Toplumu oluşturan her birey; kişiliği, işi, eşi, ailesi, okulu, arkadaşları, ülkesi ve
yakın-uzak çevresinden kaynaklanan sorun-çelişki-mutluluk birlikteliği
içinde yaşar.
Eğer birey, hedefine ulaşıp başarırsa mutlu, başarısız
olup hedefine ulaşmazsa da mutsuzdur. Yaşam, bu zıtlık ve birliktelik içinde
sürüp gider.
Toplumlar, paylaşarak, ortaklaşa bir işbirliği
içinde birlikte yaşamayı hedeflerler.
Bu birlikteliğin bir amacı; huzuru sağlayıp
giderek, mutluları çoğalan, mutsuzları azalan bir düzen oluşturmaktır.
Diğer bir amaç ise; dünden bugüne
insanlara ve diğer canlılara çokça acı ve ölüm yaşatmış ve daha da
yaşatacak olan insan kaynaklı ve doğa kaynaklı
olaylardan korumaktır.
İnsan ve yönetimler:
Sömürü ve paylaşım savaşlarını ortadan kaldırmak, barış
içinde yaşamak öncelikli görevimizdir. Çünkü bu savaşlar; hem doğal çevreyi yok
eder, hem de insanlara ölüm ve acıyla biten büyük zararlar verirler.
Yaşamayı hak etmek için zorluklarla mücadele
etmek, barışı getirmek gerek. Bu da ancak her kişi, grup ve önderin birlikte
harcayacağı yoğun emekle mümkündür.
Toplumların, çevresel sorunları yok edecek, huzur
ve güveni sağlayacak görevlilere ihtiyacı vardır. Bunların kimi seçimlerle,
kimileri de seçimle gelenlerin seçimiyle belirlenir. Bu kişileri; başkan,
bakan, mülki amir ve diğer hizmet alanlarındaki çalışan yargıç, doktor,
öğretmen, asker, polis… gibi uzunca bir liste ile sıralayabiliriz.
Hani bu görevlendirme ve organizasyonun; toplumsal ve çevresel sorunları yok edip
huzur ve güveni sağlamak için kurulduğunu söylemiştim ya bu günümüzde ham
bir hayal. Günümüz dünyasında bu organizasyonlar sadece sömürü ve paylaşım
savaşlarının birer neferi olarak çalıştırılıyor. Tek bir amaçları var: mutlu bir azınlık yaratmak.
Ne zaman ki, toplumsal ve doğasal bir felaketle
karşılaşılır işte o zaman mutlu bir azınlık
yaratmak peşinde uğraş verenlere dönüp; "ne yaptınız?" dercesine bakılır.
Yani olayın sonuçları sıcağı sıcağına ortaya çıkınca…
Yani zorluklar; yaşanamaz, katlanılamaz sonuçlar
doğurunca…
Yani acılar yaşandıktan, iş olup bittikten
sonra...
…
İşte o zamanlarda cılız da olsa sesler ve
itirazlar yükselir.
Sonunda kaçacak bir kuytu köşe (dalda) bulamayan etkili/yetkili özneler ve işbirlikçileri (ürkek-korkak poz vererek); ekranda, meydanda, salonda
halkın karşısına çıkar hamasi nutuklar çeker… Üzüntü ve pişmanlıklarını; keşke/keşki/bari/ne
olurdu sözcükleri ile bezenmiş cümlelerle dillendirirler.
Dinleyenlerin çoğu bu tür samimiyetsiz tür
söylemleri: yarım ağızla yapılan konuşma veya ilmi siyaset(!) olarak değerlendirir.
Haksız da değiller...
Çünkü özeleştiri yapan, özür dileyen kişi kısaca;
“Ben, görevimi gereğince yapmadığım için
başarısız oldum. İnsanlar zarar gördü, istenmeyen durum ve üzüntüler yaşandı…
Başarısız olduğum için artık bu görevi yapmam. Bu görevi yapabilecek olan
birilerini arayınız ...” demek
istiyor demektir.
Tabii ki, özeleştirisini yapıp özür dileyen, eğer halka
saygı duyan, samimi bir kişi ise; mutlaka ve hemen görevinden ayrılmalıdır.
İşte o zaman özeleştirisi ve özür dilemesi anlam
kazanır, o zaman hoşgörüyü hak eden, saygıdeğer ve erdemli bir davranış göstermiş
olur.
Fakat ne yazık ki o yetkili kişiler sonrası
günlerde, bu erdemliliği göstermezler. Sanki hiçbir şey olmamış gibi: “Bizler halkımızın emrindeyiz ve görevimizin
başındayız.” Deyip yapışık oldukları koltuklarında mutlu azınlık için çalışmaya devam ederler.
Doğa kaynaklı olaylar:
Doğanın nitelik ve devinimleri sonucunda oluşan, keşke
deyip ağıtlar yakmakla çare bulunamayan olaylar, bilinmez gün ve saatlerde bazı
bölge ve ülkelerde olurlar. Biz onları: deprem, kasırga, volkan, sel, çığ, erozyon, yangın… olarak sayardık (nedense
salgınları unutmuşuz!..).
Bugünlerde “Coronavirus” isimli küresel bir dert çıkıverdi
bölgeleri, denizleri, ülkeleri aşarak tüm sıralamaları altüst edip en ön sıraya
yerleşti.
Bu küresel olaylar; soy, sop, zengin, fakir, sınır tanımaz, büyük acı,
kitlesel ölüm, kıtlık yaşatarak sosyal yaşamı olumsuz etkiler, ekonomilere diz
çöktürür. Dünyanın bugünkü bilimsel ve teknik güçleri, henüz bu olayları
engellemeye ve durdurmaya yetmemektedir. Bunun için de bu felaketlerin sebep
olduğu zarar ve kayıpları en aza indirecek uluslararası dayanışma ve
işbirliğine ihtiyaç vardır.
Her ülkenin merkezi ve kent yönetimleri, bu amaçla uluslararası
işbirliği ve bilimsel araştırmalarında birer paydaşı olarak yer almalı, katkı
verip önlemler almalıdır.
Kısa Kısa..
Bilime olan
inancım, dünya gündeminde ön sıraya
yerleşen “Coronavirus” salgının dünyaya dersler ve zarar vererek yenileceği
yönündedir.
O zaman biz de yeniden
ağırlıklı olarak ülkemiz sorunlarına döneceğiz.
Biliyorsunuz pek çok yer gibi İstanbul da deprem
bölgesi, her an büyük bir deprem olabilir. İstanbul’da en çürük alan da Avcılar
bölgesi… “Kanal İstanbul” denen ucube, İstanbul’un su kaynağı Terkos’u ve bitek
tarım arazilerini bol köprülü bol betonlu rantiyelerle bezedikten sonra Avcılar’da denizle
buluşacakmış!…
Peki, böyle bir felakete hazır mıyız?
Teşekkürler bu güzel paylaşımın için.
YanıtlaSil