledilmesi olaylarının firari sanığı iken yurt dışına kaçmış, orada da uyuşturucu ticareti nedeniyle birçok kez tutuklanmıştı. 1990'da İsviçre'deki bir cezaevinden firar etmiş, kırmızı bültenle aranan biriydi. 

Bu kaza sanki kirlilikleri ortaya çıkarmak için kurgulanmış bir senaryo idi.

Çünkü, devlet zırhı içinde güçlenip pek çok faili meçhul katliam yapan bir odak vardı. Bu odak vatandaşın-kamunun kaynaklarına el koyup korku salardı. Görünmez olduğu için derin devlet adını alan bu odak her zaman kirli, karanlık ve gizli kalmıştı. 

İşte bu trafik kazası sonunda 'Pandora'nın Kutusu' açılmıştı. Böylece; gizli-saklı-kirli siyaset-polis-mafya ilişkileri apaçık ortaya çıkmıştı.

Kamuoyu bu olayla sarsılıp büyük bir tepki göstererek kaza ile ortaya çıkan devlet-siyaset-mafya ilişkilerinin ortaya çıkarılması için "Sürekli Aydınlık İçin Bir Dakika Karanlık" ismi ile bir sivil toplum eylemi başlattı. 

Ülke çapında büyük bir destek alan bu ışık kapatma eylemi tencere, tava, ıslık ve protesto sesleri eşliğinde büyük bir katımla günlerce sürmüştü. 

Bu eylem sonunda:

Başbakanı Erbakan: "Gulu, Gulu Dansı" dedi.Mecliste komisyonlar kuruldu. Üç tane 'Susurluk Raporu' hazırlandı.  

Ayhan Çarkın, faili meçhul cinayetlerin özel harekât polisleri tarafından Mehmet Ağar ve İbrahim Şahin'in talimatıyla "devletin bilgisi dâhilinde" işlendiğini açıkladı. Savcılık, Mehmet Ağar, İbrahim Şahin, Korkut Eken, Yeşil Kod adlı Mahmut Yıldırım ve özel harekât polislerinin arasında olduğu 19 kişi hakkında 18 faili meçhul cinayetten dava açıldı. 

İçişleri Bakanı Mehmet Ağar istifa etti ve hakkında ‘cürüm işlemek için silahlı teşekkül oluşturmak’ suçundan 5 yıl hapis cezası verildi.

Ama, Susurluk, Yeşil, Jitem katliam dosyaları kirlerinden aklanmadan sırları ile birlikte karanlık raflarda yerini aldı. 

Erbakan'ın haksız "Gulu, Gulu Dansı" benzetmesi haklı çıktı!    

***

Aradan 26 yıl geçti. Gökyüzünü yine kapkara bulutlar sarmış. Bulutlar arası hedefsiz şimşekler çarpışırken, yeryüzünü yıldırımlar hedef almış durumda. 

Organize Suç Lideri Çakıcı 'af' ile hapisten çıkınca, o bilindik 'yaşlı kurtlar': Çakıcı-Ağar-Alan-Eken toplandı ve paylaşım paydaşlarını  'fotoğraf' ile duyurdular. Bu karede yer bulamayan Organize Suç Lideri Turancı Sedat Peker 'dönüş sözü' alarak yurtdışına çıkmıştı.

'Söz' tutulmayınca 'racona' uyan Peker, 'Bir tripot, bir kamera” eşliğinde; gülerek, suçlayarak, tehdit ederek, faillerin bütün kirliliklerini tanık, belge, yer, zaman sıralamasıyla ortaya döküp, meydan okudu. Hem de eğer söyledikleri gerçek çıkmazsa, parmak ve bilek kesme sözü bile verdi.  

Hedefinde: Soylu, Ağar, Ağar'ın 'Bodrum Hatırası' fotoğrafı, Pelikancılar, medya patronları ve yalaka gazeteciler var. 

*

Orta yerde ülkenin gerçekleri:

Ülkemiz dünyada yapayalnız kalmış.

Maliye, Ticaret, İçişleri Bakanları hakkında çokça söylenti var.

Esnaf kepenk kapatmış, ticaret durmuş, iflas-intiharlar artmış. 

Kolimbiya Savunma Bakanı, İzmir Limanına gidecek olan 4.900 kg. kokain yakalandığını söylemiş. Bizimkiler, 'Kime?!' diye soramaz olmuş.

Adalet, Hukuk, Yasama, Yargıya işlev kazandıran kuvvetler ayrılığı tek elde toplanınca: Meclis, yargıç-savcılar işlevsiz, akademi ve medya konuşamaz olmuş. 

Yoksulluk-Yolsuzluk-Yasakları yok etme sözleri unutulmuştur. '3Y'; ihale yasaları ve kapitülasyon benzeri taahhütler imzalanarak 'resmileşmiş' daha kalıcı olarak sisteme eklenmiştir.

*

Mahsuni Şerif, yıllar önce olup bitenleri sıralayıp faillere: Yuh! Yuh! -çekerken, halkına da: Uykuda mısın? Uyan! Uyan! -demişti. 

Evet, "öğrenilmiş çaresizlik" gereği bizler; 26 yıl önce sivil toplumun büyük bir katılımla yaptığı: "Sürekli Aydınlık İçin Bir Dakika Karanlık" benzeri bir eylemi bile yapmıyoruz. 

Sadece bakınıp-yakınıp-umutla bekliyoruz! 

İşte, memleketin hali! Şimdi gel de uyu. 


Emin Toprak- DOSTÇA

Diğer yazılarım için tıklayınız

27 Ocak 2017 Cuma

Niçin “HAYIR” Demeliyiz?

“Halk birleşmeye görsün, hiçbir güç yenemez...”
 (Şili direniş hareketinin simgesi olan şarkıdan…)

Anayasalar toplumun uzlaşı sözleşmeleridir. Bu uzlaşıda toplumu dengede tutan (sacayağı olan) değerler bulunur. Bunlar: 
  • Herkese eşitlik, özgürlük, düşüncelerini ifade etme gibi insan haklarını sağlayan Demokrasi...
  • Her kişinin inancına saygı duyulması, devletin tüm inançlara eşit uzaklıkta durmasını sağlayan Laiklik… 
  • Yasama, yürütme, yargıda; Kuvvetler Ayrılığı ve Hukukun üstünlüğü…
Gibi Cumhuriyet’in değer ve ilkeleridir.  

Yıllardan beri tüm partiler seçim bildirgelerinde, faşist darbe anayasasını değiştirme sözleri verip nutuklar söyledi, göstermelik toplantılar yaptılar… Olmadı beceremediler.

Son birkaç haftadır Millet Meclisi’nde gündem anayasa değişiklikleri oldu. Bu kez hangi ortak paydada anlaştıkları anlaşılmayan, iki(!) parti; vekillerin vicdan sesine engel olmak için gizli oylama kuralını hiçe sayıp, gözcüler eşliğinde açık oylamaya geçtiler. Mecliste yaşananları ve konuşulanları millet görmesin/duymasın diye de meclis TV'yi kapalı tuttular… Böylece uzlaşıdan uzak, demokrasiye tuzak bir düzenleme hazırladılar:

Ne yapmak istediler ve neyi başardılar... Acaba, Demokrasi/Laiklik/Kuvvetler Ayrılığı Hukukun Üstünlüğü özelliklerini mi güçlendirdiler

-Hayır!... Var olan; yarım ya da çeyrek parlamenter demokrasiyi bile insanlarımıza çok gördüler, günlerce uğraşıp, bir partinin başkanı ve bağımsız olmayan biri için Tek Adam Sistemini kurdular. 
 
***

Düşündükçe, okudukça, duydukça ve oynanan bu tiyatroyu (belki de piyes demek daha uygun) izledikçe insan sarsılıyor adeta…

Nasıl olur bir başbakan, bakanlar, yüzlerce  parlamenter kendilerine verilen görev ve hakları hak etmediklerini düşünür ve "yetkilerini tek adama devretme yarışı"na girerler?!..

Nasıl olur da görevlerini gereğince yapmak yerine, bu görevleri “tek adama” bırakmak için küfürleri, kavgaları, yaralayıp, yaralanmayı bile göze alırlar?

Nasıl?!...

Olsa olsa, bu kişilere bulundukları makamlar bahşedilmiş, yani hak etmeden aldıkları veya miras kaldığını düşünebilirsiniz. 

Bu durumun (halin) psikolojide tanısı: özgüven eksikliğidir. Bu duygu; “Ben yapamadım, beceremem, yetersizim, gereksizim … O yapsın. / Ben oynamayacağım O oynasın…” anlayışıdır. Her grupta, her takımda bazı kişilerin, zaman zaman bu duyguyu yaşaması, bu anlayış içinde olması yadırganmaz (aksine) bunun geçici olduğu düşünülerek, hoşgörüyle karşılanır ve o kişilere yardım edilir.

Ama bizim yaşadıklarımız farklı bir durum,  bizim grubun veya takımın hepsini sarmış bu duygu… Günümüzde güvenliği, eğitimi, ekonomisi zor durumda olan ülkemizi, sayıca güçlü fakat özgüvensiz olan bir iktidar OHAL ile  yönetiyor.

Parlamentoyu oluşturan vekilleri parti başkanları belirleyip, bizlere oylatarak seçtiriyor. Doğaldır ki o parlamenterlerin parmakları, seçici olan liderlerin işaretiyle, inip kalkıyor. Onlar ne isterse o oluyor, ne derlerse alkış alıyor...

Acaba erdemi hiçe sayıp, gizli olması gereken oyu, açıkta kullanma yarışı, telaşı  ve korkusu; FETÖCÜ  olmadığını kanıtlama, bir daha seçilmeyi garantileme ve tek adama bağlılık işareti mi?

Vekillerimiz eğer son haftalardaki bu canhıraş uğraşlarını; özgürlükçü ve demokratik bir anayasa için harcayıp, var olan çeyrek demokrasiyi geliştirselerdi o zaman yurdumuz da herkesin barış içinde yaşadığı bir yer haline gelebilirdi. 

Hükümet Sözcüsü Numan Kurtulmuş, "Her türlü tedbirlerimizi alıyoruz, referandumda evet oyundan sonra bu terör örgütlerinin hiçbir sesi çıkmayacak hale gelirler.” Demiş. Eğer yaşasaydı liderleri Erbakan gülerek sorardı: 

Peki, 15 yıldır tüm yetkiler sizin elinizde iken ne yaptınız? …!!!

***

Yapılacak halkoylaması ile Demokrasi, Laiklik, Kuvvetler Ayrılığı ve Hukukun üstünlüğü'nün geleceği oylanıyor.  İşte bu nedenle çok çok çok önemli bir oylama…

Sonuç olarak; hepimizin selamlaştığı arkadaş ve komşularından bazıları AKP, bazıları MHP taraftarı olup evet diyecek değil mi? O halde şimdi hedefimizde onlar var.  Evlerine, işyerlerine konuk olsak çaylarını içip, onlara; daha daha fazla güç isteyen ve doymak bilmeyen bu obur iştahlı anlayışı teşhir edip oynanan piyesin yanlışlarını bıkmadan anlatsak...Ve bu hukuksuzluklara dur demek için de;

Rumca; Όχι, Ermenice; No, Lazca;Va, Çerkezce; Ha’u, Gürcüce; Ara, Kürtçe; Na, Türkçe; HAYIR! Deyip;



Her birimiz sadece bir "evetçi"yi HAYIR demek için ikna edersek bu iş tamamdır…


Yazarın diğer yazıları için tıklayınız

28 Ekim 2016 Cuma

Korku İklimi

Uyumayacaksın /Memleketinin hali /Seni seslerle uyandıracak
Melih Cevdet Anday


Bugün sizlerle konuşmak istediğim hemen herkesin bildiği ve çokça konuştuğu bir konu olan 12 Eylül Anayasası… Şu an parlamentoda dört parti var, dördü de seçim meydanlarında, seçim bildirgelerinde, gazetelerinde ve TV kanallarında bu Anayasa’ya karşı olduklarını söyler, yazar, çizerler. Fakat herhalde bu karşı duruşları samimi değil ki, yıllardır herkesin istemediği(!) 12 Eylül Anayasasının özüne  dokunamadılar.
Darbe ile ülke yönetimini ele geçiren faşist generaller, hazırladıkları Anayasa’yı bundan 34 yıl önce 7 Kasım 1982’de halk oylamasına sundular. Halkımız bu oylamaya büyük bir katılım sağlamış ve aşağıda görüldüğü gibi çok büyük bir oranda da “evet” demişti.
1982 Türkiye anayasa değişikliği referandumu
  •    Oy durumu               Oy Sayısı          Yüzde
  •   Evet diyenler             17.215.559       91.37
  •  Hayır diyenler             1.626.431        8.63
  •    Geçerli oy                          18.841.990             99.8
  •    Geçersiz veya boş oy               43.498               0.2
  •   Toplam oy                          18.885.488             100.00
  •   Seçmen katılımı                              91.3
  •    Toplam Seçmen sayısı        20.690.914
Bu seçimde, meydanlarda ve ekranlarda sadece övgüde bulunanlar konuşabilmiş, hiç kimseye eleştiri yapma ve karşı görüşünü dillendirme fırsatı verilmemişti. Çünkü ülkemizde baskıcı faşist bir iklim oluşmuştu.
Bir anımsatma: anne ve babalarımızın “hayır” oyu vermelerini sağlamak için eşimle birlikte çok çaba harcamış, fakat başarılı olamamıştık. Çünkü onlar,  geleceğimiz(!) için “evet” diyeceklerdi. Oylama sonucu gösterdi ki ülkemizin her yerinde bu, “Def’-i bela etmek” (beladan kurtulmak) anlayışı etkili bir şekilde pek çok insanlarımızın ortak görüşü olmuştu.
Sonuç olarak: köylü-kentli-işçi-memur herkese karşı olan bu Anayasa, ne yazıktır ki, yine köylü-kentli-işçi-memur hemen herkesin “evet” demesiyle büyük kabul görmüştü.
***
Yıllardan beri meclisteki tüm partiler, % 91.37  “evet” oyu almış olan bu Anayasa’ya karşı olduklarını söylüyorlar.
Bu görüşleri de, bizim aşağıdaki çıkarımlarda bulunmamıza neden olabilir:
  • % 91.37 gibi çok yüksek oranda “evet” oy almanın çok kıymetli olmadığı, 
  • % 8.63 gibi küçük bir “hayır” oyunun ise çok kıymetli olduğu,
  • Eğer ülkede bir korku iklimi varsa ve insanlara büyük acılar yaşatılmışsa, yapılan seçimler de alınan çok yüksek oyların çok da önemli olmadığı,
  • Demek ki korku ikliminde, halkın görüşünü almak, hem doğru olmaz, hem de halkın yararına olmaz…
Ve şimdi de, yani 34 yıl sonra, yüzde 52 oy aldım diye, yemin edilen anayasaya ve yüzde 48’e karşı fiili durum yaratmış olan bir anlayış var. Bu anlayış, OHAL ortamında fiili durumuna yasallık kazandırmak istiyor. Bundandır ki, büyük bir telaş ve hızla Yasama, Yargı ve Yürütme’yi tek elde toplayıp, ülke tek adam rejimine götürülüyor.
Oysa eğer sağduyu egemen olsaydı, birileri başını iki elinin arasına alır, düşünür ve şöyle derdi: “Bak!.. OHAL geçicidir, yüzde 91.37 “evet” oyu almış olan Anayasa’ya bile şimdi herkes karşı. Demek ki, böyle bir iklimde, ne anayasa yapılır, ne de seçim… Yahu biz ne yapıyoruz!…Ama gel gör ki, “inadım inat” devam ediyor...
***
Eğer demokrasi; katılımcılık, çoğulculuk, özgürlükçü bir çokseslilikse, bu çoklukları ve farklılıkları bir arada tutup barışı sağlayan çimento da laikliktir. Ne yazık ki bugün ülkemizde yok edilmek istenen değerlerden biri de laiklik…
Çağdaş dünya ülkeleri, insanlarının hukuka uygun ve güven içinde yaşamalarını isterler. Bunu sağlamak için de insanlarına; Yasama, Yargı, Yürütme organlarının birbirinden bağımsız, fakat işbirliği içinde verdiği hizmetleri sunarlar. Son yıllarda bu hizmetlere bir de sansür edilmeyen özgür Medyayı eklediler.
Tek’çi anlayışın etkin olmaya başladığı bizim ülkemizde ise; politik çıkar ve ikbal peşinde koşanlar, yivsiz-setsiz bırakılan medyanın güzellemeleri eşliğinde, hamaset nutukları çekmeye başladı. Tek amaçları, Yasama, Yargı, Yürütme organlarını ben ne dersem o olur diyen anlayışa teslim etmek. 
15 Temmuz faşist-dinci kalkışmasını “Bu Allah’ın bize bir lütfudur” diye fırsata çeviren anlayışla hukukun üstünlüğü ve güçler ayrılığı ilkeleri, etkisiz ve yetkisiz kılınmıştır. Başta Askeriye, Emniyet ve Eğitim olmak üzere diğer tüm kurum ve çalışanları yeniden yandaş anlayışla düzenlenmeye başlanmıştır.
Üretimi olmayan bir sanayi, iflasın eşiğindeki fabrikalar, insan ve işçi haklarından yoksun insanlarımız… Ekonomik gelişmeyi sadece rant sağlan müteahhitlere havale edip, rant için çevresel felaketlere davetiye çıkarılmakta olan uygulamalar. Ve tüm bu yaşananlar ile gelecekte yaşanacak olanları, önlenemez bir kader veya alınyazısı diye düşünebilecek yeni biat nesilleri yetiştirmeye hız verdiler.
İnsan Hakları İzleme Örgütü ülkemiz hakkında bir rapor yayınlandı, bu raporda; avukatlarının yanında elleri kelepçeli müvekkillerine yapılan işkenceler ve bu havadan korkup sessiz kalan, görmemek için arkasını dönen avukatların çaresizliği anlatılıyor. Eğer, bir avukat bu duruma düşürülüyorsa; tüm olanları sessizce ve korkarak izlemekte olan büyük çoğunluğu oluşturan sıradan insanlarımız ne yapsın bu iklimde, varın siz düşünün…
Bitsin artık, daha kaç nesil heba olacak!
Bitsin artık, insanlarımıza kurulmasın tuzaklar!
Bitsin artık, içte ve dışta anaları ağlatan bu kirli savaşlar!
Bitsin artık, her gün eyyy!... diye başlayan korkutmalar, tehditler...

NOT:
Yarın, yurdumuzda Saltanatın sonlandırılması ile Cumhuriyet yönetimine geçişin 93. Yılı… Saltanat tutkunları; Cumhuriyet’in Demokrasi-Hukuk-Laiklik-Eşitlik-Özgürlük gibi temel değerlerine ve bu değerleri kazandıracak olan eğitim kurumlarına karşı savaş açmış durumdalar. Bu değerlere sahip çıkalım, onları yaşatalım…

Yazarın diğer yazıları için tıklayınız