Gezi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Gezi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

31 Mart 2017 Cuma

Algı-Baskı-Hukuk-Etik ve Referandum

Yıllarca çokça büyük acılar yaşamış insanlarımızın, acılarını sonlandıracak çözümler aramak yerine, ölümü ve acıları daha da arttıracak olan güvenlikçi anlayışlarla yol almaya devam ediliyor.

Çok değil sadece (4) dört yıl önce, güvenlikçi anlayış yerine  “Çatışmasızlık ve Barış” konusu ana gündem olmuştu. “Çözüm süreci” dedikleri bu iş için (seçilmeleri tartışmalı da olsa),  “Akil İnsanlar Heyetleri” kurulmuş, yurdun her tarafında farkındalık yaratmak için pek çok toplantılar yapılmıştı.   Gazete ve TV kanallarında,  sık sık “barışın erdemleri” işlenir/konuşulur/tartışılır olmuştu.

Böylece benzer sorunlarını barışçı yollarla çözen diğer ülkelere biraz daha yaklaşılmış, kanlı çatışma ve ölüm haberleri de hemen hemen yok olmuştu. İnsanlar evlerinde, işlerinde, okullarında ve sokaklarda biraz daha güvenli, daha umutlu olmuşlardı. 

Fakat bu umutlu günler uzun sürmedi, 7 Haziran yenilgisinin yarattığı depreme ve tek kişinin kibir-ego-çıkar döngüsüne (girdap) kapılan süreç, son buldu. Sanki yorgun düşüp biraz mola vermiş ve sonra “ateş!” komutu almışçasına yeniden başlatıldı güçler çatışması… Güvenlikçi anlayışlar bu kez; sivil, yaşlı, çocuk, ev-bark dinlemeden, daha acımasızca yeniden gündemdeki yerini aldı…

İnsanlık tarihinde olagelen tüm haksız iç-dış savaşların temelinde çıkar vardır. Fakat bu çatışma ve savaşları çıkaran güçlerin, gerçek amaçları hiçbir zaman ortaya çıkmaz, üstleri her zaman oluşturulan algılarla örtüktür.

İtalya’da Mussolini, Almanya’da Hitler, İspanya’da Franko; milyonlara ölümü ve büyük acıları yaşatan faşist düzenlerini; halka korku salan yapay algıların yaratığı düşmanlıklar üzerine oturtmuş, ortaya çıkan kin ve öfke ile beslenip güçlenmişti.

Algılarla oluşturulan düşmanlıklar, yurdumuzda da; Ermeni, Kürt, Dersim kıyımları,  6-7 Eylül- Maraş-Çorum, Sivas, … Gezi olaylarında nice acılar yaşatmış, nice ocaklar söndürmüştü.

Algı yönetiminde bulunanlar; kişiye/topluma ait inançsal, ırki ve duygusal alanları kullanırlar. Dokunulmaz ve kutsal sayılan bu alanlar ile ilgili yalan/yanlış haberler üreterek soru sormayan, düşünüp yorum yapamayan ve çabuk kanan kitlelere ulaşır ve onları kışkırtırlar. Topluma; suskunluk, kin, öfke, çaresizlik aşılayan algıları oluşturmak için de ajanlar kullanırlar. Ajanlar, duyguları sömürür, sabotajlar yapar, cinayetler işler, yangınlar çıkarır, fısıltılar yayıp, lafebeliği (demagoji) yaparak mağduriyetler(!) yaratırlar.

Çünkü onları amaçlarına ulaştıracak en uygun araç, üretilmiş algılardır. Ve en büyük güç de kışkırtılmış kitlelerdir.

Bu süreçte ötekileştirilen, ezilen, bedel ödeyip aclar çeken fakat buna rağmen kışkırtılıp saldırganlaşanlar da vardır. Kandırılmış bu insanları kazanmak yerine, onları iflah olmaz ötekiler, "karnını kaşıyanlar" olarak görenlerimiz de...

Eğer insanlar; yaşam tarzları, inançları ve kişilikleri ile birlikte kabul edilirse… Onlarla selamlaşır, tanışır, konuşur, duygudaş olunursa… Onların kendileri ile yüzleşip, gerçeğe ulaşmalarına yardım edilirse… Ve onlarda, kendilerinin bir araç olarak kullanıldığı farkındalığı sağlanırsa… Ancak o zaman birlik olup çoğalır, güçlenir ve zalime dur diyebiliriz. Böylesi daha olası ve daha anlamalı olmaz mı?

***
16 Nisan Referandumu:

15 Temmuz'u kendileri için  “Allah’ın bir lütfu” olarak görenler, OHAL+KHK+Devlet güç ve imkânlarıyla “Tek Adam” rejimini kurmak üzere “Evet” deme taraflısı oldular. Karşılarında ise sadece kendi öz güçleri ile  “Demokrasi”yi savunanlar var.

Çok değil sadece 16 gün sonra halkımız “Evet/Hayır kararı verecek.

İktidarda olanlar yıllardır; “mağdurum da mağdurum” deyip durdular. Sonra (aynı yolda birlikte yürümek için) “Her istediklerini verdik” dedikleri, daha fazla isteriz deyip,  çelmeler takmaya başlayınca da birlikleri bozuldu. Bu kez, “Bilemedik kandırıldık, Allah bizi afetsin” dediler.

Şimdi bu kandırıldıkları için af dilemek zorunda kalanlar, olup bitenleri unuttular. Ve çığlıklarını karşılıksız bıraktıkları milyonlardan oy istiyorlar!... 

Peki, şimdi bu halk, sık sık kandırılan birilerine nasıl güvensin? 

Karar verilecek de, acaba ortam/hava ne durumda? (Biliyorum siz yüzlerce neden sıralayabilirsiniz, fakat ben sadece iki örnekle yetineceğim.):

  1. TRT haber kanalında (TRT kamu (?) kanalı): 1-22 Mart tarihleri arasında yapılan program ve haber bültenlerinde Cumhurbaşkanı: 1390 dakika, AKP ve hükümet: 2 bin 723 dakika, CHP: 216 dakika, MHP:48 dakika, HDP’ye ise sadece 1 (bir) dakika süre ayrıldığı belirlenmiş. İşte bravoooo!... dedirten eşitlik; 4.161 dakika “Evet” ve 217 dakika “Hayır” diyerek sağlanmış.
  2. Tarafsız ve herkesin cumhurbaşkanı olacağına dair yemin ederek söz veren Sn. Erdoğan; kamuya ait (herkese ait)  makam ve imkânları kullanarak “Evet” taraflısı olarak meydanlarda, ekranlarda, her yerde… Oralarda da (tarafsız ve eşitlikçi (!) biri olarak) “Hayır” diyecek olanlara sıfatlar yakıştırıp bağırıyor, çağırıyor…

Peki, bu iki örnek ve sizin ekleyebileceğiniz yüzlerce örnek acaba hangi yasaya, hangi hukuka ve hangi etik kurala uygundur?



Yazarın diğer yazıları için tıklayınız

24 Şubat 2017 Cuma

78’liler Buluşması

Buluşma yerimiz; İstanbul’da yaşamış olan hemen herkeste acı-tatlı bir iz bırakan ‘Taksim Meydanı’na cepheli otelin 9. katındaki bir salon.  Salonun meydana bakan tarafı da boydan boya bir balkon. O balkona daha çok sigara içenler çıkıyordu, ben ise, hem hava almak, hem de geçmişi hatırlamak için çıktım. Saat 20.30, balkon ışıksız, loş, yanımda da yıllardır okuru olduğum Sn. Aydın Engin var. Bu loşlukta hem onunla, hem de içimdeki ben ile konuşuyor ve 30 yıl öncesine uzanan bir filmi izlercesine etrafa bakıyorum.

Bu balkondan bakan herkes mutlaka Kanlı 1 Mayıs’ı, Ecevit Mitingi’ni, DİSK’le bütünleşen tüm emekçileri, çocukları faili meçhul(!) cinayetlerle yok edilen Cumartesi Annelerini ve Gezi Direnişi’ni anımsar. Orada yapılan engellemelerde, kurulan barikatlarda, tomalar, coplar, gazlar, silahlarla, kimi ölen, kimi yaşam boyu sakat kalan; emekçi, genç, çocuklar ve onlar için acı çeken sevenlerini düşünür, o acıları hisseder.

İçinizi titreten bu duygular içinde ve hüzünlü gözlerle balkondan kuşbakışı baktığınızda; hemen aşağıda Taksim Anıtını… Sol tarafta İstiklâl Caddesini ve Kanlı 1 Mayıs’ın faşist faillerinin sığınağı olan Sular idaresinin çatısını, onun hemen arkasında da yıllardır inatla tartışılan Taksim Camii inşaat hazırlığını… Tam karşınızdaki Taksim Meydanı ve Gezi Parkını… Sağ tarafta cezalandırılan Atatürk Kültür merkezini görürsünüz. (Fakat hemen sağ tarafınızda olup, bazılarımızın ölümden tesadüfen kurtulduğu, pek çok cana mezar olmuş, “Kazancı Yokuşu’nu göremezsiniz.)

İşte böylesi bir yerde toplamış bizi “78’liler Girişimi” (seçimde bu yaşanmışlıklar etkili olmuş mu bilemiyorum). Toplantıyı düzenleyenler içinde ikisi de birer can olan, Yunus Bircan ve Celalettin Can arkadaşlarım var.

Onları bir arda yakalayınca; “Ben, 68’de 18 yaşında TÖS üyesi bir öğretmendim. 78’de de epeyce acıyı ve öğrenciliği geride bırakarak, yeniden öğretmen oldum. Bilin bakalım ben 68’li mi, 78’li miyim?” diye bir soru sordum, gülüştük...

Duvarlarda; Deniz, Mahir, İbrahim ve günümüz mağdurlarının görselleri… Kürsüde; saygı duruşu, sunuş konuşması, onurluluk ödülleri sunuşları ile yurdumuz ve dünyadan canlı müzik dinletileri… Masalarda; dostların sohbetleri…

Toplantıya gelen herkesin gözaltı ve boyunlarında halkalar olsa da, gözlerinin içinde bir ışıltı, dudaklarında aydınlık, vakur gülücükler vardı: Çünkü bizler; 68’lerde halk için doğan, 78’lerde “dar grupçuluk” anlayışlarını aşmaya çalışıp gelişen ve 2013 GEZİ’de kucaklaşan… İnadına umutlu, inadına özgürlükçü ve inadına barışçı geleneğin taşıyıcısıydık…

***
Korku iklimi

Geçmişte yaşananlar insanda derin izler bıraksa da, bazen “geçmiş işte” der geçersiniz. Peki, bugün yaşananlara ne diyeceksiniz?

İçeride ve dışarıda çıkartılan savaşlar eşliğinde gelişip, ülkemizi saran bir baskı-sindirme-korku iklimi içinde yaşıyoruz. Psikoloji ve Sosyal Psikoloji bilimi: otorite ve çıkarlarını yitirme endişesi duyanların, korktukları için, bilerek, tasarlayarak korku iklimini yarattıklarını söyler.

Aslında korku herkeste var olan insani bir duygudur, kaldı ki böylesi bir iklimde sadece cahiller korkmaz. Önemli olan korkuyu etkisiz kılacak önlemler almak, onunla başa çıkmaktır. Cesaret de, bu olsa gerek. Yani zorda ve darda olan insanların; baskı-sindirme-korku iklimini etkisiz kılacak önlemleri arayıp bulmaları asıl cesarettir.

7 Haziran sonrasında tarihi ve kültürel değerleri ile birlikte yakılan-yıkılan Kürt kentleri, öldürülen pek çok çocuk, kadın, yaşlı… Sağ ve yaralı kurtulanlar ise; evsiz-barksız-sahipsiz kaldıkları için kendi ülkelerinde göçmen oldular. Nedense yetkili ve etkili hiç kimse bu insanların; nerede, nasıl, ne yapar olduklarını, barınakları-yiyecekleri ve okullarını sormaz, hatırlamaz, ilgilenmez. Fakat  onların başına yıkılan enkaz yerlerine Suriyeli göçmenlerin yerleştirilmeleri...

Dünyada birinci olduk, haklarını savunsun/arasın diye seçilip meclise gönderilen vekilleri ve toplumsal sorunları dillendiren, haber veren, yazıp, çizenleri 4 aydan beri tutuklu kılmakla. Hem de, daha suçları belli değilken ( iddianame yok), sanki öç alırcasına,  nedamet getirip boyun eğsinler diye...

“Savaş değil barış istiyoruz” diyen binlerce akademisyenin; okulundan, kürsüsünden ve öğrencilerinden uzaklaştırarak işsiz bırakılışları…  

Meclis TV’yi karartarak, haber alma-verme hakkını yok ederek, yapay algı, demagoji ve telaş ile mecliste yaşatılanları…

Vekillerin; kendilerini etkisiz-yetkisiz ve yok sayan bir düzen için, etik kuralları çiğneyerek, gizli oylarını açıklama cesareti(!) / Uzlaşı olmadan, çoğulculuğu/demokrasiyi yok edip, oy fazlası ve canhıraş çabalarla ile tek adamlık düzeni kurmanın gelecek tarihimiz için kara leke oluşunu…

Milliyetçi popülizmin şaha kalktığı bir OHAL ortamında ve iktidar gücü desteğindeki bu tuhaf anayasal tuzağın referanduma sunulma hazırlıkları ve uygulamaları için başlatılan ötekileştirmelerin yaşandığı günlerde…

İşte tam da bu günlerde yapıldı 78’liler toplantısı.

Eski TİP Milletvekili Sn. Mehmet Ali Aslan’ın gecede anlattığı bir fıkra ile sonlandıralım: 

“Kendisini taşlayanlar arasında; bir gözü kör, bir kulağı sağır, bir bacağı ve kolu olmayanı birisini gören Şeytan, hemen onun yanına giderek; Gözüne ne oldu?/ Kulağına ne oldu?/ Bacağın ve koluna ne oldu? Sorularını sorar. Ve tüm sorularına da: –Allah’tan… cevabını alınca şaşırır ve hayretle:

Peki, ben sana ne yaptım ki, sen beni neden taşlıyorsun?!” der. 



Yazarın diğer yazıları için tıklayınız