evet etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
evet etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

21 Nisan 2017 Cuma

“Mühürsüz oylar geçerlidir!...”

Mühür, M.Ö önceki devirlerden beri tüm uygarlıklarda kullanılan insanlık tarihinin en eski onama aracıdır. Okur-yazar olmayanlar ve en üst devlet yöneticileri de mühür kullanırlar. Yapılan anlaşmaların ve verilen sözlerin belgesidir mühür. En önemlisi, “mühür” ait olduğu kişi ve kurumun onur belgesidir. Mühürlenen belgede verilen sözler, mühür sahibi olmasa bile mirasçılarının yükümlülüğü ve onurudur. Bu nedenle “mühür” hiçbir çağda yok sayılmaz, yok sayılamaz. Mühür gerçeği sahteden ayırandır.

16 Nisan referandumu, hem yersiz zamansız ve eşitsiz bir ortamda yapıldı, hem de insanlarımız arasında uzlaşmaz iki kutup yarattı: 1.“Evet” deyip “tek adam” sistemi olan otokrasiyii isteyenler (ki devlet tüm kurumlarıyla taraf olup, bu kutupta yer aldı).  2. “Hayır” deyip çoğulculuk olan demokrasi isteyenler…

Referandum sonucunu da bireylerin kurallara bağlı ve mühürlü oyları belirleyecekti. 15 Nisan öncesinin korku iklimi ve OHAL şartlarının, haksız, hukuksuz, adaletsiz günlerde yaşatılanlarla yetinmediler. Ve 16 Nisan günü sonuçlarını değiştirecek organize formüller aramaya başladılar, buldular da. Hani, nasılsa “YSK nihai kararı veriyor” ya, ona sığınıp, biraz daha deyip sahaya YSK’yı çıkardılar.  YSK,  yasasında yorum gerektirmeyen bir açıklıkla anlatılan hükmü yok sayıp, tam zıttı olan “mühürsüz oy pusulaları geçerlidir” kararını aldılar... Mühürsüz oylar geçerlidir” demek, sahteyi kabul etmek demektir.

Böylece, YSK kararıyla, doksan dakikası bitmiş olan maçın sonucunu güvensiz, geçersiz ve mühürsüz kıldılar.

Hem de hükümetin çağrı yaparak, “ Gelin referandum sürecimizi izleyin” dediği AGİT (Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı) temsilcilerinin gözleri önünde:

AGİT temsilcileri de geldiler ve ayna yansıyanları:
  •  Referandumun eşit olmayan şartlarda yapıldığını… 
  •  İdari kaynakların 'evet' kampanyası için uygunsuz olarak kullanıldığını… 
  • YSK'nın mühürsüz oy pusulalarını geçerli saymasanın kanuna aykırı olduğunu…
Belirlediler.

AGİT temsilcilerinin bu görüşleri gerçeklerden sadece birkaçı… Bu görüşlerine karşılık ise hiç gecikmedi. Tüm etkili yetkililer söz birliği yapmışçasına yumdular gözlerini, açtılar ağızlarını ve (kendi çağırdıkları kişileri terörist bile ilan ettiler):

“Eyy… Haddini bil, sen kimsin yav!”, “Bu tespitler yok hükmündedir.” Diye söylev yarışına giriştiler. Anlaşılan pek yakında yine kandırıldık diyecekler.

Cumhurbaşkanı ise, amaca ulaşmak için her yol mübahtır demedi, ama hukuksuzluk varsa gereği yapılsın da demedi. Yine taraf oldu, şaibeli ve tartışmalı olan referandumun sonucuna övgülerde bulundu. İlginç bir yorumla da bir maça benzetti:
 "1-0 ya da 5-0 kazanmışsın önemli değil, önemli olan maçı almaktır.” Dedi. 

Tıpkı uzatmalarda +1 penaltı golü yiyen BJK’ın elenmesi gibi, mağlup ilan etti, tek adamlığa karşı çıkıp demokrasi isteyenleri… Ve tribünlerden alkış aldı...

***

İsterdim ki;
Toplumu oluşturan insanların temel haklarını düzenleyen anayasa hazırlanırken; sendikalar, meslek odaları, STK ve tüm partilerin görüşleri doğrultusunda oybirliği ile uyum sağlansın. Eğer bu olmasa bile en az 3/5 (beşte üç) çoğunluğu ile kabul görsün… Olmadı, oldurmadılar…

İsterdim ki;
Her parti, her birey eşit olarak; meydanlarda, salonlarda, ekranlarda kitlesi ile buluşabilsin. Güle oynaya coşku içinde sandık başına gitsin, özgür iradesi ile oyunu verip sonucunu öğrenebilsin. Olmadı, oldurmadılar…

İsterdim ki;
17 Nisan’da “HAYIR” densin böylece; ego-kin-öfke sarmalındaki karanlık günler son bulsun ve daha aydınlık günler için bir ışık olsun (belki olmuştu bile). Olmadı, oldurmadılar…

İsterdim ki;
Cumhurbaşkanı, Başbakan, Bakan, Vali, Kaymakam, Yargıç, Savcı, Muhtar, Müdür, İmam… TRT, AA. … (bir de son dakika kurtarıcısı YSK) Özetle devlet içindeki tüm güç sahipleri; kendilerine tanınan yetkileri, halkın ortak malı olan makamları, mühürleri, uçakları, zırhlı araçları, ekranları… Tarafgir olarak kullanmasınlar. (Ama gördük ki, bîtaraf olması gerekenler bir taraf oluvermişler.) Olmadı, oldurmadılar…

***
  • Atı alan Üsküdar’ı geçti… 
  •  Geçti Bor’un pazarı, sür eşeğini Niğde’ye…
Deseler de siz sakın inanmayın onlara…

At tökezleyip ayağını kırdığı için Üsküdar’ı geçemedi…
Ve Bor’da da, bir kez daha pazar kurulacak.



Yazarın diğer yazıları için tıklayınız

14 Nisan 2017 Cuma

Orkestra ve Şefi

Edebiyat ve Müzik öğretmenlerim 
Semra ERSÖZ ve Ziya ERSÖZ'e saygılarımla...

Konu başlığını okuyunca sakın beni müzik hakkında yazıp/konuşabilecek bir donanıma sahip sanmayın. Aksine  benim en az bilgi ve yetenek sahibi olduğum bir alandır müzik alanı. Ben sadece müziğin, yaşamımızdaki gücüne inanan, sıradan bir izleyeni ve dinleyeniyim.

En çok da orkestra şefinin yönetimine hayranım. O, size o çokseslilikteki uyumu, güzelliği izletip/dinletirken ve sizde coşkular yaratırken,  siz onun yüzünü göremez, sesini duyamazsınız. O'nun yüzünü sadece en sonunda izleyenlerini selamlarken görürsünüz. O, beden dili (jest ve mimikler) ile işbölümü yapan ve elindeki zarif baton ile katkı sunma sırası geleni davet edendir.

Neden politik liderler bir ”orkestra şefi” gibi olamıyorlar; meydanlarda, salonlarda ve ekran başında hep gözlerimizin içine bakıp tehdit eder gibi bağırıp, çağırıp buyruklar yağdırıyorlar?

Neden lider ve yöneticiler hep, kendi konuşmak, kendi yapmak ister, başarısız olduklarında da, kendisi dışında failler ve bahaneler ararlar?  

Acaba tüm lider ve yöneticilerinden, yönetim yetilerini geliştirmeleri için  ”orkestra şefi eğitimi" almları istenirse, çok mu uçuk bir istek olur?

***
Neden kördüğüm olup çözüm bekleyen yığınla iç-dış sorunumuz varken, yerli ve milli şefimizin (zaten pek çok olan) yetkilerini sınırsız hale getirmek için yersiz ve zamansız bir süreç başlatıldı?  Bu abartılı isteklere halkın “Evet” demesi için meydanlara, salonlara ve ekranlara çıktılar. Çıktılar da, anayasada niçin değişiklik yapmak istediklerini ve neden “Tek Adam Sistemi istediklerini hiç anlatmadılar. Sorularımızı cevapsız bıraktılar. Sadece;
  • Algılarla oluşturulan hayali düşmanlıklar yarattılar.
  •  “Hayır” diyeceklere EYY! diye bağırıp, sıfatlar yakıştırdılar ve onları öteki ilan ettiler. 
  •  Seni başkan yaptırmayacağız diyen partiyi etkisiz kılmak için; iki eşbaşkanını, 11 milletvekili, pek çok yerel yöneticisini tutukladılar…
  • Her ortamda; koalisyonları kötülediler, “Tek Adamlığı” albenili kılmak için de  “Anayasa kitapçığını fırlatma” krizini bolca kullandılar.
(Nedense, Kemal Derviş’in sancılı bir koalisyon döneminde, ekonomik çöküntüyü durdurup, istikrar sağlayarak kendilerine miras bıraktıklarını hiç hatırlamaz, anlatmaz oldular.)

 ***
Koalisyon Korkusu:

Lütfen hatırlayınız: 15 yıldan beri, AKP iktidarı hiç koalisyon ihtiyacı duydu mu? Hayır!.. Onlar sadece 7 Haziran’da büyük bir korku yaşadılar. O korkuyu da, ustaca oluşturdukları “korku iklimi” ve o beyhude "İstikşafi görüşmeler" sonunda,  “1 Kasım seçimi” ile taçlandırarak savuşturmayı başardılar. (Peki, şimdi gündemde olmayan bir koalisyonu, sürekli öcü gibi gösterip her gün dillendirmekle neyi amaçlıyorlar?)

Toplumlar, farklılıkların bir bütünlüğüdür. Dünyada hiçbir toplum yoktur ki, içinde farklılıklar barındırmasın. Her toplumun içinde; farklı inanç, dil, kültür sahibi ve farklı düşünen, farklı yaşam tarzı olan insanlar vardır.

Eğer toplumda demokratik-laik bir iklim varsa; bu farklılıklar, tıpkı dev bir orkestranın çoksesli zenginliği ve uyumu içinde yaşarlar.

Doğa ve yaşamın birlikteliğidir orkestra, orada her sese, her nefese, her tona yer vardır. Orkestranın sağladığı uyumlu birlikteliği ve uzlaşmayı toplumlarda koalisyonlar sağlar. O halde koalisyon kurup yönetebilmek bir erdemdir.  

Toplumda da, orkestrada da; farklılıkların özgürlük sınırları, başka birinin sınırı ile sınırlıdır. Yeter ki her ses sınırlarını aşmadan, sırasını şaşmadan, özgür ve özgün katkısını sunsun.  İşte bu çoğulcu uyum olduğu içindir ki, orkestralar ve çoğulcu demokrasiler asırlardır yaşamış ve yaşayacaklar.

Sizce, seçime katılanların yüzde 48-50’nin oyunu alıp, onların da sadece mutlu azınlığı için çalışan, toplumun diğer bölümünü karşısına alıp onları baskı ile yönetmek isteyen "cici demokrasi" hükümetleri çok mu gerekli?

Unutmayalım ki, çoğunluğun memnuniyetini esas alıp, azınlık ya da farklı olanların haklarını gasp eden sistemleri, toplumbilim faşizm olarak tanımlar.

Unutmayalım ki, huzurun bol olduğu pek çok çağdaş ülke koalisyonlarla yönetiliyor. 

Çünkü koalisyonda; egolar törpüleniyor, ben merkezli anlayışlar son buluyor, uzlaşma ve hoşgörü kültürü egemen oluyor. Peki, bunun nesi kötü ve yanlış?

Bu yazı bir koalisyon güzellemesi değil. Bizler yakın geçmişte yerli ve milli olup, dışarıda birbirini yerden yere vuran, içeride birbirini aklayıp paklayan Çiller-Yılmaz koalisyonlarını da gördük. (Detone olan orkestralar olduğu gibi…)
    
Peki, Demokrasi’nin orkestra uyumluluğu içinde sağladığı çokseslilik ve güzellikleri, Otokrasi’nin teksesliliğinde bulabilir misiniz?

Sadece iki gün sonra yani 16 Nisan günü yapılacak olan referandumda, tek adam yönetimi ve tek sesli bir “Parti Devleti” için "Evet" istiyorlar bizden…

Peki, ülkemiz için demokrasiyi geliştirmek varken, niçin otokrasiyi seçelim? 

Ohalde iki gün sonra:

Oylarınızla: "HAYIR DEYİN" ("BEJİN NÂ")  
 
Ve "ARTIK YETER" ("EDİ BESÊ ") deyin.

Deyin ki, 77 yıl sonra yeniden bir 17 Nisan daha kutluyalım... 



Yazarın diğer yazıları için tıklayınız

7 Nisan 2017 Cuma

Haklı Halkın ‘Hayır’ı ve Devlet’in Devlet Destekli ‘Evet’i


Dünyada ırkçı sağ yükselişe geçti. Bu durum da ülkeler arasında savaş ve düşmanlıkların artması demektir. Eğer sol ve sosyal demokrat anlayışlar yükselmiş olsaydı, ülkeler arasında barış ve dostluklar artacak, insanlık kazanacaktı. Fakat öyle olmadı, insanlık yerine devler ve zalimler kazandı.

Ülkemiz de, 15 yıldan beri dinci-ırkçı-sağcı bir iktidarın kıskacında. Bu iktidar ilk yıllarında içeride ve dışarıda çözüm bekleyen sorunlarımıza barışçı çözümler aramaya başlamıştı (anlaşıldı ki bu bir reklammış), ama sözünde durmadı. Barışçı çözümler aramak yerine güvenlikçi anlayışlara yöneldi. 7 Haziran sonuçları ile yüzleşip, uzlaşı aramak yerine, 1 Kasım’a giden korku iklimini yarattı. Böylece yaşanan yıkımlar, ölümler, acılar ve sorunları daha da çoğaldı, çoğaltmaya devam ediyor.  
Sn. Cumhurbaşkanı, seçildiği günden başlayarak, anayasaya ve yaptığı yemine uyup tarafsız kalmadı, fiili durum yaratarak ve söylemleri ile de başkanlığını açıkladı. Sonra da, 17/25 Aralık için: “Ver Bilal’i, al başkanlığı” diyen Devlet Bahçeli’nin tam desteğini alarak 16 Nisan sürecini başlattı.

Toplumsal uzlaşı sağlanmadan hazırlanan bir anayasanın demokratik özü yok demektir. Buna en iyi örnek 12 Eylül anayasasıdır. Bu anayasa 1980 darbesinin 5 faşist generalinin emirleri ile oluşturulan  “Danışma Meclisi” tarafından hazırlanmış ve 18 Ekim 1982’de yapılan referandumda da yüzde 91.37 gibi çok yüksek bir oranda kabul edilmişti. Ancak daha sonraki yıllarda tüm siyasi partiler (ama samimi, ama samimiyetsiz olarak) sözbirliği yapmışçasına acil olarak bu anayasayı değiştirmek isteyen, sonuçsuz bildirimlerde bulundular.  Bu da bize gösteriyor ki, bir anayasa çok yüksek oyla kabul edilse bile, bu sayılar onun faşist özünü haklı kılamaz.

Çünkü demokrasi ve insan hakları parmak hesabıyla yok edilemez!..

Bugünlerde de toplumsal uzlaşı sağlanmadan anayasal bir değişiklik süreci yaşatıyorlar ülkemize.  Meclisteki 4 partiden sadece ikisinin üst yönetimi (kendi tabanlarındaki karşı çıkışlara bile duyarsız kalarak)  anlaştılar ve topluma bir dayatmada bulunarak tek adam rejimi kurmak istiyorlar.

***

Halkın haklı olarak ‘Hayır’ demesi:
  • Devlet Bahçeli'nin, “fail”+iktidar partisi+devlet güçleri tarafına geçip, “tek adam sistemi” kurmak olan, “Evet” için çalışmasına bir karşı duruştur.
  • Devletin; kurum, makam ve her türlü imkânlarıyla “Evet” diyecek olan bir zümrenin yanında yer alıp, “Hayır” diyecek olanları ötekileştiren, tehdit eden, toplantı yer ve alanlarını kısıtlayıp yasaklayanlara yeter demektir. 
  • Milyonlarca seçmenin seçtiği partinin vekillerini, belediye yönetimlerini görevden almak, tutuklamak, tehdit edip etkisiz kılmaya direnmesidir. 
  • Düşüncelerini yazıp, çizip, dillendirenleri baskıyla, tehditle sindirmeye, ekmek tekneleri olan işyerlerini kapatmaya, işten atmaya, yıldırmak için gerekçesiz olarak tutuklamaya dur demesidir. 
  • Dağ, yayla, ova, tarla, dere, nehir, denizdeki bitki, böcek, hayvanlara ait habitatları bozmayın demesidir. 
  • Çıkar sağlamak ve paylaşmak için; yok pahasına satılan KİT’leri, işgal edilen deprem alanlarını, oluşturulan havuzları, yüzlerce kez değiştirilen ihale yasalarını, para kutuları/sayma makinalarını ve tapeleri unutmamaktır. 
  • Meclisin 3. Partisi olmuş HDP’nin “Bejin nâ/hayır deyin” nakaratlı türküsüne bile tahammülsüz olanlara: “Edi besê/artık yeter” demektir.
 (Yukarıda sayılanlar sadece birkaç örnek).

Peki, sizce bunlardan sadece birisi bile, “HAYIR” demeyi haklı kılmaz mı? 

“HAYIR” demek bizim; ego-kin-öfke sarmalı içindeki karanlık günlerden çıkıp, daha aydınlık günlere varmamız için bir ışık olamaz mı?  

Ne dersiniz?...
 
***

17 Nisan’ın kaybedeni Türkiye

Şimdi biraz da referandum sonucuna bakalım:
Diyelim ki 16 Nisan’da yapılan referandumun sonucunda; “Evet” geçerli oyların yarısından sadece bir oy fazlası (%50+1)’nı aldı. Peki, o zaman (kısaca) ne/neler olur?
  1. Bazılarını yukarıda sıraladığım sıkıntılarımız katlanarak devam eder. 
  2.  Referanduma götürülen 18 madde ve göndermelerle içlerine gizlenen tuzaklarla, parti devleti kurulur yani fiili otoriter rejim resmileşir.  
Diyelim ki 16 Nisan’da yapılan referandumun sonucunda; “Hayır” geçerli oyların yarısından sadece bir oy fazlasını (%50+1) aldı. . Peki, o zaman (kısaca) ne/neler olur?
  1. Ülkemizde sonuçlardan ders çıkarıp, etik kurallar uyarınca istifa etme geleneği oluşmadığından ve mevcut aritmetik durumda bir değişme olmadığından, iktidarın hamaset ve popülizm dolu söylemleri ile mevcut düzen devam eder…
  2. Bu sonuç; tıpkı 7 Haziranda olduğu gibi, onların uykularını kaçıran önemli bir ders olacaktır. En önemlisi de “Hayır” sonucu; bu kötü gidişe dur dediği, barış ve uzlaşmaya çağrı yapmış olduğu için çok değerli olacaktır.
Fakat ülkemizin kısa zamanda son bulmayacak pek çok üzücü gerçeği var: “Tek adam düzeni” uğruna; toplumumuz hoşgörüsüz iki zıt kutup olmuş, ülke ekonomisi dibe vurmuş, eğitim, yargı, yasama, medya, işsizlik, yoksulluk ile güvenlik sorunları tavan yapmış, komşu ülkelerle ilişkilerimiz gerginleşmiş, bakanlarımız istenmez kişi ilan edilmiş, dünyada yapayalnız bir ülke olmuşuz...

O halde 17 Nisan’da hangi sonuç çıkarsa çıksın, kaybeden Türkiye olacaktır.



Yazarın diğer yazıları için tıklayınız

31 Mart 2017 Cuma

Algı-Baskı-Hukuk-Etik ve Referandum

Yıllarca çokça büyük acılar yaşamış insanlarımızın, acılarını sonlandıracak çözümler aramak yerine, ölümü ve acıları daha da arttıracak olan güvenlikçi anlayışlarla yol almaya devam ediliyor.

Çok değil sadece (4) dört yıl önce, güvenlikçi anlayış yerine  “Çatışmasızlık ve Barış” konusu ana gündem olmuştu. “Çözüm süreci” dedikleri bu iş için (seçilmeleri tartışmalı da olsa),  “Akil İnsanlar Heyetleri” kurulmuş, yurdun her tarafında farkındalık yaratmak için pek çok toplantılar yapılmıştı.   Gazete ve TV kanallarında,  sık sık “barışın erdemleri” işlenir/konuşulur/tartışılır olmuştu.

Böylece benzer sorunlarını barışçı yollarla çözen diğer ülkelere biraz daha yaklaşılmış, kanlı çatışma ve ölüm haberleri de hemen hemen yok olmuştu. İnsanlar evlerinde, işlerinde, okullarında ve sokaklarda biraz daha güvenli, daha umutlu olmuşlardı. 

Fakat bu umutlu günler uzun sürmedi, 7 Haziran yenilgisinin yarattığı depreme ve tek kişinin kibir-ego-çıkar döngüsüne (girdap) kapılan süreç, son buldu. Sanki yorgun düşüp biraz mola vermiş ve sonra “ateş!” komutu almışçasına yeniden başlatıldı güçler çatışması… Güvenlikçi anlayışlar bu kez; sivil, yaşlı, çocuk, ev-bark dinlemeden, daha acımasızca yeniden gündemdeki yerini aldı…

İnsanlık tarihinde olagelen tüm haksız iç-dış savaşların temelinde çıkar vardır. Fakat bu çatışma ve savaşları çıkaran güçlerin, gerçek amaçları hiçbir zaman ortaya çıkmaz, üstleri her zaman oluşturulan algılarla örtüktür.

İtalya’da Mussolini, Almanya’da Hitler, İspanya’da Franko; milyonlara ölümü ve büyük acıları yaşatan faşist düzenlerini; halka korku salan yapay algıların yaratığı düşmanlıklar üzerine oturtmuş, ortaya çıkan kin ve öfke ile beslenip güçlenmişti.

Algılarla oluşturulan düşmanlıklar, yurdumuzda da; Ermeni, Kürt, Dersim kıyımları,  6-7 Eylül- Maraş-Çorum, Sivas, … Gezi olaylarında nice acılar yaşatmış, nice ocaklar söndürmüştü.

Algı yönetiminde bulunanlar; kişiye/topluma ait inançsal, ırki ve duygusal alanları kullanırlar. Dokunulmaz ve kutsal sayılan bu alanlar ile ilgili yalan/yanlış haberler üreterek soru sormayan, düşünüp yorum yapamayan ve çabuk kanan kitlelere ulaşır ve onları kışkırtırlar. Topluma; suskunluk, kin, öfke, çaresizlik aşılayan algıları oluşturmak için de ajanlar kullanırlar. Ajanlar, duyguları sömürür, sabotajlar yapar, cinayetler işler, yangınlar çıkarır, fısıltılar yayıp, lafebeliği (demagoji) yaparak mağduriyetler(!) yaratırlar.

Çünkü onları amaçlarına ulaştıracak en uygun araç, üretilmiş algılardır. Ve en büyük güç de kışkırtılmış kitlelerdir.

Bu süreçte ötekileştirilen, ezilen, bedel ödeyip aclar çeken fakat buna rağmen kışkırtılıp saldırganlaşanlar da vardır. Kandırılmış bu insanları kazanmak yerine, onları iflah olmaz ötekiler, "karnını kaşıyanlar" olarak görenlerimiz de...

Eğer insanlar; yaşam tarzları, inançları ve kişilikleri ile birlikte kabul edilirse… Onlarla selamlaşır, tanışır, konuşur, duygudaş olunursa… Onların kendileri ile yüzleşip, gerçeğe ulaşmalarına yardım edilirse… Ve onlarda, kendilerinin bir araç olarak kullanıldığı farkındalığı sağlanırsa… Ancak o zaman birlik olup çoğalır, güçlenir ve zalime dur diyebiliriz. Böylesi daha olası ve daha anlamalı olmaz mı?

***
16 Nisan Referandumu:

15 Temmuz'u kendileri için  “Allah’ın bir lütfu” olarak görenler, OHAL+KHK+Devlet güç ve imkânlarıyla “Tek Adam” rejimini kurmak üzere “Evet” deme taraflısı oldular. Karşılarında ise sadece kendi öz güçleri ile  “Demokrasi”yi savunanlar var.

Çok değil sadece 16 gün sonra halkımız “Evet/Hayır kararı verecek.

İktidarda olanlar yıllardır; “mağdurum da mağdurum” deyip durdular. Sonra (aynı yolda birlikte yürümek için) “Her istediklerini verdik” dedikleri, daha fazla isteriz deyip,  çelmeler takmaya başlayınca da birlikleri bozuldu. Bu kez, “Bilemedik kandırıldık, Allah bizi afetsin” dediler.

Şimdi bu kandırıldıkları için af dilemek zorunda kalanlar, olup bitenleri unuttular. Ve çığlıklarını karşılıksız bıraktıkları milyonlardan oy istiyorlar!... 

Peki, şimdi bu halk, sık sık kandırılan birilerine nasıl güvensin? 

Karar verilecek de, acaba ortam/hava ne durumda? (Biliyorum siz yüzlerce neden sıralayabilirsiniz, fakat ben sadece iki örnekle yetineceğim.):

  1. TRT haber kanalında (TRT kamu (?) kanalı): 1-22 Mart tarihleri arasında yapılan program ve haber bültenlerinde Cumhurbaşkanı: 1390 dakika, AKP ve hükümet: 2 bin 723 dakika, CHP: 216 dakika, MHP:48 dakika, HDP’ye ise sadece 1 (bir) dakika süre ayrıldığı belirlenmiş. İşte bravoooo!... dedirten eşitlik; 4.161 dakika “Evet” ve 217 dakika “Hayır” diyerek sağlanmış.
  2. Tarafsız ve herkesin cumhurbaşkanı olacağına dair yemin ederek söz veren Sn. Erdoğan; kamuya ait (herkese ait)  makam ve imkânları kullanarak “Evet” taraflısı olarak meydanlarda, ekranlarda, her yerde… Oralarda da (tarafsız ve eşitlikçi (!) biri olarak) “Hayır” diyecek olanlara sıfatlar yakıştırıp bağırıyor, çağırıyor…

Peki, bu iki örnek ve sizin ekleyebileceğiniz yüzlerce örnek acaba hangi yasaya, hangi hukuka ve hangi etik kurala uygundur?



Yazarın diğer yazıları için tıklayınız