devlet etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
devlet etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

28 Ocak 2024 Pazar

Okullarda Neler Oluyor? (1)


4 Şubat 2023 Cumartesi

İnkâr edenle uzlaşılmaz!


Devlet
, egemen anlayışın hedef ve amaçlarına ulaşmasını sağlamak için kurulan organizasyondur. Devletin, ülkenin mevcut ve olası sorunlarını çözmek için yurtiçi ve dışında yaptığı tüm çalışmalara da siyaset denir. 

Otokrat siyaset, kişiye özel buyruklarla yapılır. Demokratik siyasette ise yönetme yetkisini almış seçilmişler ve atanmış bürokratların iş birliğinde yapılır. Ancak bu yönetimler, meclis, yargı ile sivil toplumun gözetim, denetim ve sorgulamasına açıktırlar. 

Ülke yönetiminde etkili bir politikacı olmak zor ve uzun bir süreçtir.     

İstekli ve iletişim becerisi güçlü olan aday politikacılar, önce kendisi için bir görüş, bir siyasal oluşum, farklı kimlikler bularak gelişir, çoğalır ve sosyalleşir. Ve bulduğu arkadaş/yoldaş/taraftarlarıyla birlikte yol almaya başlar. 

Bugün yurdumuzda yılların yorgunu bir iktidar, irili ufaklı birçok parti ve çok sıkıntılı günler yaşayan halkımız var.

Halkın büyük çoğunluğu yaşamakta olduğu; yoksulluk-yolsuzluk-yasaklarla birlikte ülkeyi saran korku ikliminin de bitmesini istiyor. Bu nedenle de yapılacak seçimi sabırsızlıkla bekliyor. 

Ancak seçimi tek başına kazanıp bu haklı isteklere çözüm bulacak hiçbir partimiz yok! 

Ama bunun çaresi var: muhaliflerin bir koalisyonda buluşması!

Her partinin kendisine özel hedef-amaç-ilkeleri ve diğer anlayışlarla benzerlik ve zıtlıkları vardır (ki olacak, olmalıdır da).       

Koalisyon uzlaşı demektir. Eğer her grup/parti kendisine özel hedef ve anlayışları öne çıkarmaz, ortak hedefler arar bulursa, uzlaşı olur.  

Tarih boyunca denenmiş, damıtılarak günümüze ulaştırılmış 'etik değerler' böyle bir uzlaşının temelini oluşturabilir. (Etik: Yunanca "kişilik, karakter" anlamına gelen "ethos" sözcüğünden türemiştir. Doğru davranışlarda bulunmak, doğru bir insan olmak ve değerler hakkında düşünmek demektir). 

İşte bu değerlerden birkaçı: doğruluk, dürüstlük, eşitlik, sadakat,  saygınlık, güvenilirlik...  

Fakat bazı kişi ve gruplar insanlığın bu ortak değerlerini çok bencilce kullanırlar. Bunlar kendilerini toplumsal yaşamın ana öznesi, 'öteki' olanları ise birer nesne olarak görürler. 

Örneklersek; çok uzaklardan gelen cetlerinin, yerleştikleri bu coğrafyanın tek hâkim öznesi ve sahibi kabul ederler. 

Buralarda yaşayıp da 'öteki' olanların; dili, tarihi, coğrafyası, kültürü yoktur, yani onlar kimliksizdir! 

Bu 'kimliksiz' sayılanlara bazı haklar da ancak kendilerine bağımlı ve benzer oldukları ölçüde tanınan bir lütuftur!   

Bu genellemelerden sonra uzak-yakın tarihimizin sayfalarını eğer birazcık aralayıp ülkemiz özeline bakarsak, bu coğrafyanın; çok dilli, çok inançlı, çok kültürlü bir yurt olduğunu... 

Ve buradaki her farklılığın; kimliğini, dilini, inancını, töresini yaşadığını...  Çocuklarına, köyüne, kentine, hayvan, çiçek, böcek, dağ, ova, ırmak  ve coğrafyasına kendi dilinde adlar verdiğin... Dili, inancı, töresi, türküsü, sazı, öyküsü, masalı ... ile birer birer kültür oluşturmuş olduğunu görürüz.  

Peki eğer bunlardan sadece Türk ve Türkçeyi kabul ederseniz: Kürt/Kürtçe, Laz/Lazca, Çerkes/Çerkesce, Gürcü/Gürcüce..., Alevi, Sünni, Süryani, Ermeni, Ezidi, Roman ..., Baran, Berivan, Xezal... Amed, Dersim, Çewlig, Vica, Vitze, Arkabi ..., Kürdistan, Lazistan ne olacak? 

İşte bunlar bizim gerçeklerimiz, sosyolojimiz ve tarihimiz! Burada yaşayanlar var oldukça onların, isimleri, dilleri, inançları, kültürleri de olacaktır/olmalıdır! Çünkü bunlar herkes için olması gereken 'insan hakları', bunları engellemek ve yok saymak da bir 'insanlık suçu'...

Bunları inkâr etmek insanlığın etik değerlerini yok saymaktır.

Bu nedenle istiyoruz ki;

  • Ortak yurdumuzda herkesin 'insan hakları' olsun! 
  • Herkes anadilinde eğitim alıp konuşsun, yazsın! 
  • Silahlar sussun, gençler ölmesin, analar ağlamasın!
  • Öldürmek için harcanan kaynaklar, halka iş-ekmek sağlasın!
  • Suçlu cezasını çeksin, külfet ve nimet eşitçe paylaşılsın!
  • Bizim seçtiklerimiz, kentimiz ve ülkemize hizmet sunsun!
  • Birlik olalım, dostça oturup gülelim, eğlenelim, çaylar içelim!
  • Yurdumuzda huzur, barış, demokrasi içinde bir yaşam olsun! 

Fakat bu isteklerimiz HAYIR! diye karşılık buluyor ve diyorlar ki:

  • Buranın tarihi Türk ile başlar ve buradaki herkes Türk'tür!
  • Anadilimiz Türkçe! Şehir, dağ, ova, ırmak çocuk adları ve türküler Türkçe olacak! Ne mutlu Türküm diyene!  
  • Kaynaklarımız top, tüfek, bomba olup öldürecek, gençlerimiz şehit olacak, analar başka şehit adayları doğuracak!
  • Suçlu bizdense cezasız, külfet sizin, nimet bizim olsun!
  • İradenizle seçtiklerinizi istemiyoruz, kayyımlarımız yönetsin!
  • Siz 'ayrılıkçısınız', zalimi-zulmü yenmek için sizin dostluğunuza gerek yok, 'kilit oylarınız' yeterli!
  • Top-tüfek-bomba ile 'ötekiler' yok olmadan ülkede huzur, barış ve demokrasi olmaz!  
Bunlarla yetinmeyen iktidar ve muhalefet sözcüleri şimdi de söz birliği yaparak kanal kanal dolaşıp: Biz HDP'yi değil almış olduğu altı milyon oyu istiyoruz! -demekteler.

HDP, demokratik siyaset isteyen, savaşa-ölüme hayır, barış içinde yaşamaya evet diyen bir parti. 

Gökkuşağı anlayışıyla 'öteki' sayılan herkese kucak açan HDP'nin kazandığı 59 Belediyeye kayyum atandı, başkanları, vekilleri, on binlerce üyesi tutuklandı, parasına el kondu ve kapatılmak isteniyor! 

Bunlara sessiz kalanlar ve 'merhaba'  diyemeyenler şimdi çıkmış: 

"Altı milyonun oyu istiyoruz!" -diyebiliyorlar.

Ve demek istiyorlar ki:

Bu organizmaya karşıyız, fakat onun organlarını istiyoruz! 

Bu binanın bölümlerini, duvarlarını değil ama tuğlalarını istiyoruz! 

Ne kadar da trajikomik bir durum değil mi?

Ey uyanıklar, uyanık geçinenler! 

Zaten 'öteki’ sayılan altı milyon olmasaydı HDP olmazdı ki! 

Çınar ağacı devrilecek siz de odun toplayacaksınız, öyle mi? 

Sizi gidi kendisini en akıllı sayan fırsatçılar sizi!  

İşte bu yüzden inkâr edenle uzlaşılmaz! 


 Emin Toprak - DOSTÇA

         Diğer yazılarım için tıklayınız   

21 Ocak 2022 Cuma

GENÇLERİN ÇIĞLIKLARI


Dünyanın her yerinde üniversitelerdeki gençlerin çok karmaşık psikolojik ve sosyal sorunları vardır. Bu geniş alanı biraz daraltıp, daha çok yoksul gençleri mutsuz eden barınma ve eğitim sorununa kısaca değinmek istiyorum.     


Bu sınırlanmış alanda gençlerin üç isteği vardır.

  1. Güvenli, sağlıklı, huzurlu ve temiz aşı olan bir barınak, 
  2. Bilimsel, çağdaş özgür, eşitlikçi bir eğitim almak,
  3. Başarılı bir eğitim süreci sonrasında da bir iş-meslek edinmek. 

Peki, bu istekleri sağlamak kimin görevi?


Bu zorunlu görevin asıl sorumlusu, ülkedeki kaynakların gelirlerini ve vergilerini toplayan devlettir. Devlet, halkı adına; ülkedeki eğitim altyapısını, hukuka uygun, eşitlikçi bir anlayış ve denetime açık bir dürüstlük içinde hazırlayarak hizmet üretmelidir. 


Yeterli ekonomik güce sahip ailelerin, eğitim sürecine katkı vermesi ise daha sonra gelir. Zaten bu yazıya konu olan gençlerimiz de yoksul ailelerin çocuklarıdır.


Çağdaş dünyada, zorunlu olmadıkları halde, eğitim hizmetlerini insani bir görev sayan pek çok gönüllü kuruluş vardır. Devletlerin denetimi ve gözetimi altında olan bu dernek ve vakıflar; ihtiyacı olan gençler daha iyi bir eğitim alsınlar diye barınak ve burs katkısı sağlarlar. Sanırım hemen herkes, kendi çocukları veya tanış çocuklarının böyle bir barınma veya burs alışına tanık olmuştur. 


Bu kurumlar ayırım yapmadan ihtiyacı, tutkusu ve becerisi olanlara el uzatmayı amaçlarlar. El uzattıkları gençleri belki de hiç görmez, onların özel yaşamlarında ne yaptıklarıyla da ilgilenmez ve o kişinin; dini, dili, milliyeti, yaşam tarzı gibi özellerini hiç sorgulamazlar. Hizmetleri için ne diyet borcu ister ne de minnettarlık beklerler. O gencin, akademik başarısı ve isteği sürdükçe de yardım etmeye devam ederler. 


Peki, bizim ülkemizde neler olup bitiyor. Biraz da ülkemizdeki gençler ve onlara sunulan hizmetler bakalım: 


Bizim ülkemizde de devletten; bina, arsa, vergi muafiyeti alarak gençleri barındıran, yemek ihtiyaçlarını karşılayan bazı dernek ve vakıflar vardır.


Fakat bizdeki bu kurumların ezici çoğunluğu tarikatlara ve cemaatlere bağlıdır. Bunlar; emirlerine uyacak, yollarında yürüyecek, 'başkalarını' düşman bilecek militan yetiştirmek amacıyla kurulmuştur. Yani burada çağdaş eğitimi değil, yandaş eğitimi verilmektedir.  


Böylesi bir cemaattin eğitiminden geçerek ülke yönetimini ele almak isteyen bir darbe girişimine çok yakın zamanda ülkece tanık olduk. Fakat iktidar bundan hiç ders almadı, o darbeci kurumun varlıklarına el konup, bu kez başka tarikat ve cemaatler bırakıldı. Böylece bu darbe girişimi, başkaları için bir fırsat oldu!  


Devlet, ihtiyacı olan gençler için yeterli barınak ve burs sağlamadı. Fakat, nice yolsuzluk ve sapkınlıkların yaşandığı bazı cemaatlere verilen koruma, mal, hizmet desteği de artarak devam etti. Ve böylece devlet, yoksul gençleri, militan yetiştiricilerin birer müşterisi yapmış oldu.  


Yurt İdare ve İşletme Dairesi Başkanlığı verilerine göre:


Türkiye genelinde toplam 624 bin 237 barınma başvurusu yapan 440 bin 303’ı kabul almış,183 bin 934 öğrenci açıkta kalmış... 

Tüm Yurt ve Barınma Hizmetleri İşverenleri Sendikası (TÜYİS) Başkanı Umut Gezici'nin, Sözcü Gazetesine anlattığına göre: 

Yoksul gençlerin bir kısmı 50.000 yatak sayısını aşan “Cemaat ve vakıf yurtlarına gidiyorlar. Gençlere, burada sorumlu bir 'abla' veya 'abi' bulunacak, buradaki toplu ibadet, dini sohbet, namaz ve çeşitli programlara zorunlu katılacaklar. Onların yatış kalkış saatleri, giyim tarzları gibi her şeylerine karışılacak. Böylesi bir eğitim sonunda 'Çok azı kendisini bu yapılardan kurtarabiliyor. Çoğu, tarikat müridi oluyor.'

Bir kısım öğrenci de kaçak, ruhsatsız kontrolü olmayan ‘Kız oteli', ‘erkek öğrenci evi' diye tanıtılır. Buralar, uyuşturucu benzeri pek çok tehlike ile doludur. Ve bu tür yerlerde barınanlar da 150.000 kişiyi aşmıştır. 

2006 yılında cemaat, tarikat yurt sayısı 1.723 iken, 2021 yılında %93 artışla 3.331 oldu. 


***


İşte bu iklimde yetişen gençlerimiz:

"Cebimde 4 lira var okulda yemek yiyemiyorum!"

"Yurt yok barınamıyoruz!"


"Geçinemiyoruz!"


"Diplomam var ama işsizim, açım, geçinemiyorum!" 


Ve hiç sonlanmadan dizilip gider gençlerin çığlıkları... 


Köyde-kentte her yerde yoksulluk, anne-babaların belini bükmüşken, onlar bir de diplomalı-diplomasız, işsiz-güvencesiz çocukları için boyun büküp, çaresiz kalırlar.


Böyle bir sessizlikte buluşur milyonlarca aile ile gencin çığlıkları…


Bu çığlıklar milyonların yalnızlığı içinde, bazen gözyaşı olur akar içlerine, bazen de yangına dönüşmeyen bir alevin öfkesi gibi tek tek yakar o canları.


Bu çığlıklara çare bulmakla görevli olanlar ise aklanmak ister ve 'Nankör' ilan ederler o milyonları...


Oysa, yalnız kalan bu milyon çığlıkları:


Birey hak ve özgürlükleri baskılanmış olanların, 


Ana-baba eline, desteğine muhtaç bırakılanların,


Umudunu yitirerek, yükleriyle içe kapananların,


Diyarında bulamadığını, 'el' diyarlarda arayanların,


Belirsizliğe ve bilinmeze doğru yol alanların,


Yenik-çaresiz-takatsiz kalıp da intihar edenlerin,  


Herkesin gelecek umudu ve herkesin en değerlisi olan; evlatların, kardeşlerin sesiydi. 


Evet bunlar bizim gençlerimiz ve onların çığlıkları! 


Bunlar; yüzleşmek zorunda olduğumuz gerçeklerimiz!


Peki, bu herkese yeterli olan coğrafyada, nedir bu yoksulluk, nedendir bu acı ve çığlıklar? 


Bu acıtıcı gerçekler; "sokaklara çıkıp hakkımız olan, demokrasi, eşitlik ve  barışı istemeyelim, bunları yaparsak sonra uf olur, susalım, sinelim sandığı bekleyelim" demekle son bulmaz ki! 


Eyy... "Zaman her şeyin ilacıdır" düşüyle, avunup bekleyenler! 


Zaman, her şeyin ilacı da çaresi de değildir, o, iyileştirmez!


Amaçsız, isteksiz, çabasız olanı, zaman, sadece alıştırıp uyuşturur! 


Ve işte size tarihsel kurallar dizgesinin en ilk maddesi: 


'Zaman, yaşama direnmeyenleri öğütüp yok eder!' 


Bu tarihsel vargıya bir itirazı olan varsa, çıksın konuşsun!


İnsan haklarımızı korumak ve onları elde etmek için istek ve cabalarımız en kutsal mücadeleyi başlatır. 


Acı, çığlık ve yoklukları iyileştirip tüketecek kutsal mücadele; bekleyerek, susup ağıt yakarak kazanılmaz ki!


'Öbür yanağını da çevirenin' çaresizliği içinde yol alınmaz ki! 


Acı, çığlık, yoklukları; birliktelik, isteklilik ve çabalarımız yok eder. 


Olan biteni görmek, gençlerimizi duymak, anlamak, onların seslerine ses katmak, ellerine el vermek, çoğalmak, hep birlikte çareler arayıp bulmak gerekir. 

Emin Toprak- DOSTÇA

Diğer yazılarım için tıklayınız


3 Nisan 2020 Cuma

MUTLULUK

Bu ne beter çizgidir bu
Bu ne çıldırtan denge
Yaprak döker bir yanımız
Bir yanımız bahar bahçe
                                 
/Ahmet Arif
                                                                                                   

Açlıktokluk, sağlıkhastalık, sevinçüzüntü, uykuuykusuzluk, sevginefret,  dostdüşman,  başarıbaşarısızlık, savaşbarış … diye devam eden bu zıtlık ve birliktelikler yaşamölüm zaman diliminde sürer gider...

Antik çağdan beri filozof ve bilimciler; (Yaşam=mutluluk+mutsuzluk), (Yaşam-mutluluk=mutsuzluk), (Yaşam-mutsuzluk=mutluluk) diye matematik diliyle tanımlamış ve tartışmışlar yaşamı. 

Bu her üç eşitlik dizgesinde de “yaşam” öznedir. Her yaşam, formülde yer alan iki zıt ögenin durumuna göre; renk/içerik/nitelik değiştirir. Yaşamın bu formülü belki size çok basit görünebilir, fakat derinlere indikçe; pek çok açılıp kapanan parantezle karşılaşır, çokça bilinmezle tanışırsınız, bu durum da sizi yorar ve düşündürür.

Sonunda da, belki “çözümsüzdür” diyerek, yılar ve kendi bu gerçeğinizi yadsıyıp kaçmak istersiniz. En iyisi mi biz; bu girift bilinmezlikler için kalıcı çözümleri, insan, toplum ve matematik bilimcilere bırakalım…

Ama boş da durmayalım, nasılsa coronavirüsün bize sağladığı bolca zaman var. O halde yaşam pratiklerimizi; düşünüp, konuşup, paylaşıp, tartışalım.

Ve eğer anlaştıksa, penceremizi azıcık aralayıp, birazcık eşeleyelim. Bu bakış ve eşeleme sonunda, insanların 4 farklı yönelim gösterdiğini ve numaraları her okunuşta da (sanki)"o, benim"-"buradayım" seslerini duyarsınız: 

1.    “Yaşam = mutluluk + mutsuzluk ”dur olgusuna inanlar: Bunlar, yaşamdaki mutluluk ve mutsuzluğun neden-sonuç ilişkisiyle birbirini tamamlayıp hep var olacağını... El birliği ile yapılacak mücadelenin de, mutsuzluğu azaltıp, mutluluk çoğaltacağını… Yaşamı var eden doğal ve sosyal çevreleri korumak ve haklara saygı duymak gerektiğini…   Barış içinde yaşamak için sorunlarla ve sorun yaratanlarla savaşmak gerektiğini bilir ve bu amaçlarla uğraş verirler. Bunlar; kendi gerçeklerine ayna tutabilen, yaşamın diyalektiğine inanan kişilerdir.    
2.    Sürekli mutlu olmayı ve hiç mutsuz olmamayı kendine dert edinmişler: Bunlar; yaşamın gerçeklerinden uzak, hayal dünyasında yaşayanlardır. Bunlar; başkalarını önemsemeyen, "hep bana" diye düşünen, egolarına tutsak narsist ruhlu kişilerdir.    
3.  Hayata tutunmak, mutlu olmak için kendini güçsüz, yetersiz görenler: Bunlar; ham hayallere sığınıp el açar, diz çöker; n’olur nidalarıyla dua eder, yalvarır, söz verir, adak adar, düşleri gerçek olsun diye, içten, masumane gözyaşı döker… İstek ve özlemlerine kendi öz çabalarıyla değil de başka kapılardan gelecek mucize yardımlarla ulaşmak… Kendilerini; dilenci değil, kader mağduru, “dileyenler” olarak gören kişilerdir. Bunlar; kurnaz ve uyanık geçinseler de aslında özgüvensiz ve çaresizdirler.
4.  Ha! … Bir de mutlu olmayı kendisine çok görenler var ki: Bunlar; yaşam boyu kendini mutsuz kılmak isteyen… Mutlu olmak için yol, yöntem, çare arayıp bulmak yerine, kendi mutsuzlukları için hep başkasını suçlayan, onlara öfke duyan ve sürekli mutsuz kalmayı seçen kişilerdir. Bunlar; sorunlarıyla baş edemeyip sürekli kendileriyle uğraşan, psikolojik sorunları olan kişilerdir.

***

Diyalektik kural gereği her insan yaşamında; mutluluk ve mutsuzlukları bir arada, iç içe yaşar. Biri diğerinin karşıtı olsa da aynı zamanda onun varlık nedenidir. İşte bu karşıtlıklardır hem kendilerini hem de yaşamı var eden ve anlamlı kılan…

Önemli olan, insanın kendisi gibi başkalarını da “insan” görmesi... 

“Başkalarını” önemsemek, onların yaşadığı acıları fark etmek bizim "insani" duygularımızdır. 

Peki, kendine ayna tutmayan, ayrımcı olan, sahte pozlar takınıp, hamasi nutuklarla algı yaratanlar acaba hangi duygulara sahiptirler?!..              (Evet, sahte dedim!.. Çünkü sahtedir; kendine ayna tutup, kendisiyle yüzleşmeyen. Sahtedir ‘kendisi’ olmayan! )

Bir de toplumsal hak ve özgürlükler konusu var ki, kişileri mutlu veya mutsuz kılan asıl kaynak budur. Bunun düzenleyicileri ise devletlerdir.

Devletin amacı; insanları güven içinde yaşatmak, ya da daha mutlu kılmak insanı... M.Ö 3. yüzyıla dayanır ilk devletlerin kökleri… 

O günden günümüze, tüm devletler halktan alırlar güçlerini. Ancak bu güç; hep kin-nefret üretmiş, hep savaşlar çıkarmış, hep mutlu bir azınlıktan yana, hep güçlülerin emrinde ve acımasız olmuş… 

Ve ne yazık ve ne acıdır ki, henüz insancıklara “insanca” davranan bir devlet olmamış…

Güncel bir konu ve birkaç soru: 

İşte size çok çok güncel bir örnek: O meşhur coronavirüs sayesinde, daha önce; "komşu, mahalle, kent, ülke içindeki olağan yardımlaşmaların, şimdi sınırları aşıp dünyaya yayıldığını, kucaklaştırıp düşmanlıkları ötelediğini ve büyük bir dayanışma sağladığını..." düşünüyorduk ki:  

Meğer bizim devlet (aşağı yukarı şöyle) bir karar almış; "Siz artık kendi seçtiğiniz belediyeler aracılığı ile değil, sadece benim dediğim yere, istediğim hesaplara bağışta(!) bulunacaksınız! ..." Demek ki devlet, kesemizi kullanmamız konusunda bile bizi ehil görmüyor! Artık bu işi de "O" yapacakmış!...

Vay be!.. Bu bir ferman, bu bir emir!.. Sizce mutsuz etmez mi insanı?

Bu emir bana, mutsuz olduğum bir anı, anımsattı: 2011 Van Depremi olduğunda depremde zarar görenlere verilsin diye kendimce bir koli hazırlamış, Van Belediyesine gönderecektim. PTT kargo görevlisi: “Hayır!.. Yasak1... Belediyeye değil Valiliğe göndereceksin!..” (Nedeni açık:Van Belediye Başkanı HDP’li, onu etkisiz kılmak, cezalandırmak istiyorlar.) Bu sözleri duyunca çok şaşırdım ve ben de o zavallı görevliye kızarak: “Sen mi karar vereceksin, benim kime yardım edeceğime?” demiştim...

Ve bir vatandaş olarak, birkaç soruyla noktalayacağım bu uzunca yazıyı:
  • “Kamu İhale Kanunu” niçin 187 ayda 186 kez değiştirildi?
  • "Deprem Yardımı" diye toplanan paralar nerelere harcandı?
  • Kızılay, vergi muafiyeti sağlamak için kime ve niçin aracı oldu?
  • İşsizlik fonu paraları nerelerde kullanıldı?
  • Dünyadaki kriz ve iflaslar bizim de kapımızı çalmaya başlamışken, neden bizde köprü, geçit yapanlara dolarlar akmaya devem ediyor?   
Mutluluk dedik de bakın nerelere geldik!...

Yaşamın diyalektiğidir bize bunu yaptıran.


Diğer yazılarım: tıklayınız

14 Aralık 2018 Cuma

Savaşlar kimin için?


Bilim insanları ulaşabildikleri en eski toplumsal verilere dayanarak, insan davranışlarını belirleyen duyguların öncelik sıralamasını: yeme, içme, cinsellik, barınma ve güvende olma… olarak yaparlar. İnsanoğluna bazen yaşamsal korkular da yaşatan bu duygular; paylaşmayı, bir arada yaşamayı, işbirliğini, dayanışmayı ve tapınmayı da sağlamıştır. Kim bilir, belki de eğer bu korkular olmasaydı; ne aileler, ne klanlar, ne dinler, ne de devletler olabilirdi.

Bu korkuları yaşayan insanlar kendilerini koruyacak bir güç aramış ve devletler kurulmuştur. Halkın kendi güvenliği için oluşturduğu bu güç, ne yazık ki zamanla o halkı ezen, insanlığa düşman kontrolsüz bir güç olmuştur. Çünkü bu güç, inanç alanındaki etkili kişi ve kurumları da denetimine alarak gücüne güç katmış ve bir azınlığın emrine girmiştir. Ve artık sadece onların çıkarlarını ve varlıklarını korur olmuştur.

Doymak bilmez (açgözlü-obez) emperyalist azınlık, her ülkede işbirlikçi ve çanak yalayıcı kompradorlar bulmakta, paylaşım savaşlarını da bu piyonlarının yardımıyla yaparlar. Devlet gücünü kullanarak; önce kendi ülke insanlarına, sonra diğer ülke insanlarına, tüm canlılar ve doğaya karşı yaptıkları acımasızca fiziki-psikolojik baskı ve yok etmeleri de kaçınılmaz bir kader sayarlar.

Tabii ki bu haksız savaşlarda büyük acılar yaşayan halklar da, haklı olarak, hakları için direnir, savaşır, büyük kayıplar verir, zaferler kazanırlar. 

Demek ki, savaşlarının başlıca görevi, öldürüp, yok etmektir.

O halde, insanlık tarihi boyunca büyük sömürü, acı ve kederlere neden olan bu acımasız savaşlar bitmeli... İnsanlığa demokrasi içinde, özgür ve insanca yaşayacağı bir barış ortamı sağlanmalı...

Bunun için de öncelikle her birey, yani herkes ayrımsız olarak; tüm ülkeleri, cinsleri, dilleri, inançları, renkleri, özetle tüm farklıkları saygın kabul etmeli. Ancak o zaman insanca, güven ve barış içinde bir dünya kurulabilir.

Peki, böyle bir dünyanın oluşması çok mu zor?

Eğer hiç çaba göstermezsek, evet çok zordur.

Fakat eğer herkes vicdan sesine uyar ve içinde  sürekli olarak; ben!.., ben!.. diye haykıran o vahşi “ben”i insanileştirmek için çaba harcarsa… Başkalarının da istekleri ve hakları olduğunu anlarsa… Hemen olmasa bile çok kolaylaşır başarmak.

Başlamak gerek!...

***

Bugünlerde Ivan İllich’in 1970'li yıllarda yazdığı o bilindik eseri “Okulsuz Toplum”u okuyorum. Ve bu eserden düşündürücü bulduğum birkaç satırı (konuya uygun olduğu için) paylaşmak istiyorum:

“Modern mermiler ve kimyasal silahlar o derce etkilidir ki, birkaç sent değerindeki bu nesneler, niyeti öldürmek olan müşterilere dağıtılmaktadır. Fakat bu dağıtım işinin maliyeti baş döndürücü bir şekilde yükselmektedir. Ölü bir Vietnamlı’nın maliyeti 1967 yılında 360.000 dolardan 1969 yılında 450.000 dolara yükselmiştir. Bir skala üzerindeki ekonominin ırk katliamına yaklaşımı, modern savaşı ekonomik olarak cazip hale getirecektir…”     
                (Okulsuz Toplum. Şule yayınları 34.baskı sayfa 72-73)

İşte o modern savaş sanayicileri, Vietnam’da olduğu gibi yine iş başındalar: Böyle bir ortam yaratınca da, ölüm aracı olan bu akıllı mermileri, füzeleri, tankları ve kimyasalları almak isteyen çokça ve çok istekli piyon müşteri buluyorlar. Hatta bu istekli müşterilerini önce birbirleriyle yarıştırıyor, sonra kendilerine yalvartıyor daha sonra da fahiş fiyatla satış yapıyorlar. Faturası yoksul halka ödetilen, amacı da özgürlüğü, medeniyeti, insaniyeti, yaşamı yok etmek olan silahlar, sorgulama bilmeyen sessiz çoğunlukça; çılgınca alkışlanır, kutsanır ve kabul görürler. 

Ve vicdanlarının sesini duymazdan gelen, çaresizce sırasını bekleyen sindirilmiş sessiz çoğunluğun gözleri önünde (kurdun kuzuyu yemek için uydurduğu bahanelerle), kullanılır. Kime mi? Tek suçları(!) kaynaklarını, özgürlüklerini ve özgünlüklerini korumak isteyenlere karşı. Hem de, bir gece ansızın yapılan saldırılarla, hilelerle tuzaklarla...

Eğer görmek, düşünmek, anlamak istersek bakmalıyız yakın çevremizde olan; Hastanelere, tımarhanelere, hapishanelere, yetimhanelere, viran olmuş hanelere, talan edilmiş madenlere, ormanlara, mezarlıklara, göçlere, yangınlara, işsiz güvencesiz gençlere, Taksim’de-Soma’da-Roboski’de annelere...   

Kimi; bebek-genç-kadın-yaşlı ölerek,/ kimi; evsiz-işsiz-yoksul kalarak,/ kimi; evini-toprağını-yurdunu terk ederek,/ kimi; yaralı-sakat-hasta.../ Gör; Neler yapıldığını, neler…/ Neler yaşandığını, neler…

Bunlar biranda aklımıza gelenler, lütfen siz selamlaştıklarınızla birlikte listeyi çoğaltınız. Sonra da bu toplumsal yaraların her birini, tek tek savaşlarla ilişkilendirin, düşünün, sorgulayın ve çıkarımda bulunun, bu çıkarımlarınızı da başka selamlaştıklarınızla paylaşıp çoğalınız.

Haa, sömürücü azınlığın piyonu olmuş ve öyle olmakta ısrarlı olanlara da, lütfen aşağıdaki ünlemle başlayan soruyu sormayı unutmayınız:

Ey!... Savaş sevicileri, ben savaşın binlerce zararlı sonucundan birkaçını yazdım/saydım. Şimdi de size soruyorum, acaba siz, barışın sadece bir tek zararlı sonucunu söyleyebilir misiniz?


Yazarın diğer yazıları için tıklayınız