savaş etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
savaş etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

2 Mart 2024 Cumartesi

28 ŞUBAT

17 Kasım 2023 Cuma

Yaşam Kozamızdaki Değişim!

Emin Toprak - DOSTÇA

         

16 Aralık 2022 Cuma

İnsanca yaşamaktan en az payı alanlar


22 Avrupa ülkesinin 'asgari ücret’ alanlarını; nüfus içindeki oranlarına göre listeleyen bir araştırmada (yüzde 36'lık oranıyla) Türkiye açık ara birinci (yani asgari ücretlisi en çok ülke) olmuştur. 

İkinci sırada da (%15.2)'lik orana sahip Slovenya bulunmaktadır. Listenin en sonunda yer alan ülkelerden Belçika (%0.9), İspanya ise (%0.8) puana sahiptir.  

Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Vedat Bilgin, 9 Aralık 2022 günü bir müjde verircesine açıklamada bulundu: 

"Türkiye'de çalışanların içerisinde asgari ücretlilerin oranının yüzde 60 değil, yüzde 38 civarında ..." 

Oh be asgari ücretli sayısı yüzde 60 değil yüzde 38 imiş!... 

Ne mutlu bize!...  

Asgari ücret, adı üstünde yaşamak için gerekli olan en az ücret demektir. Yani daha açıkçası insanca yaşamaktan en az pay almak demektir. Artık bu en az ücretle nasıl yaşanırsa ve böylesi yaşamaya ne denirse sizler düşünün.

Oysa bizim ülkemizin çok iklimli coğrafyası, verimli toprakları, çokça yeraltı-yerüstü zenginlikleri, büyük bir genç nüfusu var. 

Peki ülkemiz neden yoksullukta birinci olmuş?

Bu soruya cevap olarak belki bir çok neden sayabiliriz ben sadece üç tanesini anımsatmak isterim.

Görün bakalım bu yoksulluk dedikleri şey kimleri kimleri besliyor:  

BİR: Biliyorsunuz ki, yandaş bir azınlık kazansın diye yurdumuzun 'ekmek teknesi' sayılan fabrika, maden ve arazileri birer birer, adrese teslim ihalelerle ve yok pahasına satıldı. İşte oralarda ekmek parası kazanan insanlarımız şimdi işsiz kaldı.
 
İKİ: Aynı yandaş azınlık kazansın diye bu kez ülkenin geleceğine, 40-50 yıl süreli kapitülasyon şartlarıyla ve dolar garantili ipotekler koydular. Böylece, maliyetinin 5-10 katı fiyatlarla: tüneller, köprüler, yollar, hastaneler, havaalanları yaptırdılar. Ülke ipotekli, torunlarımız borçlu. 

ÜÇ: Kürt sorunu ülkemizin en önemli toplumsal sorunudur. Ve bu sorun ancak eşit vatandaşlık hakları sağlanarak barışçı bir çözüme kavuşturulabilir. Ve bu demokratik çözümün hiçbir faturası yoktur. Ama bu barışçı çözüm yerine, zorla yani yok ederek çözüm istendiği için kırk yıldan beridir çatışmalar sürmektedir. Ve bu inat yüzünden ülke bütçesinin çok büyük kısmını bu çatışmalar tüketmektedir. Yani bütçemiz, ölüm makinaları için bomba, top ve mermi olmaktadır.

İşte bu yüzden yıllardan beridir gençlerimiz umutsuz, güvencesiz, işsiz, ana-babalar üzgün, çaresiz. Bu yoksul halk hem yokluk, üzüntü, sıkıntı çekiyor hem de vergi veriyor. Bu vergilerle yokluk yaratan ihalelerin bedelleri, müteahhitlerin ve ölüm araçlarının kabarık faturaları ödeniyor. 

***

Takvimler 8 Mart 2019'u gösterdiğinde, ülkemizin gündemi, bugünkü ile tıpatıp aynıydı. Yine enflasyon, yine çarşı-pazarda pahalılık, yine işsizlik  ve yine sınırlarımızda askeri operasyonlar vardı.

Yer: Sivas, kürsüde: AKP Genel Başkanı-Cumhurbaşkanı R.T. Erdoğan. Bilirsiniz Erdoğan, aynı zamanda da bir ekonomisttir. İşte bu kimliğinin ona verdiği özgüven içinde konuşuyor ve dolaylı anlatımlarla diyor ki: 

"Ne diyorlar; domates, patlıcan, patates, sivri biber… Düşünün bir merminin fiyatı nedir, düşünün. Kalkıyor patates, soğan, domates, bunlarla konuşuyorlar. Bizi George, Hans bir yerlerden vurmak istiyor, bunlar da George Hans'a ön ayak oluyorlar..."

Takvimler 6 Aralık 2022'yi gösterdiğinde, ülkemizin gündeminde yine enflasyon yine çarşı-pazarda pahalılık yine işsizlik ve yine sınırlarımızda askeri operasyonlar vardı.

Yer, TBMM, kürsüde: AKP Genel Başkan Yardımcısı Nurettin Canikli vardı. Canikli de enflasyon, pahalılık, işsizlik ve askeri operasyonlara çare olsun diye hazırlanmış olan "2023 Yılı Merkezi Yönetim Bütçe Kanunu Teklifi" hakkında açıklamalar yaparken şimdiye kadar halktan gizli tutulan çok çok önemli bilgilerin itirafçısı oluyor.   

Nurettin Canikli 2023 bütçesini savunurken bakın neler anlatıyor: 
“...Güvenlik harcamalarını da yapıyor arkadaşlar. Çok konuşulmuyor, çok gündeme gelmiyor ama bu toprakları savunmak için çok büyük paralar harcıyoruz. Türkiye 3 ülkede toprak bütünlüğünü sağlamak için bugün asker bulundurmak zorunda ve güvenlik için çok büyük paralar harcanıyor.  F-16'lardan atılan akıllı mühimmatın tanesi 400 bin dolardan 1,2 milyon dolara kadar çıkıyor. En son yerli olarak geliştirdiğimiz nüfuz edici bombanın bir tanesinin maliyeti 1,2 milyon dolar. FIRTINA obüslerinden sık sık atılan, çok namlulu roketatarlardan atılan bir mühimmatın maliyeti 5 milyon dolar. En ufak bir operasyonda binlercesi atılıyor. Bunu şunun için söylüyorum: Yani bütün bu gelişmeler sağlanıyor, bütün bu harcamalar yapılıyor, 200 milyarlık enerji sübvansiyonu yapılıyor...” dedi. 

Anlaşılsın diye tekrar etmek istiyorum: 

"F-16'lardan atılan akıllı mühimmatın tanesi 400 bin dolardan 1,2 milyon dolara kadar çıkıyor. En son yerli olarak geliştirdiğimiz nüfuz edici bombanın bir tanesinin maliyeti 1,2 milyon dolar. FIRTINA obüslerinden sık sık atılan, çok namlulu roketatarlardan atılan bir mühimmatın maliyeti 5 milyon dolar. En ufak bir operasyonda binlercesi atılıyor..." 

Duydunuz mu? 

Şimdi merak edenler, önce çok basamaklı sayılarla işlem yapan çok fonksiyonlu bir hesap makinesi bulsun. Önce dolar, sonra da TL olarak bilmem kaç basamaklı sayıları sıralasın...  

Şimdi anladınız mı? 

Hani, ülkemizde hiç savaş yoktu?

Hani, barış isteyen hainler uydurmuştu savaşı?

Halâ savaş yok mu diyorsunuz?

Peki, Canikli'nin söylediği F-16, FIRTINA obüsü, çok namlulu roketatarlar ile ne yapılıyor? Bu uçak, bomba, mermi ve mühimmatlar, birer savaş aracı ya da ölüm makinesi değil mi? 

Demek ki askerlerimiz, 3 komşu ülkenin topraklarında savaş araçları kullanıyor. 

Şimdi daha da netleşti:

Ülkemizde acıların, pahalılığın, yoksulluğun, işsizliğin neden azalmadığı, enflasyonunun niçin üç hanelere çıktığı, ülke kaynaklarının nasıl peşkeş çekildiği, yandaşlardan alınan sembolik paraların da hangi karadeliklerce emildiği ve bu bütçenin kimlerin/nelerin bütçesi olduğu... 

Hani, Erdoğan demişti ya: ‘Düşünün bir merminin fiyatı nedir, düşünün! 

Ben çok düşündüm ve cevap veriyorum: 

Evet, mermiler hem çok pahalı hem de öldürüyor. Oysa Barış bedava hem de yaşatıyor!

Kim bilir belki bugünlerde belki de uzak olmayan yarınlarda, Erdoğan ve Canikli gibi başka yetkililer de ortaya çıkar. O yetkililer de ölen canları, yanan-yıkılan köy ve kentlerin, yok edilen doğal yaşamları sıralamasını yapar ve faillerin listesini çıkarır. 

Daha sonra da evlerinden çıkarılan Afrin halkının yerine yerleştirilenler ve ÖSO'nu kurmak, beslemek, maaşa bağlamak, savaştırmak için halkın vergilerinden toplanmış olan bilmem ne kadar milyon/milyar dolarları da açıklayıverirler. 

Uzak değildir, elbet gün dönecek, 'cezasızlık' uygulanan suçlular tek tek bulunup, yaptıklarının hesabı bağımsız yargı tarafından sorulacaktır! 

Emin Toprak - DOSTÇA

         Diğer yazılarım için tıklayınız 

25 Kasım 2022 Cuma

"Bir gece ansızın gelebilirim!.."


"Bir gece ansızın gelebilirim"
 sözü, ünlü ozanımız Ümit Yaşar Oğuzcan'ın bir şiirinin adıdır. 

Bestelenen bu şiir; aşkı, sevgiyi ve tutkuyu çok güzel anlattığı için halkımızdan çokça beğeni almıştır. 

İşte o şiir-şarkının ilk dörtlüğü: 

"Bu kadar yürekten çağırma beni
Bir gece ansızın gelebilirim
Beni bekliyorsan, uyumamışsan
Sevinçten kapında ölebilirim..." 

Cumhurbaşkanı Erdoğan "Bir gece ansızın gelebiliriz", sözünü çok sevmiş olacak ki, çok sık kullanmaktadır. 

Fakat, Erdoğan bu sözü, şiir ve şarkıdaki aşk-sevgi-tutku anlamında kullanmıyor! 

Onun için bu söz; birilerini korkutmak-tehdit etmenin ya da apansız bir saldırı bir çatışma bir savaş başlatmanın meydan okumasıdır. Bilindiği gibi böylesi amaçlarla yola çıkanlar, sevgiden uzaktırlar, onlar sadece yıkar, yakar ve yok ederler. 

Zaten Erdoğan bu anlayış ve amacını hiç gizlemez ki, işte iki mesajı:   

13 Ekim 2017 günü: @RTErdogan Türkiye devlet görevlisi olarak açılan Twitter hesabında:

"Bir gece ansızın gelebiliriz" dedik ve bu gece Silahlı Kuvvetlerimiz Özgür Suriye Ordusu'yla birlikte İdlib operasyonunu başlattı." 

6 Eki 2022 günü Yunanistanlı bir gazeteci: "Bir gece ansızın gelebiliriz derken kastınız, saldırabiliriz mi?" diye sorunca: 

"Doğru anlamışsınız." diyor.

Erdoğan, aylardır çok sık tekrarladığı bu sloganı, eyleme dönüştürecek bir gerekçe arıyordu ve buldu:  

13 Kasım 2022 saat 16.20'de İstanbul'un merkezi sayılan Taksim İstiklal Caddesi'nde bir patlama oldu. 

Lanetlenmesi gereken bu hain saldırı sonucunda 6 kişi yaşamını yitirmiş, 2'si ağır 81 kişi yaralanmıştı... 

(Böylesi eylemlerle örgütler; kendilerini tanıtır, isteklerini belirtir ve propaganda yaparlar. Bunun için her örgüt, yaptığı eylemi üstlenir ve  “biz yaptık!” diyemeyeceği bir eylemi yapmaz/neden yapsın ki?) 

Fakat iktidar, yukarıdaki  olasılıkları yeterince düşünmeden, olayın faili olan karanlık güç olayı üstlenmeden, yakalanan failin ilişkileri açıklık kazanmadan ve yargısal bir karar beklemeden çok acele bir askeri operasyon kararı almıştır. (Yaygın görüşe göre bu acelecilik; günbegün halk desteğini kaybetmekte olan 'Cumhur İttifakı'nın bir stratejisidir.  Asıl amaçları da  2023'de yenilmemektir. Şimdi de "Amaca giden her yol mubahtır" diyerek ülke çapında tıpkı 5 Haziran - 1 Kasım 2015'de olduğu gibi bir korku iklimi oluşturmak istiyorlar.).    

Ve, 20.11.2022 Pazar günü sabaha karşı "Pençe Kılıç"  adı verilen hava harekatıyla 160 km'lik sınırımızın karşısındaki Irak- Suriye topraklarında, 89 hedefin vurulduğu açıklandı. 

Ertesi gün 21.11.2022 Gaziantep'in Karkamış ilçesine yapılan roket-havan saldırısı sonucunda 22 yaşındaki öğretmen Ayşenur Alkan ve henüz 5 yaşındaki Hasan Karakaş yaşamını yitirdi. 

Ve ülkece yine büyük bir acı yaşadık.

40 yıldır ülkemizde böylesi terör olayları oluyor ve sonrasında da askeri operasyonlar yapılıyor. 

Peki, neden terör ve çatışmalar hiç bitmiyor? 

Çünkü, bir gece ansızın yapılan saldırılar öldürerek, yok ederek, gelecek için öfke, kin, düşmanlık üretir, böler, parçalar ayrıştırır ve çözümsüz bırakır.  

Çünkü, toplumsal sorunlar güvenlikçi yöntemlerle değil ancak karşılıklı görüşmelerle çözüme kavuşabilir. 

Çünkü, ancak barış dili toplumsal sorunlara çözüm bulur, ancak barış içinde insanlar, insanlıkta buluşur.

Anlatılanlar günümüzde yaşandı ve daha da yaşanacak gibi görünüyor. 

Ne yazık ki ülkemiz halkları pek çok acılar yaşamıştır. 85 yıl önce yaşanmış "Dersim Olayı" da onlardan birisidir. Bu olayların gerçekleri, yıllarca ne konuşulmuş ne de yazılmıştır. Bu olayları bilen tek tük kişiler de olup biteni ancak ev ortamında sessizce konuşabilmiştir. 

Dersim olayı da tıpkı günümüzde olduğu gibi militarist- güvenlikçi bir anlayış, yani yok ederek çözülmek istemiştir. Fakat, çözüm olmadığı gibi torunlara 85 yıllık kapanmayan bir yara, miras bırakılmıştır.

Ben bu olayın çok kısa bir özetini, kendisini devlet yanlısı olarak tanıtan yerli ve milli olan bir kişiden dinledim. 

Bu kişi, Murat Bardakçı idi ve 'Teke Tek'te Fatih Altaylı'nın konuğu oldu. 

Altaylı: Dersim nedir, niye oldu, ne oldu? sorusuyla söyleşiyi başlattı. 

Soru, çok kolaydı. 

Çünkü Murat Bardakçı, Kurtuluş savaşı yıllarında Ankara Emniyet Müdürü, sonra da Denizli, Elazığ, Çorum, Konya valiliği yapmış Cemal Bardakçı'nın torunuydu. 

O, 26 yaşına kadar evinde, hem dedesi hem de dedesi gibi devlette çok önemli görevler yapmış kişilerle tanışmış, onların sohbetlerini dinlemiş, onlardan yazılmayan, sokakta konuşulmayan pek çok 'sır' bilgiler edinmiştir. 

Altaylı: Peki, o isyanın gerekçesi ne?  dediğinde de;

Sözü alan Bardakçı:  

Şimdi ben burada tarafsız olamam, çünkü benim dedem Atatürk döneminin bir valisidir... diyorsa da (sanırım vicdan dürüsüyle) Dersim olayı hakkında kendi düşüncelerini, o günden beri bitmeyen çığlıkları ve dedesi gibi düşünen devlet adamlarının pişmanlıklarını özetledi: 

"Dersime durup dururken bir operasyon yapıldı. Dersim halkı, devlet ve feodal güçlerce ezilen fakir bir halktır, çok acı şeyler yapıldı, çok fazla şeyler yapıldı, çok kötü şeyler yapılmıştır, orantısız güç de oldu. Doğru... Ama isyanların da konuşulması lazım. İsyanlar da yapmış. Köprü yıkılmış, karakol basılmış...

Haa, o isyanların karşılığı bu muydu? 

Hayır!... 

Zaten dedem ve onun görüşündeki devlet adamlarının hepsi, derdi ki:

Dersim konusunda hata yaptık."

***

Operasyonlar birer güç gösterisidir, düşmanı yok etmeyi amaçlar. Bir ülkede diller susmuşsa, siyaset de iktidar uğruna çatışmaları, savaşları, terörü kendine seçim malzemesi yapmışsa… 

Ve çatışmalarla coğrafyamız tahrip olmuş, ekonomimiz batmış, kaynaklarımız tükenmiş, halkımız ruhen bitik ve  acılar içindeyse 

Muhalefet dile gelip, artık yeter demek yerine, bu gidişe izin veren yeni tezkerelere alkışlarla “Evet!” demekteyse... 

Vay bizim halimize! 

İktidarın zaten yolu bellidir ve bir gece ansızın gelebilirim diyor! 

Fakat, eğer muhalefet halen “Yurtta Barış Dünyada Barış” diyebiliyorsa…

Bizim de muhalefete aşağıdaki hatırlatmaları yapma hakkımız vardır:

"Demokrasi, insanları özgür ve eşit kılar. 

Barış ise, bireysel ve toplumsal mutluluğu yaşatan ilaçtır.

Demokrasi ve barış aynı iklimde oluşur. 

Artık maskelerinizi çıkarın! 

Eğer demokrasi ve barış istiyorsanız, 'tezkerelere' hayır deyiniz!” 

Emin Toprak - DOSTÇA

         Diğer yazılarım için tıklayınız 


11 Kasım 2022 Cuma

Meral Hanım El-insaf!..


Ülkemizde hemen herkes Sn. Meral Akşener'i tanısa da ben de kısa bir anımsatma yapmak istiyorum. 

Akşener, Doğru Yol Partisinde siyasete başlamış... 28 Şubat mağduru Başbakan Erbakan'ın hükümetinde içişleri bakanı olmuş... MHP'ye geçmiş... Sonra da İYİ Parti'nin kurucusu ve genel başkanı olmuştur. 

Şimdilerde hem bu görevini sürdürüyor hem de ülkemizdeki 20 yıllık tek adam iktidarına muhalif olduğunu iddia eden 'Millet İttifakı'nda gündem ve rotayı belirleyen en etkili kişi olmaya çalışıyor. 

Sn. Akşener, tıpkı bir 'sınıf başkanı' gibi... 

Ancak bu sınıf başkanının çok önemli bir sorunu var! 

Çünkü onun, belirlemeye çalıştığı rotanın hedefi sapmış! 

Çünkü o hedefin odağında(12); tek adam iktidarı, yani AKP ile  MHP'nin "Cumhur İttifakı" yok! 

Çünkü O, hedefin odağına(12'ye) tek adam iktidarına karşı olduğunu bildiren "Emek ve Özgürlük İttifakı" kurucusu HDP'yi koymuş! 

Çünkü, O; HDP'li seçilmişlere, onların temsilcisi olduğu halklara, dillere, kültürlere, inançlara, özetle demokrasi ve toplumsal barışı için uzattıkları ellere karşı!  

İşte bunun için de her gün esip gürlüyor.

Peki ne yapmış, hangi suçları işlemiş HDP?

Birkaçını sayalım bakalım:

HDP parlamentoda; demokratik, eşitlikçi ve çoğulcu bir anlayışı sağlamak, 40 yıldan beridir sürmekte olan çatışmaları bitirmek, karanlıkta kalmış haksızlıkları aydınlatmak için 'meclis görüşmeleri' istemiş, 'yasa' teklifleri hazırlamıştır. Ayrıca, ülkede akan kanı durdurmak, barışı sağlamak için devlet yetkililerince hazırlanan "çözüm süreci"nde aktif görev almış, çatışan taraflarla uzlaşı için görüşmeler yapmıştır. 
 
Bu çabalar sonucu ülkemizde bir barış iklimi oluşmuş, halkımız güvenli, huzurlu, çatışmasız birkaç yıl yaşamıştır. (Ancak, tek adam egosuyla barış masası devrilince, yeniden başladı ölümler, çatışmalar ve kirli karanlık ilişkiler...).  

HDP kurulduğundan beri hep demokrasi ve barış istedi, bu uğurda çok bedeller ödedi! 

HDP belirlediği rotadan hiç sapmadı, aynı barışçı anlayışla yoluna devam ediyor. 
***
Sayın Akşener, sizin ülkücü geçmişiniz, Turan sevdanız beni hiç ilgilendirmez. Fakat siz devlette önemli görevler almış birsiniz, bir vatandaş olarak benim bu alandaki sizden söz etme hakkım olduğu için yazıyorum.  
*
Siz, 3 Kasım 1996'da, Balıkesir'in Susurluk ilçesinde meydana gelen kazanın hemen sonrasında istifa eden Mehmet Ağar'ın yerine bakan seçildiniz. Böylece Türkiye'nin en karanlık olaylarından birini aydınlatma görevi içişleri bakanı olarak size kalmıştı... 

O araçta bulunan eski Emniyet Müdür Yardımcısı Hüseyin Kocadağ, Mehmet Özbay kimliğini taşıyan ve 1970 lerden bu yana bir dizi suçtan aranan ülkücü Abdullah Çatlı ile sevgilisi Gonca Us kazada ölmüş sadece dönemin DYP Şanlıurfa Milletvekili Sedat Bucak yaralı kurtulmuştu...  

Hani bu karanlık-kirli olayı protesto eden vatandaşlar için Erbakan: "Gulu gulu dansı yapıyorlar." demişti ya… 

İşte bu olay hala karanlık! 

Fakat siz de 23 Eylül 2022 günü yani o karanlık olaydan 26 yıl sonra işte o Bucak'ın evine gidip onu çok mutlu ettiniz. 

Ve Susurluk öznelerinden Bucak: "Eski siyaset ve dava arkadaşımız Meral Akşener bizi ziyaret etti." dedi...

"Eski siyaset ve dava arkadaşınız Bucak'ın" olayı hala karanlık! 

Siz, şimdi başkalarının dedikodusunu yapmayı bırakın da o ‘Karanlık Susurluk’ öznesi Bucak ile neler konuştunuz onları anlatınız bakalım! 

Sahi, ne konuştunuz?

*
27 Mayıs 1995'ten bu yana her cumartesi günü Galatasaray Meydanı'nda oturma eylemleri düzenleyerek gözaltında kaybolan yakınlarının mezar ve kemiklerini arayan Cumartesi Anneleri... 

1989-1999 yılları arasında 'faili meçhul' siyasal cinayetlerde yaşamını yitirmiş 1964 kişi olduğu... Ve bu vahşi cinayetlerden 187'sinin, sizin içişleri bakanı olduğunuz 1996-1997 arasında olduğunu...

*
Meral Hanım, bir zamanlar siz ve HDP eski eş başkanı Selahattin Demirtaş birer politik rakiptiniz. İkinizin de hiç benzeşmeyen-uyuşmayan birer dünya görüşü vardı. Demirtaş, bunu bile bile, yıllardır suçsuz yere tutulduğu cezaevinden size çok samimi bir mesaj göndermiş ve: "Başak ile birlikte Meral Hanım'ın kapısını çalar, kahvaltıya geldik" -diyebilmişti. 

Bu mesaj, bir iletişim bir barış çağrısıydı! 

Fakat siz bu barış çağrıya:
"Güneydoğu'da şöyle bir gelenek var: Kan davalınız bile olsa kapınızı çaldığı zaman içeri alırsınız" bir 'töre cevabı' verdiniz.

Ve demek istediniz ki: 
"Misafirdir gelir çayını içer gider, evden çıktığı an düşmanlığımız devam eder!"  
 
Siz böyle demekle demokrasiye göre değil de ilkel töreye inandığınızı kanıtladınız.    

İşte bu mesajınız da bir savaş dilidir! 

Bu savaş dili ve anlayışına o kadar inanmışsınız ki, hiçbir işi doğru yapmıyor  dediğiniz iktidarın, tüm sınır ötesi harekat "teskere"lerini alkışlayarak imzalıyorsunuz. Çünkü siz, ölenlerin acısını, öldürenlerin geçirdiği bunalımları, ülkenin yok edilen kaynaklarını ve karartılan geleceği hiç mi hiç umursamıyorsunuz!     

*
Ve şimdi size sormak istiyorum: 

Acaba, ülkemize kin, öfke, kan, ölüm getiren, halkımıza büyük acılar ve yoksulluk yaşatan bu kötücül iklimde sizin hiç mi payınız olmadı?

Eğer olduysa özeleştiride bulunup halkımızdan özür dileyecek misiniz?

***
Şimdi de günümüze gelelim:
Tüm kamuoyu araştırmaları, ülkemizdeki tek adam saltanatının bitmesini isteyen çok önemli bir potansiyel oluştuğunu gösteriyor. Tüm olasılık ve istatistikler de HDP desteği almadan seçim başarısı kazanılmayacağını söylüyor. 

HDP aylar öncesinde bugünkü tek adam iktidarına karşı olduğunu bildirerek, önümüzdeki seçimler için ilkelerini açıklamıştı. Demokrasiyi önceleyen bu ilkeler günlerce tartışıldı, hiç kimse karşı çıkmadığı gibi, çokça beğeni aldı. 

Seçimler yaklaştığı için iyice sıkışan iktidar, düne kadar her ortamda terörist diyerek yaftaladığı HDP'nin peşi sıra İYİP'in kapısına da vardı.

Bunları bile bile Akşener susmadı, yine HDP'yi hedef alıp suçladı yine tribünlere seslenen ucuz konuşmalarına devam etti.  

Dürüstlükten yoksun bu söz ve tavırları duyan/gören herkes: Meral Hanım el-insaf!...dedi...  


Emin Toprak - DOSTÇA

         Diğer yazılarım için tıklayınız 

22 Temmuz 2022 Cuma

Ekrem İmamoğlu


"Canlılar, görev yapar yorulur ve dinlenirler, insan da bir canlıdır
..." 

Bu üç noktalı önerme bir mantık sorusudur, bunu, düşünme ve konuşma becerisi olan hemen herkes: "... o halde insanlar da dinlenir." diye cevaplar.   

Sözü uzatmaya gerek yok. 

Birkaç gün önce ve hepimizin tanıklığında, ülkemizin en önemli konusu: İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu’nun tatile çıkması olmuştu.

Pusu kurmuş olan havuz medyası hemen bunu manşet yapınca konu günlerce yazıldı çizildi, tartışıldı. 

Tabii ki böyle yapacaklardı, çünkü onlar, tükenmekte olan bir iktidar için can suyu olacak algılar hazırlamakla görevliydi. 

İlginç olan, Ekrem İmamoğlu'nun partisi CHP'den de pek çok kişinin bu koroya katılmış olmasıydı. 

Kuşkusuz bu konuda kahve falına bakar gibi çeşitli olasılıkları sıralayıp pek çok neden ve çelişki sayılabilir. 

Fakat ben, tarihe ve oradaki yaşanmışlıklara aşağıdaki anlayışa göre bakmak taraflısıyım: 

Felsefe ile mantık insanların, 'nedensellik' ve 'çıkarım' ilkelerine uyarak düşünüp bir sonuca vardıklarını söylerler. 

Nedensellik, olay ve olguların birbirine belirli bir şekilde bağlı olması, her sonucun bir nedeni olması ya da her sonucun bir nedene bağlanarak açıklanabilir olmasıdır.

Çıkarım da bu süreçte kendine özgü bazı yargı ve sonuçlara varmaktır.

Demek ki vardığımız her yargı ve sonuç, yetiştiğimiz toplumsal iklimin nedensellikleriyle bezelidir. 

Bu anlayışla ben, komşu coğrafyalarda olup aralarında çokça al-ver ve de kavgaları olan: Antik Yunan, Anadolu ile  Ortadoğu halklarının demokrasi ve yönetim anlayışlarını biraz hatırlatmak isterim.

Antik Yunan halkları 150 yıllık bir süre içinde: Krallık, Soyluluk, Tiranlık, Demokrasi denemelerinde bulunmuşlardır. Fakat, Anadolu ve Ortadoğu halkları, 5000 (beş bin) yıldır 'bir bilen'lerin monarşisi ile yetinmiştir. 

Hani "devlet aklı değişmez" derler ya, haklılar.

Çünkü devlet kurulduğu günden beridir aklını, bir azınlığa hizmet, büyük çoğunluğa hükmetmek için kullanmaktadır. İşte bu anlayış sonucu, 'bir bilen' düzenleri kurulur ve çoğunluklar önemsizleşir. 

Tarih der ki, eğer bir yerde bir bilen dönemi başlamışsa, orada korku iklimi yaratacak militarist güçlerle ölüm araçlarına, yani çatışma ve savaşlara ihtiyaç vardır. 

Bu sayede insanların inançları, sosyal ve siyasal yaşamı kontrol altına alınır. Ve o zaman da insanlığın düşe-kalka, deneye-sınaya öğrendiği yaşamı kolaylaştıran barışçı değerler önemsizleşir. 

İşte o zaman egolara coşku verecek, korku salacak, öldürüp yok edecek şiddet araçları çoğalır ve savaşlar çıkar. 

Savaşların coşku aracı olduğu, barışın unutulduğu günler yaşıyoruz. Bunun nedeni de çok açık: düzenlerini sürdürmek için halkı korkularla sindirip, susturmak istiyorlar. 

Ülke halkı, hak gasplarını, işsizliği, yoksulluğu, yolsuzluğu, iflasları görüp yaşıyorken, iç-dış borçlar artmış hazine bomboşken, iktidardan çözüm olabilecek hiçbir çaba görünmüyor.  

Tek adamın isteği, şiddet ve korkunun yarattığı algılarla halk desteği kalmamış olan iktidarını korumak.

Bunun için buluştuğu kişilerle ve kurulan masalarda pazarlık yaparak, bedelini torunlarımızın ödeyeceği borçlarla, ölüm aracı mermi, bomba, top, İHA, SİHA, F16 vb. istemektedir.    

Bu hayatta gerçekler pahalı, hayatlar ucuzdur! 

Her ülkenin coğrafyası, ekonomisi, kültürü kendisine özgü bazı farklıklar göstermektedir. Bunları esas almayan değerlendirme ve kıyaslamalar çok önemli yanılgılara neden olabilir. 

Fakat 'demokrasi' söz konusu olunca iş değişir. Çünkü demokrasi ve özgürlükler her insan için ve eşit olması gereken haklardır. Kısacası: demokrasinin azı çoğu olmaz! 

Evet akıl-mantık böyle söylüyorsa da yaşanan gerçeklik çok çok farklıdır. Herkes için eşit olması gereken bu haklar, kimilerine dirhem verilmezken kimilerine kepçelerle, kazanlarla verilmektedir.

Bu zıtlık ve tuhaflıkların asıl nedeni ise o toplumlardaki egemen devlet gücünün yönetim anlayışından kaynaklıdır. 

Demokrasi, toplumdaki büyük çoğunluğun yani orta sınıfın özlem ve istekleridir. Demokrasiler ortaklaşa akılla yol alındıkları için 'bir bilen'lere gerek duymazlar. 

Bunun için çıkarlarından başka hiçbir şeyi düşünmeyen tekçi anlayış sahipleri demokrasiyi hiç sevmez ve istemezler. 

Eğer insanlığın ortaklaşa oluşturduğu erdem, ilke ve değerlerin en çok hangi ülkelerde uygulandığı sorulsa, hemen herkesin aklına İskandinav ülkeleri gelirdi.  

Çünkü bu ülkeler günümüzün savaşçı dünyasında, en çok barış ve demokrasi isteyen bu anlayışı içselleştiren ve uygulayanlar olarak kabul edilirler. 

Fakat ne yazık ki emperyalist güçlerin dünyaya saldığı korku iklimi, bu demokratik ülkeleri bile bir savaş örgütü olan NATO'nun şemsiyesi altına almak üzere...    

***

Hemen herkesin bilip itirazsız kabul ettiği bir söz vardır: 

'Barış yaşatır, savaş ise öldürür!' 

Yaşamak ya da ölmek! 

Ölümü kim ister ki?

Tabii ki herkes barış içinde bir yaşam ister!  

Fakat bizim gerçekliğimiz başka! 

Savaşlar yüzünden dünyayı bir korku iklimi sarmış, insanlık mirası barış ve değerleri bir bir gitti-gidiyor.

Peki, niçin hemen herkes suskun?

Derler ki: Acılar çoğalıp herkesin ortak malı olunca, türküler susar ağıt olurmuş. 

İşte böylesi zor günlerden geçiyoruz...

Tabii ki monarşi anlayışını henüz değiştirmemiş bir toplumda, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu için: 'dinlenmemeli ve hiç tatil yapmamalı' diyenler çokça taraftar bulur. 

İşte bizim değişmesi gereken gerçekliğimiz budur, garipsenmemeli.  


 Emin Toprak- DOSTÇA

         Diğer yazılarım için tıklayınız 


4 Mart 2022 Cuma

28 Şubat


Bazı günlerin toplumsal bellekte olumlu veya olumsuz izleri olur ya, işte 28 Şubat da ülkemizin yakın tarihine üç önemli iz bırakmıştır. Bugünleri, iktidar- muhalefet birliktelik ve çelişkileriyle ele alırsak : 

28 Şubat 1997 günü; 'Çankaya Köşkü'nde toplanan Milli Güvenlik Kurulu, aldığı demokrasiye aykırı kararı ile ülkeyi yöneten politik güce askeri bir darbe yaptı. Bu militarist anlayışa karşı çıkması gereken bazı muhalefet  unsurları mitingler yapıp alkışlamış, büyük çoğunluk ise sessiz ve tepkisiz kalarak dolaylı bir olumlama desteği vermiştir. 

28 Şubat 2015 günü; 'Dolmabahçe Sarayı'nda bir masa kuruldu ve yıllardır süren barış çalışmalarının kazanımı olan 10 maddelik bir uzlaşı imzalandı.

Bu uzlaşı; yıllardır ülke kaynaklarını savaşa harcayan, nice acı ve ölümler nedeni olmuş Kürt sorununu, barış içinde çözmeyi amaçlamıştı. Böylece kısa bir süre önce yapılan ‘akil görüşmeler’ sonucu susturulan silahların, durdurulan ölümlerin sağladığı çatışmasız, güvenli, huzurlu günleri sürekli olabilirdi. Ama olmadı!

Halkımız daha bunun sevincini yaşamadan, süreci hazırlayan irade, tek adamın egosuna yenik düştü, imzalar yok sayıldı, barış masası devrildi! Yeniden başladı savaş çığlıkları, uçaklar bomba yağdırdı, tanklar çiğnedi, katliamlar başladı, bir daha demokrasi ve halkımız yenik düştü. 

O günün muhalefeti, zaten bu barışçı süreci hiç benimsememiş ve her adımına karşı çıkmıştı. Tek kişinin bu sorun çözücü toplumsal süreci bitirmesi onların çok hoşuna gitmişti. 'Biz zaten böyle olacağını biliyorduk!' dercesine 'bilmiş' olmanın sevincini yaşıyorlardı.  

28 Şubat 2022 günü; 'Bilkent Otel Konferans Salonu'nda; CHP, İYİ Parti, Saadet Partisi, Demokrat Parti, Gelecek Partisi ve DEVA Partisi genel başkanları "Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem Mutabakat Metni"ni imzaladı. 

Buluşma nedenlerini özetlersek:

  • 20 yıllık AKP iktidarında her şeyi tek kişinin belirlemesi,
  • Yolsuzlukla ekonominin çöküşü, yokluk ve iflasların artması, 
  • Demokrasi ve hukuk ilkelerinden uzaklaşılması, 
  • Yönetimdeki denge-denetim sisteminin çökmesi,
  • Parlamento ve diğer kurumların işlevlerini kaybetmesi,
  • Ülkede kindar bir kutuplaşma ve huzursuzluk olması, 
  • Dünya çapında yalnız kalınması... vb. gibi.

Bu yaralarla, halkı inim inim inleten iktidara karşı çıkan bir muhalefeti tabii ki saygın görür ve alkışlarım. (Fakat burada, bir parantez açıp azıcık eleştirmek isterim: Katılımcı 6 partinin eşitçe sunum yapması doğru, sadece 6 erkek sunucu olması ise çok yanlış! Birkaç gün sonra, '8 Mart Kadınlar Günü!' Peki, acaba o gün ne diyecekler! Keşke doğadaki sayısal cinsiyet eşitliğini de biraz düşünselerdi.).  

Evet, yukarıda bu birlikteliği saygın görüp alkışladım, fakat bu alkışlarım, sadece belirlenen amaç içindi. Oysa, onların bu amaca varmak için izledikleri yol, yöntem ve matematikte pek çok yanlış var.

Çünkü:

Masaya oturanları da bu iktidar gibi savaş yanlısı! Önce barış demedikleri için de Kürt sorununu, demokratik hakları vererek çözmek istemiyorlar. Bunun için ülkedeki canlı ve kaynakları yok eden savaşlara, uçak, füze, bomba, tank gibi ölüm silahlarına izin veren 'teskere'lere evet diyorlar. 

İktidar gibi bunları da Kürt karşıtlığı bir arada tutuyor. Bunlar da: 'Herkes Türk'tür! Herkes Türk olmalıdır' anlayışındadır. 

Masada olmayan HDP ise, hakları, inançları, emekleri, baskılanan kadın, çocuk, doğayı, Kürt'ü, Alevi'yi, çok renkliliği savunur. Savaş değil barış ve demokrasi istiyor. Bunun için de en dinamik en politik seçmeniyle üçüncü parti olmuştur.

Masadakiler, seçimde olası bir sayısal yetersizliklerini sinsi bir öngörüyle gidermek istiyorlar: 

"Kürtler mecburen bize oy verecek!" Öyleyse:

"Kürtler ve onların hakları öte gitsin, oyları beri gelsin!" 

Bu: “ben istemem, yan cebime koy” kurnazlığı yüzünden HDP masada yok! 

Peki, HDP neler istiyor ki birlikteliğe davet almıyor: 

Türk Dil Kurumu internet sitesi, 'Dilimiz Kimliğimizdir' cümlesi ile başlar. Bu söz, dili olmayanın kimliği olamaz demektir! Bu gerçekten hareketle onların ilk isteği 'kimlik' sorunudur; anadil, inanç, kültür, kişi adları, tarihten gelen coğrafya isimleri üstündeki kısıtlama ve yasakların kalkması... Seçimlerle belirledikleri vekilleri, belediye teşkilatlarına yani iradelerine dokunulmaması, coğrafyalarında işlenen suçlar için 'cezasızlık' uygulanmaması vb. benzeri eşit, özgür, yurttaş olma istekleri vardır. 

HDP, 27 Eylül 2021 günü bir deklarasyon yayınlamış ve çok beğeni almıştı. Bu bildirinin 11 ara başlığı şöyle sıralanıp detaylandırılır: 

Güçlü demokrasi / tarafsız ve bağımsız yargı / kayyım rejimi değil halk iradesi / Kürt sorununda demokratik çözüm / barışçı dış politika / kadına özgürlük ve eşitlik / ekonomide adalet / kamu yönetiminde liyakat /doğaya saygı / gençler için özgür yaşam / demokratik anayasa.

Bizim yörede bir iskambil oyunu olan 'Altı Kol' çok oynanır. Oyunda, gizli jest ve mimiklerle bilgi verilen iki liderin emir ve taktikleri geçerlidir.

Şimdi bizde de altı kol masası kurulmuş ve oyun başlamıştır artık. 

Haydi bakalım rastgele...

***

Yazımızı hem güldüren hemde düşündüren bir konu ile noktalayalım:  

İzlediğim bir dizide, boşanma davalarıyla ünlenmiş bir hukuk bürosuna 90 yaşını aşmış bir çift başvurur, başvuru konusu kısaca şöyle: 

Kadın, kocasının 40 yıl önce başka bir kadına yazdığı mektubu bulur ve bu kadının da 20 yıl önce öldüğünü öğrendikten hemen boşanma davası açar..."  

Bu kurguya benzer, fakat gerçek bir olay da birkaç gün önce TBMM'de yaşandı: 

HDP'li Milletvekili Semra Güzel'in yıllar öncesi sözlüsü ve daha sonra PKK militanı olan birisiyle: "Çözüm Süreci"nde çekilmiş fotoğrafları bulunmuş. Ve bu kişi 4-5 yıl önce bir çatışmada öldürülmüş...  

Yıllar geçmiş, Semra Güzel yasal yolları izleyip milletvekili seçilmiş... Şimdi konu suçun şahsiliği ilkesi unutularak meclise gelmiş ve HDP hariç tüm partilerin oylarıyla dokunulmazlığı kaldırılmış.  

İnsan sözlüsüyle el ele tutuşarak fotoğraf çektiremez mi? 

Ey ülkede yargı çökmüş diye her gün demeç veren muhalefet, Semra Güzel'i hangi yargıya teslim ettiniz?

Eğer, bu mantıkla arşivler azıcık taranırsa, kim bilir kimlerin, kimlerle sarmaş dolaş olduğu, el pençe durduğu, diz çöktüğü ne çok fotoğraf ve 'tapeleri' bulunur.  

Emin Toprak- DOSTÇA

Diğer yazılarım için tıklayınız