sığınmacı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
sığınmacı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

5 Kasım 2021 Cuma

Göçler-Göçmenler

Coğrafyamız; binlerce yıldan beri göçlerin, göçmenlerin ve sürgünlerin yolu, durağı, kurağı olagelmiştir.

Göçler, doğal felaketler, savaşlar, salgınlar sonucunda oluşan; korku, acı, baskı, yokluk, hastalık gibi yaşam zorluklarından, zorunlu bir kaçıştır. Bu kaçış aslında, daha güvenli bir yaşam iklimi arayışıdır. 

Sürgünler ise; egemen güçlerin, kendileri için tehlikeli sayıp istemedikleri kültürlere sahip olan kişi ve grupları, coğrafyasından tüm değerlerinden koparmaktır. Bunlara götürüldükleri yerdeki dil, inanç ve yaşam tarzını benimseterek etkisiz kılmak, böylece sosyal bellekleri silmek, sindirmek 'kendilerine benzer' yapmak (asimile etmek) amacıyla yapılan faşistçe bir yok etme eylemidir. 

Bulunduğumuz coğrafyanın, Orta Asya'dan çokça göç aldığı söylenir. Çok eski yıllarda gerçekleşen bu göçlerin benim için çokça bilinmezlikleri olduğunu düşünerek daha çok yakın çağlara bakmak istiyorum.

Osmanlı dönemi ve kurtuluş savaşı sonrasında hem ülke içinde hem de dışından çokça göç ve sürgün olayı yaşandığı görülür. Örnek olarak: 1915, 1925, 1938, 12 Mart, 12 Eylül dönemleri verilebilir. Bu yıllar hem yurtiçi hem yurtdışı göçler için çok hareketli yıllardır. Kırım, Bulgaristan, Romanya, Yunanistan ...'dan, yurdumuza, bizden; Yunanistan, Almanya, Fransa, Avusturya, Hollanda, İsveç, İngiltere, ABD, Kanada vb. ülkelere akıp giden göçmen, mülteci, sığınmacı ve sürgünleri sayabiliriz.  

Göç eden ve sürgün edilenlerin, aşmak zorunda oldukları; yol, dağ, deniz, sınırlar pek çok doğal ve yapay tuzakla doludur. Çünkü dünyadaki tüm sınırlar tuzaklıdır, çünkü, sınırlar insani değerleri değil, faşizan-ırksal çıkarları korurlar. İşte bu tuzakları aşamayanlar ölür, kalanlar için ise acı dolu çileli günler başlar. 

Çünkü tuzakları aşarak ölümden kurtulanlar gittikleri diyarlarda, dilsiz, kimliksiz, kimsesizdirler. Bu psikolojiye sahip olarak; mülteci/göçmen/öteki olmayı kabul ederek yokluk ve korku içinde yaşarlar. 

Şimdi burada biraz nefes alıp, birazcık düşünelim:

Çünkü bu sosyolojik olayın ve onun yarattığı psikolojiyi birlikte ele alıp neden/niçin diye sorgulamak için sağduyulu bir düşünmeye ihtiyacımız var. 

Kim; evini, işini, hayvanını, toprağını, yurdunu, değerlerini bırakıp, ölüm tuzaklı yollardan geçerek bir bilinmeze doğru gitmek ister ki? 

Kim; dilenci yerine konulacağını, onursuz bırakılacağını, öteki sayılacağını bile bile göçmen olmak ister ki? 

Peki tüm bu gerçekler bilindiği halde neden göçler durmaksızın devam ediyor? 

Özet cevap: Ne yazık ki, çaresiz kalan insanlar; sadece sevdikleri ve çocukları yaşasın, onların daha iyi bir gelecekleri olsun diye bu zorluk dolu ve insanlık dışı oluşlara katlanıyorlar.   

Şimdi de bugünümüze gelelim: 

2021 yılına girerken TÜİK nüfusumuzun 83 milyon 614 bin kişi olduğunu ilan etti. Bugünlerde ise 50 milyon insanımızın yoksulluk standartlarının altında yaşadığı ve bunlardan da 16 milyon kişiye 'sosyal yardım' verildiği söyleniyor. 

Bunca yoksulumuza bir de 7-8 milyon göçmen nüfus eklenince:

Tabii ki, mutsuz olanların çığlıkları da artarak yükselmeye başladı. 

Sömürü çarkı dişlileri arasında ezilenlerin çığlıkları çok haklı. 

Haksızlık ise; göçmenleri yokluk ve yoksulluklara sebep görüp, onları hedef almaktır. Hem de çok büyük bir haksızlık! 

Doğru olan ya da olması gereken; geçinemeyenlerin sağduyuyla düşünüp, bu eşitsiz gelir dağılımına sebep olan politikaları ve sömürü çarklarını sorgulaması ve demokratik yollarla haklarını aramasıdır. 

Fakat ne yazık ki, yurdumuzun gerçeklerini unutan büyük bir çoğunluk, göç mağdurlarını kendi yoksulluklarının asıl nedeni olarak görüyor! 

Bu kolaycı ve sığ düşünceyle, lokmasının azıcık olmasına da göçmenlerin sebep olduğuna karar verip onları birer düşman olarak görüyor, belki bilmeden ırkçılık yapıyorlar. 

Peki, neden üniversitedeki her dört gençten birisinin göçmen, sığınmacı olarak başka ülkelere kaçma taraflısı olduklarını hiç düşünmüyorlar?  

İşte bu anlayıştır haksız ve yanlış olan.

Hele hele görevleri ayrımsız olarak halka hizmet etmek ve sosyal adaleti sağlamak olan bazı belediye başkanları ve politikacıların; insani olmayan, ayrımcı, ırkçı bir anlayış taşıyor olmaları çok üzücü ve düşündürücüdür. 

Eğer bir an olsun aşağıdaki karede olan objelere ve çocuğun bakışlarına bakıp, kendilerini o çocuk akranı sayarak, ya da onun annesi-babası olduklarını düşünerek bir niçin/neden sıralaması yapsalar o zaman bu insanlık dışı olayı ve olanları sanırım daha iyi anlarlar. 


İşte çok uzaklardan, yaşamak için yurdumuza sığınmış bir emekçi... Kim bilir ailesinin nasıl bir hikayesi var! Onun akranları şimdi okulda, oyunda, çünkü onlar henüz birer ana kuzusu. Ama ismini bilemediğim bu güzel çocuk, bu yaşta yüklenmiş acımasız bir yaşamın yükünü. 

***

İnsanlık tarihi boyunca sömürücüler, amaçlarına ulaşmak için sürekli olarak; gerginlik, çatışma ve savaşlar çıkarmıştır. Bunlara en büyük desteği de olup biteni sorgulamayan sağlıklı düşünmeyen yoksul halk kitleleri vermiştir. 

Savaşlar yüzünden çok, çok acılar yaşadı, çok çileler çekti insanlık.

Savaş; çıkar sağlama ve öç alma amacı olan ego ve hırsların çarpışmasıdır, yani bir ilkellik ve bir tür kana susamışlıktır.

Böylesi savaşlara karşı olmak da 'insan' olmaktır! 

Böylesi savaşlara karşı olan her direniş de kutsaldır! 

Ülkece, belki de dünyaca “bana dokunmasın da…” anlayışının yarattığı bir geç kalmışlık, bir suskunluk yüzünden yaşanan yeniklik ve ezikliği, daha kaç nesil tadacak?

Belki zamanla açılan yaralar iyileşir, geçer, ama bunların hem yüzeyde izleri hem de derinlerde sızıları hep kalacak. 

Bunlar bir yenilmişlik sonucu oluşan iz ve sızılardır. Bunlardır insanda; hiçlik, anlamsızlık, güvensizlik duygularını besleyen. 

Yurdumuzdaki 6-7 milyon göçmen insan savaştan kaçarak yurdumuza sığınmıştır. Bunlar insandır ne bizim rakiplerimiz ne de düşmanımızdır.

'İnsanlar da coğrafyalar da birbirine muhtaçtır' derler, evet, eğer barışçı anlayışla işbirliği yapılır, bir coğrafyadaki eksik, diğerinin artılarıyla giderilirse, bu dünya herkese kolayca yetebilir. Farklılıklar da toplumsal gelişim, değişime renk ve güzellik katar, böylece bir barış bir huzur ortamı doğabilirdi.

Şu an yurdumuz bir göç merkezi olmuştur, bizim görevimiz: bu sonucun oluşmasında ülkemizin politik ve askeri katkılarını sorgulamak, barışçı komşuluk ilişkilerini geliştirecek demokratik çözümler için katkı vermek olmalıdır.  

Barış yaşatır! Yaşamak kutsal bir direniştir!

Emin Toprak - DOSTÇA

Diğer yazılarım için tıklayınız

26 Şubat 2021 Cuma

Birsen Öğretmen (8)


Sosyal medyada hesap açmış olsa da etkili olarak kullanamıyordu. Hemen 'akıl hocam' dediği Ayşe'ye telefon edip, akşam üzeri çardakta buluşmayı teklif etti ve söz aldı. Sonra çay yanında ikram edecekleri için eli işte, düşleriyle de geçmişte olarak 
hazırlığa başladı.

* 

Mutlu bir evlilik yapıp anne-babasını mutlu edememiş, onlara özlemleri olan torunlar verememiş, anne olmanın hazzını; öğrencileri, arkadaş ve komşu çocukları ile yaşamaya çalışmış fakat sonunda 'yalnız' kalmıştı.  Kendisini; sığınak arayan çaresiz birisi ya da güzel apartmanlar arasındaki bir gecekonduya benzetmesi bundandı. Sonra bu duygu ve sıfatlara "Hayır!"-diye karşı çıkar, kendini paylar, donanım, güzellik ve erdemlerini bir bir sıralardı: "Benim büyüleyici gözlerim, ölçülü bedenim, mesleğim, 'insanlığı' odak alan, kucaklayıcı, eşitlikçi bir anlayışım var." -demekle yetinmez: "Peki, acaba ben çok seçici olduğum için mi evlenemedim, bu yüzden mi yalnız kaldım?" -diye yeniden kendini sorgulardı. 

O, evliliğin ilk günündeki gibi gülerek, titreyerek, el ele tutuşarak ve o heyecan yaratan duyguların sevgi-saygıyla devam etmesini istiyordu. Ama hiç de böyle olmadığını görüyor, anlıyor, biliyordu. O, gülermiş gibi yapan bir kurnaz eş olmamak için seçici davranmış yıllar öncesi yapılan birkaç teklifi kabul etmemişti. 

Aslında onun da iyi bir eş bulmak, iyi bir eş ve anne olmak, çocuklar doğurmak, onları sevip, sarmalayıp okşamak, emzirmek, ninnilerle masallarla büyütmek, iyi okullarda okutmak, iş sahibi olarak evlendirmek... Ve sonra da torunlara sahip olmak gibi istekleri vardı. 

Zaten bunlar birer düş veya hiç de 'olamaz' istekler değildi ki! Yaşıtı olan pek çok arkadaşı bu isteklerini gerçekleştirmişti, onlara özeniyor, hatta onları kıskanıyordu. İşte kimseye açıp paylaşmak istemeyip kendisinde saklı tuttuğu bu yüklerdi içine yağmurlar yağdıran.  

Şimdi kafası, örtüşen, örtüşmeyen pek çok duygu ve düşünceyle doluydu: "Acaba, yıllar öncesinden bugüne, bende heyecan yaratıp içimi titreten, özlemle 'keşke' diye diye aradığım birisi-birileri var mıydı?" -diye bir arayıştaydı. Bu içindeki alevleri söndürmek, soğutmak yerine, geçmişi kurcalayıp oralarda kendisini suçlayacak konular arayışıydı. Güneşin kavuran sıcaklığı azalmış, saat 5'e yaklaşmıştı. Birazdan komşu kızı Ayşe gelecekti.

*

Ayşe, cıvıl cıvıl mavi gözlü, samimi, sempatik, hoşsohbet bir kızdı. Çok az puan farkıyla Hukuk Fakültesine giremediği için bu yıl da dershaneye gidiyordu.   

Ayşe, gelince eve girmedi hazır olan tepsi ve çaydanlığı alarak birlikte çardağa gittiler. Piknik tüpü yakıp çayı kısık ateşte demlemeye bıraktılar. Kısa bir hoşbeşten sonra 

Birsen'in "Sevgili Ayşe, acaba telefon ve adres bilgisi olmayan 'Haydar ... ' adlı arkadaşımı bulmam için yardımcı olabilir misin? "-sorusuna:

Ayşe, "Tabii ki olur, Biricik Ablam!-dedi ve sosyal medyada kısa bir arama yaptı, aynı isimi taşıyan çok kişi buldu. Birsen, bunları tek tek inceledi, ayıkladı: "İşte, Haydar bu!..." -diye bir çığlık attı. Ve Ayşe'nin isteğiyle, kendi sosyal medya hesabını açıp, Haydar'a arkadaşlık teklifini gönderdi, onun son mesajını beğenip, yorum kısmına kendisini tanıtıp ev ve cep telefon numarasını yazdı. 

Haydar'ı arama ve mesaj gönderme işi 15-20 dakikada bitmiş, neşeli bir sohbet ve çay eşliğinde, kurabiye, peynirli börek ile dünden kalma zeytinyağlı sarmaları iştahla yemeye başlamışlardı. Göz ve kulaklarının beklediği mesaj gelmemiş, fakat vedalaşma zamanı gelmişti. Birlikte kap-kacağı toplayıp bahçeden çıkıp evin kapısına gelince, Ayşe'ye tekrar teşekkür edip, öpüştükten sonra ayrıldılar.

Eve girince, çardakta bastırdığı heyecanı geri geldi, titredi, içi içine sığmaz oldu ve dolaşarak telefonun çalmasını bekledi. Akşam sekize doğru ev telefonun sesiyle irkildi, yurtdışından aranıyordu. Arayan Haydar'dı. 

Birsen, birkaç saniye kimse konuşamadı, 'Alo' deyince de karşı taraf tok bir sesle: "Merhaba, sevgili arkadaşım merhaba! Ben, Haydar" -dedi. Birsen yine birkaç saniye konuşamayınca Haydar, Almanya'da olduğunu yakında Türkiye'ye geleceğini görüşüp uzun uzun konuşmak istediğini söyledi. 

Birsen'in tutukluğu biraz olsun geçtikten sonra: "Haydar arkadaşım, sana karşı mahcup olduğumdan tutuk kaldım, konuşamadım. Sen, sevip saydığım bir meslektaşımdın, fakat bir gece ansızın alıp götürüldün ve bizler seni hiç aramadık, sormadık. Özür dilerim." -dedi ağlamaklı olarak, 'Özür dilerim' cümlesi zor anlaşıldı.

Haydar: "Birsen öğretmenim, lütfen üzülmeyiniz, zaten siz arasanız da bana ulaşamazdınız ki! Bu konu biraz uzun ve çok karışık, en iyisi bunu e-mailiniz varsa söyleyin ben yazıp göndereyim."-dedi ve sonra e-mail adreslerini birbirlerine yazdırıp, bundan böyle bu saatlerde, ev telefonu ile görüşmek üzere sözleştiler...  

Haydar'ın e-mail adresine yazdıklarını sabah kalkınca gördü:    

*     

“Birsen Öğretmenim merhaba;

Sizinle görüştüğüm için çok ama çok mutluyum.  

O baskın gecesinden önce, sizin okula nasıl geldiğimi anlatmalıyım:

Sürgün geldiğim ilin merkezine yakın bir köyde öğretmendim. Maaş almak için il merkezine gitmiştim, maaşımı aldım ve arkadaşlarımla dernekte buluşup sohbet ettik ve vedalaştık. İhtiyaçlarımı almak için çarşıya gidiyorken, kalabalık bir grup sloganlar atarak geçiyordu, durup onları izledim, o sırada elinde bir tomar kâğıt olan biri, teksirle çoğaltılan bir bildiriyi elime tutuşturdu. Sonra okumak için katlayıp cebime koydum ve alışveriş yapacağım yere doğru yürüdüm. Birden birisi önüme çıkıp polis olduğunu söyledi ve kimliğimi istedi, çıkarıp verdim, baktı baktı ve ‘ellerini kaldır üstünü arayacağım’ dedi. Aradı ve o bildiriyi buldu. Birlikte karakola gittik. Geçmişimi ve okumadığım o bildiri hakkında sorular sorarak ifademi aldılar ve gece saat 3’e doğru serbest bıraktılar. Bir hafta sonra köye iki müfettiş geldi ve bana yine o bildiriyi sordular... Sonra da beni sizin okula sürgün ettiler. (Not: ben o bildiride neler yazıldığını hiç öğrenemedim.)

Bu atamayı iptal etmesi için Danıştay'da dava açmış, onun sonucunu bekliyordum. İşte sizin de bildiğiniz o gece yarısı ‘Polis!... Aç, aç kapıyı!’ ve kapıya inen darbe sesleri ile uyandım. Kapıyı açtım üç maskeli kişi içeri girdi. Beni kelepçeleyip evi didik didik aradılar. Birkaç kitabı ve beni alıp evden ayrıldılar. (Ev sahibim de uyanmış korku içinde bizi izliyordu).

Yine o okumadığım bildiri ve hiç tanımadığım bazı isimler hakkında bilgi istiyorlardı. Ben ‘bilmiyorum’ dedikçe, onlar çılgınlaşıyor ve dövüyordu. Sabah oldu, akşam oldu, ben hep aynı şeyleri söylüyorum, onlar ise dövüyordu. Kürt-Alevi olduğumu öğrendikleri için de bana 'Kızılbaş!' diye hitap edip yeni işkencecilere o adla teslim ediyorlardı. (Hapishanedekilere bunu anlatınca artık orada da adım Kızılbaş olmuştu) O gece beni başka bir ekibe teslim ettiler. Onlar da maskeliydi, gözlerimi bağlayıp arabaya bindirip, uzun süre gittikten sonra durdular, etrafı delice akan bir suyun çağlaması sarmıştı, sanırım bir köprü üzerindeydik. Giysilerimi çıkarıp beni çıplak olarak bir telis çuvalın içine koyup çuval ağzını sıkıca bağlayıp fırlattılar, içimden 'tamam buraya kadarmış' diyordum. Havada bir süre uçup şırapp diye buz gibi akan bir suyun içine düşüp sürüklendim ve birdenbire frene basılmış gibi olduğum yerde dönmeye başlayınca 'demek ki urganla bağlanmışım' -dedim. Orada ölmemeyi beklerken, yavaş yavaş çekilip sudan çıkarıldım, çuval içindeydim, dişlerim titreşip çarpışıyor, çok üşüyordum. Cellatlarım peş peşe tekmeler atıp: ’Ulan Kızılbaş, konuşacak mısın, yoksa denizde yem mi olacaksın!...’ -diyorlardı. Ben bilmiyorum dedikçe de onlar küfür edip çılgınca tekmeliyorlardı.

Bayılmışım, kaç saat sürdü, beni nasıl giydirip merkezlerine getirdiklerini hiç hatırlamıyorum. Uzuvlarıma elektrik verme, tavana asma ve tehditler artık sıradanlaşmıştı. Birkaç gün sonra savcı sorguladı, nöbetçi doktor darp izlerini göre ‘sağlam’ raporu ve nöbetçi mahkeme de ‘tutuklama’ kararı verdi. (Bu arada bir ekip de doğduğum köye gidip evimizde arama yapmış Türkçe bilmeyen anne-babama hakaret edip, onlara oğullarının ‘Komünist’ olduğunu söylemişler.)

Pek çok kişinin sanık olduğu bir davadan yargılanıyordum ve ben bu sanıklardan hiçbirini tanımıyordum. Mahkeme 4 yıl sonra bitti, ben de ‘beraat’ ettim. Fakat düzen beni kendine düşman saymış, ben de artık eski Haydar değildim. 

Dışarıya çıkmadan iki yıl önce, annem babam altı ay arayla özlemimi çeke çeke ölmüşlerdi. Şimdi benim gidecek bir yerim, yapacak bir işim ve yaşam tutkum olsa da yaşam güvencem yoktu. Ne yapmalı, nasıl yapmalı! arayışı sonunda, hapishane dostlarımın dostlarını bulup bir tır kasası içinde Almanya'ya ulaşabildim. O dostlarımın dostları burada da yalnız bırakmadılar beni, elimdeki mahkeme belgelerini ilgili yerlere verince kolayca 'sığınmacı' oldum, iş verdiler çalıştım. Fakat burada tanış çok azdı, farklı bir dil ve kültür içinde kimliksiz kalmış, boğuluyordum. 'Dilin en önemli kimlik olduğunu' öğrenmiş hem çalışmış hem de dil öğrenerek yeni bir kimlik kazanmıştım. 

Sevgili arkadaşım işte böyle...  Yakında geleceğim, eğer isterseniz (ki, ben çok isterim) buluşup daha uzun konuşuruz.

Sevgi ve saygılarımla... 

'Kızılbaş' Haydar"   

 *  

Haydar, 'yurtdışı konuşmaları bedava' bir tarife ile hemen her akşam o saatte arar olmuştu. Birsen de neredeyse tüm yaşam düzenini bu konuşma saatine uyarlamıştı. Günlük ev ve bahçe işlerini bitirdikten sonra oturup, Haydar'ın mektubunu yeniden okuyor telefonun çalmasını bekliyordu. 

Haydar'ın 15 gün sonra geleceğini söylediği akşam:

Birsen'in, "Gelecek, gelecek, gelecek!"...

Haydar'ın da "Geleceğim, geleceğim, geleceğim!"... 

Çığlıkları iki ayrı coğrafyanın sokaklarında yankılanmıştı. 

Gelecek, geleceğim, gelecek, geleceğim, gelecek!  


Diğer yazılarım için: tıklayınız


21 Şubat 2020 Cuma

GÖÇMENLER

Sokakta karşılaştığınız bir insanımıza; “Ülkemizin en önemli birkaç sorununu söyler misiniz?” diye sorunuz. Yapacağı sıralama içinde mutlaka; “sığınmacı, mülteci, göçmen, kaçak” sözcüklerinden birisi olacaktır.Bu sözcüklerin bazı farklılıkları olsa da, benzerlikleri daha çoktur, bunun için bazen “göçmen” bazen “gurbetçi” olarak kullanmak istiyorum. 

Ülkemiz hem kendi içine, hem de dışına çokça göçmen/gurbetçi göndermiş, değişik ülkelerden de çokça göçmen/gurbetçi almış ve bu acılı süreç artarak devam etmektedir. Göçe zorlayan trajediler yetmezmiş gibi, onları bir de denizde, karada ve vardıkları yerlerde bekleyen nice acılar vardır.

Bugün Suriye'de yaşanmakta olan haksız emperyal savaş nedeniyle, 4 milyon göçmen aldık, sınırımızda da milyonlarca göçmen adayı fırsat beklemekte... Ve daha dün Almanya'da gurbetçileri hedef alan ırkçı bir saldırı... 

Dünyadaki bütün emperyalist/faşist savaşlar, kendisini "insan(!)" sanan bazı kişi ve grupların öz çıkarları için çıkmış ve çıkmaktadır. Ve tüm çıkar savaşları da; "dinim, ırkım, vatanım, devletim, milletim, beka.." gibi hamaset sözleri ile başlatılır.   

Halkın duygularını kabartan çağrılar yankı bulur ve halk çocukları, 
kinle bilenerek tanımadığı, bilmediği başka coğrafyalardaki suçsuz günahsız halklara düşmanı olarak savaşa gönderilir. Düşman ilan edilen mazlum halkın; malı talan, çocuk-kadın-yaşlı-gençler katledilir... insanlık suçu büyük acılar yaşatılır...

O kandırılmış askerlerin bazıları bu savaşta ölür, bazıları yaralı-sakat-sağ kalır. Fakat sağ kalanlar (yaşananları unutamaz) bunun için ömür boyu bir "suçlu" olarak vicdan azabı içinde yaşarlar. 

Acımasız-haksız savaşlar, baskı, zulüm, sömürü, yoksulluk, ölüm korkusu ve bir de doğal felaketler göç etmeyi zorunlu kılmaktadır. İ
nsanlar; güvende değil, işsiz karınları aç, ailesi için gelecekte huzurlu bir yaşam olmayacağını anlamış, böylece tek seçenekleri olmuştur göç. Yaşamak için, bir umut kapısı olarak gurbet ellere giderler.

Yoksa;

Kim; doğduğu evi, komşularını, hayvanlarını, bağ-bahçe-tarla-
coğrafyasını, anılarını, hayallerini, bırakıp, bilinmedik diyarlarda sığıntı olmak ister?!... 

Kim; dilini, töresini, bilmediği yaban ellerde işsiz, güvencesiz bir  gurbetçi olmak ister?!... 

EN ÜST KİMLİK İNSANLIKTIR

Bazı insanlar göçleri doğuran nedenleri bilmiyor, bazıları göçleri, kendi yoksulluklarının sebebi biliyor, bazıları da kimlikleri öne çıkarıp; ırkı, dini, kültürü ve yaşam tarzına uymadığı ... için göçmenlere dostça bakmıyor ve onları çevrelerinde görmek istemiyorlar. Fakat, dünya barışını yok edip, göçleri zorunlu kılanlar ile kendilerini yoksul bırakanların aynı emperyalistler, aynı işbirlikçiler ve haksız savaşlar olduğunu bilmiyorlar. 

Evet, her insanın birçok kimliği vardır, fakat en kapsayıcı olan kimlik insanlıktır. Ancak bu kimlik etrafında birleşmek dünyaya huzur ve barışı getirir.

Zorunlu nedenlerle evini toprağını terk eden göçmenler, ister kendi ülkesi içinde, ister ülke sınırları dışına çıksınlar, onlar için artık sınırların hiçbir önemi yoktur. Çünkü onu var eden damarları, kökleri kopmuştur ve artık o gittiği yerde bir gurbetçi olmuştur.   

GÖÇMENLERİN HAYATI

Bazı göçmenler; “karnım nerede doyarsa vatanım orasıdır” dese de, siz inanmayın onlara. O gurbetçi, kendi coğrafyası uzağında yaşarken içindeki özlemleri saklı tutarak, buralara kök salıp, dal-budak vermeye çalışsa da… O, zorunlu bir sürgün, bir tutuklu gibi düşünür/görür kendini.  O, yaşama merhaba dediği coğrafyasını sürekli olarak rüyalarında, hayallerinde gizli gizli yaşatır, yüceltir, kutsar kendince.

Göçmenlerin karşısına aşılması zor engeller çıkar, bu engelleri aşmak için de öncelikler sıralamasını değişmek zorundadır. Artık hayallere, sevgiye, aşka, hobilere ayıracak zamanı çok çok azalmış, yaşam savaşı ön sırayı almıştır. Çoluk çocuğu ile gurbet elde 'sıla' özlemi çekip, için için yansa da… O, özlemlerini kendine saklar, gizli-açık kendisi ile fısır fısır konuşur ve dertleşir.

Rüyalarında, geldiği yerin dağları, yaylaları üstünde; koşar/uçar, serin pınarlardan su içer, arkadaşları, komşuları ile buluşur, konuşur... Öper, koklar, kuzularını oğlaklarını, başaklı tarla ve bahçelerde dolaşır, meyveler koparır dalından...

Rüyaların sevinci daha onu dinlendiremeden, yeni güne yorgun başlar. Hele de duyguları ona; “çevrendekiler seni istemiyor, her an göz hapsindesin, hep seni konuşup, çekiştiriyorlar... diye fısıldıyorsa…

Başı öne eğik kapı çalıp, iş ararken, kuşkucu söz ve bakışlarla sorgulandığını hisseder kahrolur. Kimse “ben olsaydım ne yapardım” diye duygudaş olmaz ona...Kimi “ne işin var buralarda, memleketine git” der. Kimisi de acıyarak sadaka vermek ister…

Gün boyu yara alır, onuru zedelenir, boğazı düğümlenir nefessiz kalır. İçine akıttığı gözyaşlarının da hiçbir faydası dokunmaz ona… Olanlar, söylenenler, hor görmeler, git demeler, ondaki yaşam tutkusunu, alıp gitse de… O, yaşamak zorundadır, hele de bakacak ailesi ve çocukları varsa...

Alıp başını gitse, başka gurbetlerin gurbetçisi olması da kolay değil ki!... 

Ve eğer şanslıysa; barınacak bir yer, karın doyuracak bir iş bulur.

***

Gurbetçiler bir iş bulsalar da, yaşamsal öncelik sıralamasında kendileri için önde bir yer bulamazlar. Bu kez, varsa çocukları, yoksa da doğacak olanlara öncelik sırasını vermek ve onlar için bir gelecek kurgulamak zorundadırlar.

Eğer zorlukların, zalimliklerin bittiğini, çocukları için güvenli bir gelecek olacağını anlasa hemen uçup gitmek ister doğduğu yerlere… Bu duygu ile "haydi" diyecek olur, yine başaramaz. Çünkü çocukları bu coğrafyanın havası, suyu, yaşayışına alışmıştır, söküp alamaz onları buradan, çaresiz kalmıştır artık.

Gurbetçilerin sırtında kambur oluşturan yükler; hem sosyal, hem ekonomik, hem politik, hem de psikolojiktir. Bu yüklerin en zalimi, en utanç verici, en çok yaralayanı ise, kimlik baskısı veya bilindik ismiyle faşizmdir

Gurbetçiler, bedeli çok ağır olan kara faturalar için; canlarını, mallarını, topraklarını, gururlarını, duygularını ödeyerek yaşama tutunmaya çalışan yaralı insanlardır.

Eyyy gurbetçilere, göçmenlere düşman olanlar!..

Niçin gurbetçilere kimlik baskısı yapıyorsunuz?

Bizler de tüm “insanlık” olarak bu ağır faturanın suç ortaklarıyız!...

Çünkü bizler insanlık olarak...

El ele verip; emperyalizme, faşizme, savaşlara, sömürüye, "DUR!.."

Savaş sevicilerine, "GİT!..."

Yoksulluğa "YOK OL!.."  

Demedik/diyemedik.

Şimdi neden koro olmuş, gurbetçilere "GİT!.." diyoruz?

Diğer yazılarım:tıklayınız