3 Nisan 2020 Cuma

MUTLULUK

Bu ne beter çizgidir bu
Bu ne çıldırtan denge
Yaprak döker bir yanımız
Bir yanımız bahar bahçe
                                 
/Ahmet Arif
                                                                                                   

Açlıktokluk, sağlıkhastalık, sevinçüzüntü, uykuuykusuzluk, sevginefret,  dostdüşman,  başarıbaşarısızlık, savaşbarış … diye devam eden bu zıtlık ve birliktelikler yaşamölüm zaman diliminde sürer gider...

Antik çağdan beri filozof ve bilimciler; (Yaşam=mutluluk+mutsuzluk), (Yaşam-mutluluk=mutsuzluk), (Yaşam-mutsuzluk=mutluluk) diye matematik diliyle tanımlamış ve tartışmışlar yaşamı. 

Bu her üç eşitlik dizgesinde de “yaşam” öznedir. Her yaşam, formülde yer alan iki zıt ögenin durumuna göre; renk/içerik/nitelik değiştirir. Yaşamın bu formülü belki size çok basit görünebilir, fakat derinlere indikçe; pek çok açılıp kapanan parantezle karşılaşır, çokça bilinmezle tanışırsınız, bu durum da sizi yorar ve düşündürür.

Sonunda da, belki “çözümsüzdür” diyerek, yılar ve kendi bu gerçeğinizi yadsıyıp kaçmak istersiniz. En iyisi mi biz; bu girift bilinmezlikler için kalıcı çözümleri, insan, toplum ve matematik bilimcilere bırakalım…

Ama boş da durmayalım, nasılsa coronavirüsün bize sağladığı bolca zaman var. O halde yaşam pratiklerimizi; düşünüp, konuşup, paylaşıp, tartışalım.

Ve eğer anlaştıksa, penceremizi azıcık aralayıp, birazcık eşeleyelim. Bu bakış ve eşeleme sonunda, insanların 4 farklı yönelim gösterdiğini ve numaraları her okunuşta da (sanki)"o, benim"-"buradayım" seslerini duyarsınız: 

1.    “Yaşam = mutluluk + mutsuzluk ”dur olgusuna inanlar: Bunlar, yaşamdaki mutluluk ve mutsuzluğun neden-sonuç ilişkisiyle birbirini tamamlayıp hep var olacağını... El birliği ile yapılacak mücadelenin de, mutsuzluğu azaltıp, mutluluk çoğaltacağını… Yaşamı var eden doğal ve sosyal çevreleri korumak ve haklara saygı duymak gerektiğini…   Barış içinde yaşamak için sorunlarla ve sorun yaratanlarla savaşmak gerektiğini bilir ve bu amaçlarla uğraş verirler. Bunlar; kendi gerçeklerine ayna tutabilen, yaşamın diyalektiğine inanan kişilerdir.    
2.    Sürekli mutlu olmayı ve hiç mutsuz olmamayı kendine dert edinmişler: Bunlar; yaşamın gerçeklerinden uzak, hayal dünyasında yaşayanlardır. Bunlar; başkalarını önemsemeyen, "hep bana" diye düşünen, egolarına tutsak narsist ruhlu kişilerdir.    
3.  Hayata tutunmak, mutlu olmak için kendini güçsüz, yetersiz görenler: Bunlar; ham hayallere sığınıp el açar, diz çöker; n’olur nidalarıyla dua eder, yalvarır, söz verir, adak adar, düşleri gerçek olsun diye, içten, masumane gözyaşı döker… İstek ve özlemlerine kendi öz çabalarıyla değil de başka kapılardan gelecek mucize yardımlarla ulaşmak… Kendilerini; dilenci değil, kader mağduru, “dileyenler” olarak gören kişilerdir. Bunlar; kurnaz ve uyanık geçinseler de aslında özgüvensiz ve çaresizdirler.
4.  Ha! … Bir de mutlu olmayı kendisine çok görenler var ki: Bunlar; yaşam boyu kendini mutsuz kılmak isteyen… Mutlu olmak için yol, yöntem, çare arayıp bulmak yerine, kendi mutsuzlukları için hep başkasını suçlayan, onlara öfke duyan ve sürekli mutsuz kalmayı seçen kişilerdir. Bunlar; sorunlarıyla baş edemeyip sürekli kendileriyle uğraşan, psikolojik sorunları olan kişilerdir.

***

Diyalektik kural gereği her insan yaşamında; mutluluk ve mutsuzlukları bir arada, iç içe yaşar. Biri diğerinin karşıtı olsa da aynı zamanda onun varlık nedenidir. İşte bu karşıtlıklardır hem kendilerini hem de yaşamı var eden ve anlamlı kılan…

Önemli olan, insanın kendisi gibi başkalarını da “insan” görmesi... 

“Başkalarını” önemsemek, onların yaşadığı acıları fark etmek bizim "insani" duygularımızdır. 

Peki, kendine ayna tutmayan, ayrımcı olan, sahte pozlar takınıp, hamasi nutuklarla algı yaratanlar acaba hangi duygulara sahiptirler?!..              (Evet, sahte dedim!.. Çünkü sahtedir; kendine ayna tutup, kendisiyle yüzleşmeyen. Sahtedir ‘kendisi’ olmayan! )

Bir de toplumsal hak ve özgürlükler konusu var ki, kişileri mutlu veya mutsuz kılan asıl kaynak budur. Bunun düzenleyicileri ise devletlerdir.

Devletin amacı; insanları güven içinde yaşatmak, ya da daha mutlu kılmak insanı... M.Ö 3. yüzyıla dayanır ilk devletlerin kökleri… 

O günden günümüze, tüm devletler halktan alırlar güçlerini. Ancak bu güç; hep kin-nefret üretmiş, hep savaşlar çıkarmış, hep mutlu bir azınlıktan yana, hep güçlülerin emrinde ve acımasız olmuş… 

Ve ne yazık ve ne acıdır ki, henüz insancıklara “insanca” davranan bir devlet olmamış…

Güncel bir konu ve birkaç soru: 

İşte size çok çok güncel bir örnek: O meşhur coronavirüs sayesinde, daha önce; "komşu, mahalle, kent, ülke içindeki olağan yardımlaşmaların, şimdi sınırları aşıp dünyaya yayıldığını, kucaklaştırıp düşmanlıkları ötelediğini ve büyük bir dayanışma sağladığını..." düşünüyorduk ki:  

Meğer bizim devlet (aşağı yukarı şöyle) bir karar almış; "Siz artık kendi seçtiğiniz belediyeler aracılığı ile değil, sadece benim dediğim yere, istediğim hesaplara bağışta(!) bulunacaksınız! ..." Demek ki devlet, kesemizi kullanmamız konusunda bile bizi ehil görmüyor! Artık bu işi de "O" yapacakmış!...

Vay be!.. Bu bir ferman, bu bir emir!.. Sizce mutsuz etmez mi insanı?

Bu emir bana, mutsuz olduğum bir anı, anımsattı: 2011 Van Depremi olduğunda depremde zarar görenlere verilsin diye kendimce bir koli hazırlamış, Van Belediyesine gönderecektim. PTT kargo görevlisi: “Hayır!.. Yasak1... Belediyeye değil Valiliğe göndereceksin!..” (Nedeni açık:Van Belediye Başkanı HDP’li, onu etkisiz kılmak, cezalandırmak istiyorlar.) Bu sözleri duyunca çok şaşırdım ve ben de o zavallı görevliye kızarak: “Sen mi karar vereceksin, benim kime yardım edeceğime?” demiştim...

Ve bir vatandaş olarak, birkaç soruyla noktalayacağım bu uzunca yazıyı:
  • “Kamu İhale Kanunu” niçin 187 ayda 186 kez değiştirildi?
  • "Deprem Yardımı" diye toplanan paralar nerelere harcandı?
  • Kızılay, vergi muafiyeti sağlamak için kime ve niçin aracı oldu?
  • İşsizlik fonu paraları nerelerde kullanıldı?
  • Dünyadaki kriz ve iflaslar bizim de kapımızı çalmaya başlamışken, neden bizde köprü, geçit yapanlara dolarlar akmaya devem ediyor?   
Mutluluk dedik de bakın nerelere geldik!...

Yaşamın diyalektiğidir bize bunu yaptıran.


Diğer yazılarım: tıklayınız

27 Mart 2020 Cuma

GÜNDÜZ ve GECE

Sevilmek mutluluk değildir.
Her insan kendi kendini sever;
ama mutluluk bir başkasını sevmektir.
                                                                      / Herman Hesse                                             

Gündüz ve gece; uzaydaki yerinde çakılı duran Güneş’ten, döne döne kaçan Dünyanın, görünen ve saklı kalan noktalarında yaşanır.

Dünya küresinin uzaydaki duruşu, kendisi ve Güneş etrafında batıdan-doğuya devinimi (dönüşü) sonucu oluşan saat, gün, gece ve gündüz… 

Dünya üzerinde bir yerin; ekvator, dağa, ovaya, nehre, göle, denize uzaklığı, yakınlığı, güneş ışığının geliş açısı vb. etmenlere bağlı olarak oluşan iklimsel farklılıklar... İşte bizler böylece yaşarız; gündüzün aydınlığını, gecenin karanlığını, sıcaklığı, soğukluğu, nemi, yağmuru, kar ve doluyu... 

Gündüz ve gece, değişmez gerçeklerdir. Bu gerçekler, pek çok işlevi ve sonuçlarıyla yaşamımızın; fiziksel-biyolojik-sosyal alanlarını etkilerler. Yazımız, bu etkilerden fen-bilim kaynaklı olanlarını es geçerek, daha çok sosyal yaşama etki edenler üzerinde yoğunlaşacak.  

Tan ağarmasıyla başlayan günün alacalı aydınlığı, sonraki saatlerde yavaş yavaş artarken, uzun gölgeler de kısalmaya başlar. Saat tam gün ortasını gösterdiğinde; ışık en parlak halini alır, gölgeler de en kısa durumlarına gelirler.

Gün yarısından hemen sonra, bu döngü tersine döner, ışık giderek azalmaya, gölgeler de uzamaya başlar… Bu durum, dünyanın oluşumundan günümüze kadar hep vardı ve var oldukça devam edecek olan bir döngüdür.

Gün, güneşin gün batımındaki çaresiz kayboluşla yavaş yavaş alaca karanlığa, o karanlık ise, yol alarak zifiri karanlığa dönüşür gece yarısı olduğunda. Sonra da o gizlerle dolu zifiri karanlık; ömrünün yarısını düne, yarısını da yeni güne vererek paylaşır.

Dünün hemen peşi sıra o bilindik nakaratla yeniden başlar yeni bir günün kurgusu, döngüsü ve doğum sancısı…

Gündüz aydınlığın görevi; her yana ışık salmak ve görünür kılmaktır her şeyi. Görmek istemeyene "ışığım sana yetmedi mi" diye sormaz, kızmaz, karışmaz hiç kimseye. Görmek isteyen, görür-düşünür, görmek istemeyen ise, görmez-düşünmez. 

Zaten, “herkes bakar ama kaç kişi görür ki!..”.

Gece karanlığının görevi; her yana karanlık salmak, görünmez kılmaktır her şeyi… Karanlık kendince, görmek isteyeni ve görmek istemeyeni eşitlediğini sanır. Ama yanılır! Çünkü, gündüz görenler; hem görür hem de düşünürlerdi!.. Onların bu istekli oluş ve düşünerek karar verme yetileri, karanlıkta da görünür kılar gerçekleri. Görmek istemeyen ise, zaten düşünmeye gerek duymadığı için karanlıkta da anlamak istemez olup bitenleri...

***

Doğada devam edip gelen ve sürüp gidecek olan o bilindik döngüye dönelim yeniden:

Gündüz aydınlığının ve gece karanlığının her bakışa göre değişebilen yarar ve zararları vardır: Kimi görmek ister, kimisi istemez. Kimi aydınlığı sever kimi de karanlığı…

Gecenin alacalı karanlığı başlamış olsa bile, henüz dingin sessizlik korkulu karanlığa dönmemiştir. Henüz haz veren güzellikleri, zifiri karanlık yutup, yok etmemiştir daha… 

Hele bir de bulunduğunuz yer, bir ırmak, nehir, göl, deniz yakındaysa!...(Hani  su hayattır derler ya!..) İşte o zaman suyun şırıltısını, dalgaların şapırtısını, hatta yakamozun büyüsüne kapılmış balıkların ve yıldızların göz kırparak dansını bile görebilir, izleyebilirsiniz… 

Hele de Ay’ın dolunay zamanıysa... Hele de o Ay, yaramaz çocuklar gibi bulutlara dala çıka, köşe kapmaca ve saklambaç oynuyorsa… İşte o zaman günün yorgunluğunu, hayatın yüklerini biraz olsun unutur, sevinir, mutlu olursunuz. Ve günün yorgunluğunu deliksiz bir uyku ile sonlandırıp dinlenirsiniz. 

Tabii ki, bu güzellikler her coğrafyada aynı şekilde ve her zaman olmaz.

Bir de kötülükleri vardır zifiri karanlığın. O, suçları örten, suçluları koruyan, tüm renk ve boyutları görünmez kılandır. Tüm kötülük pınarları karanlıktan doğar, ondan beslenir.

Çıkarcılar, zifiri karanlığı çok sever ve hep o fırsatı beklerler. Oysa “insani” bakışla bakıp, düşünenler; gecenin o insafsız, vicdansız girdabı içinde karanlık/saklı kalmış anı, acı ve çaresizliklerinin depreşmesiyle sarsılır, üzülürler.

Bunun için eğer karanlık kötülüktür dersek, çok da yanlış bir tanım yapmamış oluruz. Karanlığa karşı çıkmak, itiraz edebilmek bir erdemdir, budur insanı “insan” kılan ve insan kalmamızı sağlayan…

Zulüm, sömürü ve savaşın olduğu yerlerde zalimler, zifiri karanlığa sığınır, aydınlıkla savaşırlar. Karanlık gerçekleri gören, düşünen, karşı duran ve yok olmasını isteyen herkesi de “tarafsız değil” diye suçlar, karanlık zindanlara atarlar.

Tabii ki tarafsız olamaz, insani düşünen hiç kimse. Çünkü sömürü, savaş, ölüm ve zulmün olduğu yerde hiç kimse tarafsız olamaz, olmamalı!.. Erdem sahibi her kişi, ezilenden yana olup, zalime karşı olmak zorundadır.

İşte bu duygulardır, insanı yağmur öncesi bir sıkıntı gibi yoran, feryat ettiren. Bu sıkıntıların kaynakları olan virüsler yok edilmeli, bunlar çoğaldıkça-durdukça demlenir; öfkeye, kine, salgına dönüşür.

Yıllarca sorunları; hukuk ve adaletle çözmek yerine, “kol kırılır yen içinde kalır” gibi ırkçı, koruyucu bir anlayışla çözmeye çalıştılar. Ayıpları, günahları, cinayetleri ve bilindik olan katilleri bile görünmesinler diye halının altına süpürerek gizlemeye çalıştılar. Hep belleklerdeki ağır yüklerin, zalimlik ve zalimlerin zamanla unutulacağını düşündüler. Zulmün öfkeye, öfkenin kine dönüşeceği gerçeğini öngöremediler ve yine yanıldılar. 

Çok yanıldılar…

İşte dili yok diyerek dilsizlikle suçladıkları, haklarını, özgürlüklerini yok ettikleri, katillerini görünmez kılıp, ölülerini bile sakladıkları insanlar şimdi: Hesap soruyorlar. Karanlıklara ışık tutup aydınlatmak, gerçekleri görmek, göstermek istiyorlar.

Ve işte yine yanıltmadılar bizi: Dünya pek çok bilinmezi olan coronavirüs ile yaşamsal bir savaş verirken... Daha dün, böylesi günleri fırsata çevirmek isteyen o karanlık sevicileri;, Kanal İstanbul ucubesi için ilk adımlarını attılar…    

Diğer yazılarım: tıklayınız

20 Mart 2020 Cuma

“KEŞKE…”


Toplumu oluşturan her birey; kişiliği, işi, eşi, ailesi, okulu, arkadaşları, ülkesi ve yakın-uzak çevresinden kaynaklanan sorun-çelişki-mutluluk birlikteliği içinde yaşar.

Eğer birey, hedefine ulaşıp başarırsa mutlu, başarısız olup hedefine ulaşmazsa da mutsuzdur. Yaşam, bu zıtlık ve birliktelik içinde sürüp gider.  

Toplumlar, paylaşarak, ortaklaşa bir işbirliği içinde birlikte yaşamayı hedeflerler.
Bu birlikteliğin bir amacı; huzuru sağlayıp giderek, mutluları çoğalan, mutsuzları azalan bir düzen oluşturmaktır.

Diğer bir amaç ise; dünden bugüne insanlara ve diğer canlılara çokça acı ve ölüm yaşatmış ve daha da yaşatacak olan insan kaynaklı ve doğa kaynaklı olaylardan korumaktır.

İnsan ve yönetimler:

Sömürü ve paylaşım savaşlarını ortadan kaldırmak, barış içinde yaşamak öncelikli görevimizdir. Çünkü bu savaşlar; hem doğal çevreyi yok eder, hem de insanlara ölüm ve acıyla biten büyük zararlar verirler.

Yaşamayı hak etmek için zorluklarla mücadele etmek, barışı getirmek gerek. Bu da ancak her kişi, grup ve önderin birlikte harcayacağı yoğun emekle mümkündür.

Toplumların, çevresel sorunları yok edecek, huzur ve güveni sağlayacak görevlilere ihtiyacı vardır. Bunların kimi seçimlerle, kimileri de seçimle gelenlerin seçimiyle belirlenir. Bu kişileri; başkan, bakan, mülki amir ve diğer hizmet alanlarındaki çalışan yargıç, doktor, öğretmen, asker, polis… gibi uzunca bir liste ile sıralayabiliriz.   

Hani bu görevlendirme ve organizasyonun; toplumsal ve çevresel sorunları yok edip huzur ve güveni sağlamak için kurulduğunu söylemiştim ya bu günümüzde ham bir hayal. Günümüz dünyasında bu organizasyonlar sadece sömürü ve paylaşım savaşlarının birer neferi olarak çalıştırılıyor.  Tek bir amaçları var: mutlu bir azınlık yaratmak.        

Ne zaman ki, toplumsal ve doğasal bir felaketle karşılaşılır işte o zaman mutlu bir azınlık yaratmak peşinde uğraş verenlere dönüp; "ne yaptınız?" dercesine bakılır.

Yani olayın sonuçları sıcağı sıcağına ortaya çıkınca…

Yani zorluklar; yaşanamaz, katlanılamaz sonuçlar doğurunca…

Yani acılar yaşandıktan, iş olup bittikten sonra...

İşte o zamanlarda cılız da olsa sesler ve itirazlar yükselir.

Sonunda kaçacak bir kuytu köşe (dalda) bulamayan etkili/yetkili özneler ve işbirlikçileri (ürkek-korkak poz vererek); ekranda, meydanda, salonda halkın karşısına çıkar hamasi nutuklar çeker… Üzüntü ve pişmanlıklarını; keşke/keşki/bari/ne olurdu sözcükleri ile bezenmiş cümlelerle dillendirirler.

Dinleyenlerin çoğu bu tür samimiyetsiz tür söylemleri: yarım ağızla yapılan konuşma veya ilmi siyaset(!) olarak değerlendirir.

Haksız da değiller...

Çünkü özeleştiri yapan, özür dileyen kişi kısaca; “Ben, görevimi gereğince yapmadığım için başarısız oldum. İnsanlar zarar gördü, istenmeyen durum ve üzüntüler yaşandı… Başarısız olduğum için artık bu görevi yapmam. Bu görevi yapabilecek olan birilerini arayınız ...”  demek istiyor demektir.

Tabii ki, özeleştirisini yapıp özür dileyen, eğer halka saygı duyan, samimi bir kişi ise; mutlaka ve hemen görevinden ayrılmalıdır.

İşte o zaman özeleştirisi ve özür dilemesi anlam kazanır, o zaman hoşgörüyü hak eden, saygıdeğer ve erdemli bir davranış göstermiş olur.  

Fakat ne yazık ki o yetkili kişiler sonrası günlerde, bu erdemliliği göstermezler. Sanki hiçbir şey olmamış gibi: “Bizler halkımızın emrindeyiz ve görevimizin başındayız.” Deyip yapışık oldukları koltuklarında mutlu azınlık için çalışmaya devam ederler.

Doğa kaynaklı olaylar:

Doğanın nitelik ve devinimleri sonucunda oluşan, keşke deyip ağıtlar yakmakla çare bulunamayan olaylar, bilinmez gün ve saatlerde bazı bölge ve ülkelerde olurlar. Biz onları: deprem, kasırga, volkan, sel, çığ, erozyon, yangın… olarak sayardık (nedense salgınları unutmuşuz!..).

Bugünlerde  Coronavirus” isimli küresel bir dert çıkıverdi bölgeleri, denizleri, ülkeleri aşarak tüm sıralamaları altüst edip en ön sıraya yerleşti.

Bu küresel olaylar; soy, sop, zengin, fakir, sınır tanımaz, büyük acı, kitlesel ölüm, kıtlık yaşatarak sosyal yaşamı olumsuz etkiler, ekonomilere diz çöktürür. Dünyanın bugünkü bilimsel ve teknik güçleri, henüz bu olayları engellemeye ve durdurmaya yetmemektedir. Bunun için de bu felaketlerin sebep olduğu zarar ve kayıpları en aza indirecek uluslararası dayanışma ve işbirliğine ihtiyaç vardır.

Her ülkenin merkezi ve kent yönetimleri, bu amaçla uluslararası işbirliği ve bilimsel araştırmalarında birer paydaşı olarak yer almalı, katkı verip önlemler almalıdır.

Kısa Kısa..

Bilime olan inancım, dünya gündeminde ön sıraya yerleşen “Coronavirus” salgının dünyaya dersler ve zarar vererek yenileceği yönündedir.   

O zaman biz de yeniden ağırlıklı olarak ülkemiz sorunlarına döneceğiz.

Biliyorsunuz pek çok yer gibi İstanbul da deprem bölgesi, her an büyük bir deprem olabilir. İstanbul’da en çürük alan da Avcılar bölgesi… “Kanal İstanbul” denen ucube, İstanbul’un su kaynağı Terkos’u ve bitek tarım arazilerini bol köprülü bol betonlu rantiyelerle  bezedikten sonra Avcılar’da denizle buluşacakmış!…

Peki, böyle bir felakete hazır mıyız?   


Diğer yazılarım: tıklayınız



13 Mart 2020 Cuma

İZ BIRAKMAK

                                                                                                                               Her niyeti iade eder tabiat:
Senin baktığın da sana bakar.
                                   /Murathan Mungan                                             
Her insan, yaşam boyu işinde-uğraşında; söz, ses, yazı, çizi, buluş, iyilik, kötülük... vb. eylem, söylem ve davranışlarda bulunur. İşte bu kısa-uzun süreçte her kimlik kendine özgü, her biri birer imza olan iz'ler bırakır ve bu izlerle tanınır, anılır olurlar.

Yaşam karşıtlıklar ve karşılıklar üzerine kurulmuştur. Karşıtlıklar, olup biten olayları, karşılıklar ise karşı tarafta bırakılan iz'leri sağlar, gösterir.

Yaşam, bir insanın zaman içinde doğal ve sosyal çevresiyle karşılıklı olarak etkileşimdir. Bu etkileşim sürecinde insanlar, doğaya ve sosyal çevreye imza atmış gibi iz'ler bırakır, o çevrelerden de iz'ler alırlar.

Herkes bulunduğu çevrede deneyimleyerek öğrenir, olgunlaşır, derinleşir, boyut kazanır ve kendine özgü davranışlarıyla "kendisi" olur. Sonra da kimliğini oluşturan bu izleri daha görünür/yaşanır kılmak için paylaşmak ister.  

Çünkü paylaşmaktır bizleri farklı kılan ve var eden. 

Her tanış olduğunuz kişi sizde, siz de onda bir iz bırakırsınız. Kimi iz'ler silinir gider daha gün son bulmadan. Kimi iz'ler de arkadaşlık, dostluk, yoldaşlık bağlarıyla düğümlenir ve bu bağ kalıcıdır, iki taraf çekip gitmeden terk etmez onları.

İnsanlık tarihi boyunca süregelen iz'leri üçe ayırabiliriz:

Birincisi; hemen o anlık olup-biten iz'lerdir.
Bu iz'lerin sahipleri sıradandır, hemen hiç dile gelmez, kök salmaz, solar, silinir, unutulur giderler.

İkincisi, çıkar için insanlığa savaş açan iz'lerdir. Bunlar; sömürür, yıkar, öldürür, büyük acılar yaşatır, böylece unutulmaz kılarlar kendilerini…
Bu iz'ler günah kokar, acı verir, üzer, inletir, içini oyar insanın, çağlar geçer unutulmaz.
Bu iz'lerle birlikte bu iz'lerin failleri de toplumsal belleğe kara bir leke olarak kazınır/yazılır hep lanetle anılırlar. Gerçekleri öğrenen fail yakınları da onları ve olanları utançla anar, bağlarından dolayı utanç duyarlar.

Üçüncüsü, demokrasi ve güven içinde, özgür, sağlıklı, mutlu bireylerin olduğu bir yaşam için… Kısacası, “insanlık” için verilen mücadele, yapılan iş, kazanım ve buluşlarla unutulmaz olan iz'leridir.
Bu iz'ler, insanlığın onur sayfalarında yer alır, yaşam, barış ve sevinç kokarlar, insanlara mutluluk ve coşku verir, çığlıklar attırırlar. 
Bu iz'ler de o iz'i bırakanlar da çağlar boyu sevgi ve saygıyla anılırlar. 

***

Her öznenin birer özelidir iz'ler. 

İz'lerin bazı farklılıklarını belirtsem de genelde iç içe karışık yazdım onları. Muradım; herkesin yaşamdaki izlerini, arayıp bulması, ayna tutup bakmasıdır kendine...

İz'lerin oluşumunda etkili olan üç ana öge vardır: zaman, coğrafya ve insanlar. Demek ki zaman, coğrafya ve oradaki halkın ortaklaşa (kolektif) bir ürünüdür iz'ler. 

Fakat!... Ne yazık ki, 'resmi tarih' bu ortaklaşa birlikteliği hep unutur:

  • Bu iz'leri, hep bir kişiye/güçlüye/kahramana özgü kılar. 
  • (Ve bir hatırlatma daha): İz sahibi olan; kişi/güçlü/kahraman da çoğunlukla erkektir!.. 

Her toplumun en büyük korkusudur iz'siz olmak.

Budur geri kalmanın, yoksul olmanın asıl nedeni. 

İz'sizlik, hiçlik duygusu verir ve o toplumu özgüvensiz kılıp, yalnızlaştırır. 

Dünyada böylesi iz'siz toplumların çoğalmaması için; insan olmayı en üst kimlik sayan, insanı merkez alan anlayışların çoğalıp, buluşması ve iyiliklerin paylaşılması gerekir.

Çevre ve tüm insanlık için barış, demokrasi, özgürlük, mutlu bir yaşam sağlayabilen iz'ler önemli ve anlamlıdır. Sadece bir bölgeye bir kesime çıkar sağlayan uygulama ve iz'ler ise, diğer taraf için savaşlara, felaketlere, acılara kapı açar.


“Corona Virüs Olayı”

Dünyaya korku ve yılgınlık salıp, panik yaratan Corona Virüs Olayı”... 

İşte insanlık adına ortak çözüm gerektiren bir konu:

Bu olay; soy, sop, sınır tanımayan, seri ölümlere neden olan, ekonomilere diz çöktüren tüm dünyayı ve insanlığı karşısına alan ortak bir dert. 

Yazı konumuza bir örnek olarak kabul edecek olursak, bu soruna çözüm olacak her çaba, her adım: insanlık için çok saygın bir iz bırakmış olacaktır tarihe…

Ve bu soruna çare olacak buluşlar, çağlar boyu anılarak, alkışlar alacaktır.

O halde İZ'lerin yerli ve milli olması değil, insani olması önemlidir.


Diğer yazılarım:tıklayınız

28 Şubat 2020 Cuma

EVDE - SOKAKTA


“Sevilmek mutluluk değildir.
Her insan kendi kendini sever;
Ama mutluluk bir başkasını sevmektir.”
/ Herman Hesse

Evde tek başınasın....

Yalnızlık, mevsime, geceye, gündüze, güne, saate… her insana göre bazı farklılıklar gösterse de, herkese abartılı anlar yaşatır. Yalnızken; iştahsız, obur, uykusuz, huzursuz vb. biri olarak kendinle uğraşır, düşünür durursun.

Sabah, öğlen, akşam, gece olduğunda, "kendinle uğraşma" eğrisinin ibreleri bazen yükselip-düşme farklılıkları gösterse bile iç sesin hep seninle, hiç terk etmez seni. 

İç ses; yalnız kalan insanın, en yakını ve en etkili gizli gücüdür.

İç sesinle kendi içine, dura kalka yolculuğa çıkar, durak durak gezinir, bazen güne, bazen de geçmişe odaklanarak gezinirsin.

Acıların, sevinçlerin, anıların, hayallerin, yaşanmışlıkların, sevdiklerin, sevmediklerin, aldatılmışlıklar, acı gerçekler, kapkara yalanlar... bir film şeridi yansısı gibi dizi dizi sıralanıp, geçiş yapar önünden.  

O anlarda, anıların, etkili sesler eşliğinde seslenir sana… İşte o zaman hem dünde, hem de bugünde sana ve tüm insanlığa sevinç/acı yaşatanları anımsar, kimine saygı duyar, kimini de lanet okursun.

O anlarda, çok az sevinç, çokça çığlık, seni adım adım takip eder. Derinden gelen bu ses, görüntü ve ah’lar; yanaklarında alev, boğazında düğüm, gözlerinde yaş olur. Çözümsüzlük içinde bocalar, düş kırıklığı ile içsel çatışmalar yaşarsın. Bazen ender de olsa, neşelenir, gülersin… 

İşte bu duygular; kimi zaman bir meltem gibi okşarken, kimi zaman bir şamar olur, sarsar/hırpalar seni ve tıpkı güneşin dünyaya her mevsim yaşattığı değişik ikilemleri yaşatır sana.

Artık paranoyalar kuşatmıştır seni...

Ve sen, ‘seni’ yargılarsın acımasızca…

‘Yeter, yeter!’ diye çığlıklar atsan da yalnızsın, kimse duymaz, anlamaz seni. 

Geçmişin bu acı, keder dolu dehlizlerinde, fazla duramazsın, çıkmak zorundasın. Yaşamak için durmadan, yılmadan, yenilmeden yaşamı dar edenlerle savaşmak zorundasın! 

Ve bu kuşatılmışlığa 'dur!' diyecek, seni anlayacak, seninle el ele verecek dost/dostlar arayışına girmek için atarsın kendini sokağa... 

***

Dışarıda da seni; yoğun acılar, kederler, yokluklar içinde yaşayanlar ve seyrek de olsa sevinçle hayatını devam ettirenler bekliyor. Günlük hayatın içinde de, değerler ve anlayışlar çatışması var. Hayat iki kutuplu yaşamlarla devam ediyor… 

Görevimiz; yaşanmışlık görsellerini perdede görmüş gibi izleyip, yakınmak olmamalı... Bu yaşantıların verdiği acıyı, sevinci, kederi, coşkuyu içselleştirerek anlamak, hissetmek, paylaşmak ve örnek olması için geleceğe taşımak olmalıdır.

Sokaklarda, parklarda vaktinden önce yaşlanmış, yılların yorgun bıraktığı insanlar... Göz teması kurduğun tanıdık veya tanımadık her birisi sana kısık gözlerindeki bakışla; “beni biraz dinle, beni anla” der gibidir...

Bu yılgın ve çaresiz, bakışlar, seni sarsar, hırpalar... Bakışlarınla sen de onlara; “seni anlıyorum, dinlemek istiyorum” demek istersin. Fakat diyemezsin, çünkü o çaresizlik sana da bulaşmıştır artık.  

Her insan, yaşadıkça gelişen, değişen, yorulan, kendisine ayna tutan bir canlı… 

Her insan, zıtlıkları içinde barındıran bir varlık olarak; yirmi dört saatlik bir gün içinde; hem sevinip güler, hem de üzülüp ağlar. 

Her insan, az-çok bir 'ego' sahibidir, bazen kendisini suçlayıp eleştirse bile, genelde kendisini onaylar.

Her insan; “Ailem hep çoğalsın, hiç eksilmesin ve mutlu yaşasın...” ister...

İsterler, isterler de; sömürmek amacıyla başlatılan karanlık savaşlar, onları eksilterek, hayallerini yıkarak, tüm mutlu yaşam dileklerini alıp götürür.  
  
Gündem yüklü, süremiz kısıtlı, sorunlarımız çok, acımız çok büyük…


Diğer yazılarım:tıklayınız


21 Şubat 2020 Cuma

GÖÇMENLER

Sokakta karşılaştığınız bir insanımıza; “Ülkemizin en önemli birkaç sorununu söyler misiniz?” diye sorunuz. Yapacağı sıralama içinde mutlaka; “sığınmacı, mülteci, göçmen, kaçak” sözcüklerinden birisi olacaktır.Bu sözcüklerin bazı farklılıkları olsa da, benzerlikleri daha çoktur, bunun için bazen “göçmen” bazen “gurbetçi” olarak kullanmak istiyorum. 

Ülkemiz hem kendi içine, hem de dışına çokça göçmen/gurbetçi göndermiş, değişik ülkelerden de çokça göçmen/gurbetçi almış ve bu acılı süreç artarak devam etmektedir. Göçe zorlayan trajediler yetmezmiş gibi, onları bir de denizde, karada ve vardıkları yerlerde bekleyen nice acılar vardır.

Bugün Suriye'de yaşanmakta olan haksız emperyal savaş nedeniyle, 4 milyon göçmen aldık, sınırımızda da milyonlarca göçmen adayı fırsat beklemekte... Ve daha dün Almanya'da gurbetçileri hedef alan ırkçı bir saldırı... 

Dünyadaki bütün emperyalist/faşist savaşlar, kendisini "insan(!)" sanan bazı kişi ve grupların öz çıkarları için çıkmış ve çıkmaktadır. Ve tüm çıkar savaşları da; "dinim, ırkım, vatanım, devletim, milletim, beka.." gibi hamaset sözleri ile başlatılır.   

Halkın duygularını kabartan çağrılar yankı bulur ve halk çocukları, 
kinle bilenerek tanımadığı, bilmediği başka coğrafyalardaki suçsuz günahsız halklara düşmanı olarak savaşa gönderilir. Düşman ilan edilen mazlum halkın; malı talan, çocuk-kadın-yaşlı-gençler katledilir... insanlık suçu büyük acılar yaşatılır...

O kandırılmış askerlerin bazıları bu savaşta ölür, bazıları yaralı-sakat-sağ kalır. Fakat sağ kalanlar (yaşananları unutamaz) bunun için ömür boyu bir "suçlu" olarak vicdan azabı içinde yaşarlar. 

Acımasız-haksız savaşlar, baskı, zulüm, sömürü, yoksulluk, ölüm korkusu ve bir de doğal felaketler göç etmeyi zorunlu kılmaktadır. İ
nsanlar; güvende değil, işsiz karınları aç, ailesi için gelecekte huzurlu bir yaşam olmayacağını anlamış, böylece tek seçenekleri olmuştur göç. Yaşamak için, bir umut kapısı olarak gurbet ellere giderler.

Yoksa;

Kim; doğduğu evi, komşularını, hayvanlarını, bağ-bahçe-tarla-
coğrafyasını, anılarını, hayallerini, bırakıp, bilinmedik diyarlarda sığıntı olmak ister?!... 

Kim; dilini, töresini, bilmediği yaban ellerde işsiz, güvencesiz bir  gurbetçi olmak ister?!... 

EN ÜST KİMLİK İNSANLIKTIR

Bazı insanlar göçleri doğuran nedenleri bilmiyor, bazıları göçleri, kendi yoksulluklarının sebebi biliyor, bazıları da kimlikleri öne çıkarıp; ırkı, dini, kültürü ve yaşam tarzına uymadığı ... için göçmenlere dostça bakmıyor ve onları çevrelerinde görmek istemiyorlar. Fakat, dünya barışını yok edip, göçleri zorunlu kılanlar ile kendilerini yoksul bırakanların aynı emperyalistler, aynı işbirlikçiler ve haksız savaşlar olduğunu bilmiyorlar. 

Evet, her insanın birçok kimliği vardır, fakat en kapsayıcı olan kimlik insanlıktır. Ancak bu kimlik etrafında birleşmek dünyaya huzur ve barışı getirir.

Zorunlu nedenlerle evini toprağını terk eden göçmenler, ister kendi ülkesi içinde, ister ülke sınırları dışına çıksınlar, onlar için artık sınırların hiçbir önemi yoktur. Çünkü onu var eden damarları, kökleri kopmuştur ve artık o gittiği yerde bir gurbetçi olmuştur.   

GÖÇMENLERİN HAYATI

Bazı göçmenler; “karnım nerede doyarsa vatanım orasıdır” dese de, siz inanmayın onlara. O gurbetçi, kendi coğrafyası uzağında yaşarken içindeki özlemleri saklı tutarak, buralara kök salıp, dal-budak vermeye çalışsa da… O, zorunlu bir sürgün, bir tutuklu gibi düşünür/görür kendini.  O, yaşama merhaba dediği coğrafyasını sürekli olarak rüyalarında, hayallerinde gizli gizli yaşatır, yüceltir, kutsar kendince.

Göçmenlerin karşısına aşılması zor engeller çıkar, bu engelleri aşmak için de öncelikler sıralamasını değişmek zorundadır. Artık hayallere, sevgiye, aşka, hobilere ayıracak zamanı çok çok azalmış, yaşam savaşı ön sırayı almıştır. Çoluk çocuğu ile gurbet elde 'sıla' özlemi çekip, için için yansa da… O, özlemlerini kendine saklar, gizli-açık kendisi ile fısır fısır konuşur ve dertleşir.

Rüyalarında, geldiği yerin dağları, yaylaları üstünde; koşar/uçar, serin pınarlardan su içer, arkadaşları, komşuları ile buluşur, konuşur... Öper, koklar, kuzularını oğlaklarını, başaklı tarla ve bahçelerde dolaşır, meyveler koparır dalından...

Rüyaların sevinci daha onu dinlendiremeden, yeni güne yorgun başlar. Hele de duyguları ona; “çevrendekiler seni istemiyor, her an göz hapsindesin, hep seni konuşup, çekiştiriyorlar... diye fısıldıyorsa…

Başı öne eğik kapı çalıp, iş ararken, kuşkucu söz ve bakışlarla sorgulandığını hisseder kahrolur. Kimse “ben olsaydım ne yapardım” diye duygudaş olmaz ona...Kimi “ne işin var buralarda, memleketine git” der. Kimisi de acıyarak sadaka vermek ister…

Gün boyu yara alır, onuru zedelenir, boğazı düğümlenir nefessiz kalır. İçine akıttığı gözyaşlarının da hiçbir faydası dokunmaz ona… Olanlar, söylenenler, hor görmeler, git demeler, ondaki yaşam tutkusunu, alıp gitse de… O, yaşamak zorundadır, hele de bakacak ailesi ve çocukları varsa...

Alıp başını gitse, başka gurbetlerin gurbetçisi olması da kolay değil ki!... 

Ve eğer şanslıysa; barınacak bir yer, karın doyuracak bir iş bulur.

***

Gurbetçiler bir iş bulsalar da, yaşamsal öncelik sıralamasında kendileri için önde bir yer bulamazlar. Bu kez, varsa çocukları, yoksa da doğacak olanlara öncelik sırasını vermek ve onlar için bir gelecek kurgulamak zorundadırlar.

Eğer zorlukların, zalimliklerin bittiğini, çocukları için güvenli bir gelecek olacağını anlasa hemen uçup gitmek ister doğduğu yerlere… Bu duygu ile "haydi" diyecek olur, yine başaramaz. Çünkü çocukları bu coğrafyanın havası, suyu, yaşayışına alışmıştır, söküp alamaz onları buradan, çaresiz kalmıştır artık.

Gurbetçilerin sırtında kambur oluşturan yükler; hem sosyal, hem ekonomik, hem politik, hem de psikolojiktir. Bu yüklerin en zalimi, en utanç verici, en çok yaralayanı ise, kimlik baskısı veya bilindik ismiyle faşizmdir

Gurbetçiler, bedeli çok ağır olan kara faturalar için; canlarını, mallarını, topraklarını, gururlarını, duygularını ödeyerek yaşama tutunmaya çalışan yaralı insanlardır.

Eyyy gurbetçilere, göçmenlere düşman olanlar!..

Niçin gurbetçilere kimlik baskısı yapıyorsunuz?

Bizler de tüm “insanlık” olarak bu ağır faturanın suç ortaklarıyız!...

Çünkü bizler insanlık olarak...

El ele verip; emperyalizme, faşizme, savaşlara, sömürüye, "DUR!.."

Savaş sevicilerine, "GİT!..."

Yoksulluğa "YOK OL!.."  

Demedik/diyemedik.

Şimdi neden koro olmuş, gurbetçilere "GİT!.." diyoruz?

Diğer yazılarım:tıklayınız