an etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
an etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

17 Nisan 2020 Cuma

YAYLAMIZ “DEŞTA ZENAN” (1)

Beşikler vermişim Nuh'a / Salıncaklar, hamaklar,
Havva Ana'n dünkü çocuk sayılır, / Anadoluyum ben,
Tanıyor musun ?
Ahmed ARİF
Bir önceki yazımda: “Mart bitmeye, Nisan gelmeye başlayınca ahırlardan, yeni yeni canlılar katılırdı aramıza: tay, sıpa, oğlaklar, kuzular, buzağılar ve civcivler... Bunlar, evimize, sokağımıza; renk, ses, neşe, dert katarak hem şenlik, hem de hüzün kaynağı olurdu.” demiştim.

Bu, ‘hem şenlik hem de hüzün kaynağı’ bir gerçekliğimizdi. Bu gerçekliği daha yaşanır kılmak için köy halkınca neler yapıldığını, anımsamalarla anlatmak...  Bu şekilde devam etmek isterim yoluma.

Köyümüz "Zenan" (resmi adı: Zeynelli)'de bazı aileler Mart ayındaki "kocakarı soğukları" sonlanır sonlanmaz yaylaya giderken, okulda çocukları olan büyük çoğunluk da Nisan'ın son haftasını beklerdi. 

Bildiğiniz gibi, 'Beritan Aşireti' 'göçerlik' diye adlandırılan bir yaylacılık yapar. Onlar, mor koyunları alıp köylerinden, illerinde çok uzak diyarlara gider, oralarda aylarca kalırlar ve kış yaklaşınca da kışlıklarına dönerler. Bizim köyde her ailenin "kendine yeter" sayıda hayvanı olduğu için yaylacılığımız; 3-4 ay süreli ve köy sınırları içinde günübirlik ulaşılabilecek uzaklıkta, yani kısa süreli, kısa mesafeli bir tür 'yarı-göçerlik' idi.   

Yaylaya gidişte başlıca amaç; kıraç tarlalardaki ekinin, çayırlardaki otun, bahçelerdeki meyve ağaçları ve sebzelerin zarar görmeden korunması... Ve uzun kış süresince içeride tutuklu kalan hayvan ve yavruları daha özgür bir ortamda, daha bol ve çeşitli beslemekti…



Bir de örtük amacı vardı bu göçümüzün, o da: Yoksulluk ve hastalığın olmadığı bir:“Kışa hazırlığı”... Böylece köy halkı, daha donanımlı ve daha da güvenli olarak "kış" aylarına girmiş olurdu.

Yaylamız “Deşta Zenan”; dağlar, tepeler arasında kalmış coğrafyadaki isimlendirme ile bir plato. Burası, komşu köylerimiz olan; Haftariç, Xozavit, Qeman, Xajik’in sınırladığı geniş bir alan…

NOT: Bu köy isimleri için olası karşı çıkışlar olabilir, bu nedenle bir parantez açmak istiyorum:  (Anadolu'nun antik mirası ile hepimiz gurur duyarız. Çünkü pek çok uygarlığa beşik olmuş bu toprakları eşeledikçe, nice uygarlıklar karşılar bizi. Ve anlıyoruz ki; Anadolu'da hiçbir zaman tek dil, tek ırk, tek din..., olmamış, tarihin her döneminde bu topraklarda; çok dil, çok ırk, çok din..., yaşaya gelmiştir. İşte bizler de böylesine harmanlanmış bir kültürün mirasçısıyız. Mirasa saygı esastır... Yukarıda sayılan isimler komşu köylerimize ait ve hepsi "resmen" değiştirilmiştir. Bu ırkçı uygulama 1913'ten günümüze devam edegelmiş ve 12.211 köy, kasaba ile 4.000 dağ, nehir gibi alanlarla birlikte 28.000 civarı isim, resmî kayıtlarda Türkçe isimlerle yer değiştirmiştir. Böylece bu "toprakların hafızası" silinmek istenmiştir.  Değişen isimler de genellikle; Arapça, Bulgarca, Ermenice, Gürcüce, Kürtçe, Lazca, Süryanice, Yunanca ve Zazaca dil kökenlidir. Ancak gerçekler zor değiştiği için, bölge insanları eski isimleri hiç unutmamış  ve halen kullanılmaktadırlar. Demek ki, yasalar her şeye kadir değildir: Örneğin; 1980’li yıllarda Bulgaristan’dan yurdumuza yoğun bir göç yaşanmıştı, o insanların en önemli kaçış gerekçesi “kimlik” haklarına yapılan müdahaledir. Kimlikler; anne-baba-ceddin belirlediği kişiye has insan hakları ve o bölgenin kültürel, psikolojik, sosyolojik öznelliklerdir. Bunun içinde de asıl kimlikler halkın belleğinde hep yaşar ve emirle değişemez, değişmemeli…)

Kaldığımız yeden devam edelim: Evet, bu sınırlarla çevrili olan yaylamız “Deşta Zenan”;  soğuk havası, serin suları, geniş ovası, bitek merası, meşe ağaçları ile süslenmiş dağ-tepelerinde, börtü-böcek, çiçek-bitki ve bolca keklik, yılan, kurt, tilki, ayı...’nın barınak kurup yaşadığı, bir korku-çile-özgürlük alanıydı. 

Bu alan aslında; uzun bir kış geçiren insanları ve hayvanların yaşadıkları sıkışıklığa son verir ve onları daha özgür kılardı.

Bunun içindir ki, “Yayla” tüm köy halkı için çok çok önemli…

Bunun içindir ki, bizim belleklerimize kazınmış çokça yayla anısı vardır.
***

Hani, bizler 7-8 yaşlarında bile ailenin birer üreticisiydik ya!..

İşte bu yüzden:

23 Nisan Bayramını coşku ile kutladıktan sonra, biz artık okula gitmez, yaylaya giderdik. (Zaten Mayıs ayı başında da köy okulları resmen tatil olurdu.)

Tam da o günlerde yaylaya gitmek için hummalı bir hazırlık başlardı.

Önce, “gom/xırcit” (yayla evi) ve hayvan barınaklarının kışın gördüğü hasarlar giderilir, gerekli onarımlar yapılır... Çuvallarla un ile bakliyat, yaylaya has (daha eski) araç, kap-kacak, yatak-yorgan, giysiler hazırlanır... Sonra da bunlar, merkep ve katırların sırtında yayla evlerine taşınır ve yerleştirilirdi.

Yayla zamanı, köyümüzün nüfusu üçe bölünürdü:

1. Köyde sürekli kalanlar (yaşlı ve hasta olanlar).

2. Yaylaya çıkıp sürekli orada kalanlar; anneler, bebekler, genç kızlar ve bir de hayvan yavrularına “şıvan” (çoban) olacak 7-12 yaş kardeşlerimiz.

3. Köy ve yayladaki güncel işlerin yoğunluğuna göre, yayladan köye gidip gelmeler değişkenlik gösterirdi. Bu grubun çoğunluğunu; henüz çocuk, fakat çocuk gibi yaşamayan, çocuk hakları olamayan 12+ yaşata birer emekçi olanlar oluştururdu. Ayrıca; ailede 12 yaş ve yukarısı erkek çocuğu olamayanların da o yaşlardaki kız çocukları ile eşleri askerde, gurbette ve dul kadınlar olurdu. Çok dinamik olan bu grup; köyde kalanlara yayladan, köyden de yaylaya ihtiyaç duyulan araç gereç ve yiyecek-içecekleri taşırlardı. Ve köyde tarla, bahçe işlerini yaparken, yaylada da sırası geldiğinde “şıvan” (çoban) olurlardı.  

Yayla ve oradaki yaşam anlatması çok uzun bir konu, bunun için diyorum ki; iyisi mi bu haftalık buraya bir nokta koyalım ve devamını gelecek haftalara bırakalım. 


Diğer yazılarım: tıklayınız


28 Şubat 2020 Cuma

EVDE - SOKAKTA


“Sevilmek mutluluk değildir.
Her insan kendi kendini sever;
Ama mutluluk bir başkasını sevmektir.”
/ Herman Hesse

Evde tek başınasın....

Yalnızlık, mevsime, geceye, gündüze, güne, saate… her insana göre bazı farklılıklar gösterse de, herkese abartılı anlar yaşatır. Yalnızken; iştahsız, obur, uykusuz, huzursuz vb. biri olarak kendinle uğraşır, düşünür durursun.

Sabah, öğlen, akşam, gece olduğunda, "kendinle uğraşma" eğrisinin ibreleri bazen yükselip-düşme farklılıkları gösterse bile iç sesin hep seninle, hiç terk etmez seni. 

İç ses; yalnız kalan insanın, en yakını ve en etkili gizli gücüdür.

İç sesinle kendi içine, dura kalka yolculuğa çıkar, durak durak gezinir, bazen güne, bazen de geçmişe odaklanarak gezinirsin.

Acıların, sevinçlerin, anıların, hayallerin, yaşanmışlıkların, sevdiklerin, sevmediklerin, aldatılmışlıklar, acı gerçekler, kapkara yalanlar... bir film şeridi yansısı gibi dizi dizi sıralanıp, geçiş yapar önünden.  

O anlarda, anıların, etkili sesler eşliğinde seslenir sana… İşte o zaman hem dünde, hem de bugünde sana ve tüm insanlığa sevinç/acı yaşatanları anımsar, kimine saygı duyar, kimini de lanet okursun.

O anlarda, çok az sevinç, çokça çığlık, seni adım adım takip eder. Derinden gelen bu ses, görüntü ve ah’lar; yanaklarında alev, boğazında düğüm, gözlerinde yaş olur. Çözümsüzlük içinde bocalar, düş kırıklığı ile içsel çatışmalar yaşarsın. Bazen ender de olsa, neşelenir, gülersin… 

İşte bu duygular; kimi zaman bir meltem gibi okşarken, kimi zaman bir şamar olur, sarsar/hırpalar seni ve tıpkı güneşin dünyaya her mevsim yaşattığı değişik ikilemleri yaşatır sana.

Artık paranoyalar kuşatmıştır seni...

Ve sen, ‘seni’ yargılarsın acımasızca…

‘Yeter, yeter!’ diye çığlıklar atsan da yalnızsın, kimse duymaz, anlamaz seni. 

Geçmişin bu acı, keder dolu dehlizlerinde, fazla duramazsın, çıkmak zorundasın. Yaşamak için durmadan, yılmadan, yenilmeden yaşamı dar edenlerle savaşmak zorundasın! 

Ve bu kuşatılmışlığa 'dur!' diyecek, seni anlayacak, seninle el ele verecek dost/dostlar arayışına girmek için atarsın kendini sokağa... 

***

Dışarıda da seni; yoğun acılar, kederler, yokluklar içinde yaşayanlar ve seyrek de olsa sevinçle hayatını devam ettirenler bekliyor. Günlük hayatın içinde de, değerler ve anlayışlar çatışması var. Hayat iki kutuplu yaşamlarla devam ediyor… 

Görevimiz; yaşanmışlık görsellerini perdede görmüş gibi izleyip, yakınmak olmamalı... Bu yaşantıların verdiği acıyı, sevinci, kederi, coşkuyu içselleştirerek anlamak, hissetmek, paylaşmak ve örnek olması için geleceğe taşımak olmalıdır.

Sokaklarda, parklarda vaktinden önce yaşlanmış, yılların yorgun bıraktığı insanlar... Göz teması kurduğun tanıdık veya tanımadık her birisi sana kısık gözlerindeki bakışla; “beni biraz dinle, beni anla” der gibidir...

Bu yılgın ve çaresiz, bakışlar, seni sarsar, hırpalar... Bakışlarınla sen de onlara; “seni anlıyorum, dinlemek istiyorum” demek istersin. Fakat diyemezsin, çünkü o çaresizlik sana da bulaşmıştır artık.  

Her insan, yaşadıkça gelişen, değişen, yorulan, kendisine ayna tutan bir canlı… 

Her insan, zıtlıkları içinde barındıran bir varlık olarak; yirmi dört saatlik bir gün içinde; hem sevinip güler, hem de üzülüp ağlar. 

Her insan, az-çok bir 'ego' sahibidir, bazen kendisini suçlayıp eleştirse bile, genelde kendisini onaylar.

Her insan; “Ailem hep çoğalsın, hiç eksilmesin ve mutlu yaşasın...” ister...

İsterler, isterler de; sömürmek amacıyla başlatılan karanlık savaşlar, onları eksilterek, hayallerini yıkarak, tüm mutlu yaşam dileklerini alıp götürür.  
  
Gündem yüklü, süremiz kısıtlı, sorunlarımız çok, acımız çok büyük…


Diğer yazılarım:tıklayınız