din etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
din etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

17 Kasım 2023 Cuma

Yaşam Kozamızdaki Değişim!

Emin Toprak - DOSTÇA

         

5 Mart 2021 Cuma

İnadına Yapmak


71 yaşındayım, bugüne değin gördüğüm her iktidar, işlerini hep yoksul halka inat yaptı. 

Ülkemizin politik iklimi hakkındaki ilk bilgiyi, 12 yaşında bir çocuk iken radyodan öğrendim. 27 Mayıs İhtilal sözcüsü Türkeş radyoda, ihtilali neden yaptıklarını anlatıyor, akşamki 'Yassıada' duruşma saatinde ise, suçlar ve suçlular tanıtılıyordu. 

Özetlersek: Demokrat Partinin; kurduğu "Vatan Cephesi" oluşumuna kendi taraftarlarını toplamakla, halkı ikiye böldüğünü ve ayrıca taraftarı olmayanlara da zorluklar yaşattığını anlatıyorlardı.

İhtilali yapanlar, bazı doğru-yanlış işler yaptıktan sonra, ülke halkına özgürlükçü bir anayasa bırakarak ayrılmışlardı.

Sonraki yıllarda bazen seçimle bazen darbelerle iktidarlar değişti. Her iktidarın farklı söylemleri, yöntemleri olsa da halkın yoksulluğu, dertleri hep aynı kaldı.   

Bazıları, "Yollar yürümekle aşınmaz""Dün dündür, bugün bugündür" dedi fakat ülkeyi sağ ve sol diye ikiye böldü. Sonra da “Bana sağcılar ve milliyetçiler cinayet işliyor dedirtemezsiniz” diyerek çetelere destek verip ülkeyi kana buladı...

Bazıları"Ben zenginleri severim" -diyerek tarafını belirledi. Yetinmedi, "Bu anayasa ülkeye bol geliyor" diyerek işçi-köylü-memur haklarını yok sayan demokrasi dışı "olağanüstü hâl" dönemini başlattı. 

Böylece, insan hakkı ve insan onuru yok saydı, 'faili meçhul cinayetler' (ki, tüm failler bilindiği halde  korunuyordu) işlendi, köyler bombalanıp, yakıldı-yıkıldı-boşaldı, yargısız infaz, dışkı yedirme, işkence, nefret suçları işlendi. Hapishanelerde kimi tutuklular idamla, kimi işkenceyle, kimi yakılarak öldürüldü. 17 yaşındaki çocuğu da 'idam' etmek için yaşını büyüttüler. Baş despot kişi ekranlara çıkıp pişkince: "Asmayalım da besleyelim mi?" diyebiliyordu... Diğer yüzüyle de "memurum/vatandaşım işini bilir" deyip; sömürüyü, kirli işleri, kara parayı, haksız kazancı, rüşveti serbest bırakıyordu... 

***

Bu acılar, sancılar, karanlık günlerle 2001'e geldik... O günden bugüne, toplumsal yaşamda izi olan (yöneten ya da yönetemeyen) birçok özne halen yaşıyor. Onları adları ile de anabiliriz.   

19 Şubat 2001'deki Milli Güvenlik Kurulu toplantısında, 10'uncu Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer anayasa kitapçığını, Başbakan Bülent Ecevit'e fırlatmış ve bu olay da yaşanan ekonomik krizin nedeni sayılmıştı. Oysa, aradan 16 yıl geçtikten sonra, olayın faili Sezer dile gelip dedi ki:

"Ecevit 2 kez bana gelip, Fazilet Partisi'nin kapatılmamasını, bunun için arkadaşlarım olan Anayasa Mahkemesi üyelerine telkinde bulunmamı istedi. Hukukun üstünlüğüne inanan ve yıllarca AYM'de görev yapan bir kişiye söylediği bu sözlere kırıldım ve reddettim."

Bu bunalım ikliminden yaralanan AKP, 'hizmet hareketi' dedikleri gizli bir güç odağı ile işbirliği yaparak 2002 yılında iktidar oldu. 

İktidarın ilk işleri; güvenlik-yargı-askeri-eğitim gibi kurumlara 'koza' yerleştirmek, sonra da kaynak yaratacağız diye halkının malı ve ekmek teknesi olan KİT'leri satmak... Müttehitler kazansın diye o zamandan bu güne kadar ihale yasası 191 kez değiştirme... İşte böyle başladı köylerin boşalması, tarımın bitmesi, şehirlerin betonlaşması, doğal dengeyi bozan HES'lerin yapılması, maden arama ruhsatlarının verilmesi ve karadeliğe dönüşerek 30-40 yıl sonra doğacakları 'dolar' ile borçlandıran, yol, tünel, köprü, hastanelerin yapılması... İşsizliğin çok olduğu ülkede işe alınmak için liyakat yerine, mülakatta yandaş olduklarını kanıtlamak esas alındı... Kaynaklarımız, ülkenin huzur, refah, barış için değil de "Bir merminin fiyatını biliyor musun?" -diyerek savaş aracı ve donanımı için harcandı.    

R. Tayyip Erdoğan önce Başbakan olarak tüm yürütme yetkilerini ele almış, yasama ile yargıyı işlevsiz kılmış, medyayı susturup pek çoğunu bir yandaş havuza toplamıştı. Cumhurbaşkanı oldu, fakat bu kimlikle de yetinmedi, yeniden AKP'nin genel başkan oldu. Böylece sanki bir parti devleti kurmuş oldu. Bu kimliklerin verdiği güçle muhaliflerin tümü öteki sayılıp kamusal hizmetlerden yoksun bırakıldı. 

İşte birkaç örnek:

Cumhurbaşkanı Erdoğan, 21.10.2017 günü betonlaşan İstanbul için çok üzülmüş olacak ki özeleştiri yaparak demişti ki

  • “Biz bu şehrin kıymetini bilmedik, biz bu şehre ihanet ettik, hala da ihanet ediyoruz, ben de bundan sorumluyum...” -demişti. 
*

25.02.2021'de pandemiyi hiçe sayarak 'lebaleb dolu' parti kongresinde kendi partisine güzellemeler yaparken, bakınız belediye başkanlığını kaybettiği İstanbul ve 'ötekiler' için neler söylüyor:  

  • “...Onlara rağmen Kanal İstanbul'u yapacağız. İnadına yapacağız ve Kanal İstanbul ile İstanbul nasıl güzelleşecek, İstanbul bir başka şehir olacak bunu da görecekler. Alıştıracağız, buna da alışacaklar...”

İnadına yapacaklarmış "Kanal İstanbul'u". 

Kime inat? 

-İstanbul'un doğasına inat. - Muhalefete inat,  

-Yani, 806.415 oy farkla kaybettiren İstanbullulara inat...

Niçin inat?

-İnsan "inatla" ancak sevdikleri için 'güzel' işler yapar.

-İnatla düşmanlık olmaz ki! 

O halde?

-Bu tutku, bu direnç, bu inat başka ne için olabilir ki!

-Rant arsalarını alanlar ve müttehitler için olmasın! 

İsterseniz biraz da olumlu düşünelim: 

Yoksa, sevmeye mi başlamış "terörist" ilan ettiği muhalefeti?

Yoksa sevmeye mi başlamış, her yerini betonlaştırdığı İstanbul'u?

*

Cumhurbaşkanı, 02.03.2021 günü: "İnsan Hakları Eylem Planı"nı açıkladı.

Aman Allah'ım! Bu da ne böyle!

İnsan onuru korunacak / dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç, din, mezhep ayrımcılığı yapılmayacak / herkese eşit, tarafsız ve dürüst hizmet verilecek / masumiyet karinesi, cezanın şahsiliği ilkelerine uyulacak / eleştiri ve düşünce açıklama özgürlüğü olacak / bağımsız, tarafsız yargı ve bir hukuk devleti olacak / hak ve özgürlükler adalet teminatında olacakmış...  

Zaten, yukarıda sayılan bu insani değerlerin ülkemizde yok olduğunu söyleyen, yazan, çizenler yıllardır tutuklu değil mi?

Zaten, yıllardır bunları savunanlar “hain-terörist" sayılmıyor mu?

Sanki o konuşan, 19 yıldır iktidarda olan değil de yeni bir aday! 

Sanki, anayasa mahkemesi ve insan hakları mahkemesi kararlarına karşı duran, uymayan, uygulatmayan kendileri değilmiş!  

Sanki birisi, 'İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi'ni okuma ekranına koymuş da Cumhurbaşkanı onu okuyor!

Sanki, yaptıklarından nedamet duymuş da artık yapmam diyor! 

Hani derler ya 'Allah söyletmiş'-diye. Öyle olmuş herhalde.

Yıkıp yok ettiklerini bir bir sıralayıp, söylemiş!

Peki, inandınız mı?


Diğer yazılarım için: tıklayınız

21 Şubat 2020 Cuma

GÖÇMENLER

Sokakta karşılaştığınız bir insanımıza; “Ülkemizin en önemli birkaç sorununu söyler misiniz?” diye sorunuz. Yapacağı sıralama içinde mutlaka; “sığınmacı, mülteci, göçmen, kaçak” sözcüklerinden birisi olacaktır.Bu sözcüklerin bazı farklılıkları olsa da, benzerlikleri daha çoktur, bunun için bazen “göçmen” bazen “gurbetçi” olarak kullanmak istiyorum. 

Ülkemiz hem kendi içine, hem de dışına çokça göçmen/gurbetçi göndermiş, değişik ülkelerden de çokça göçmen/gurbetçi almış ve bu acılı süreç artarak devam etmektedir. Göçe zorlayan trajediler yetmezmiş gibi, onları bir de denizde, karada ve vardıkları yerlerde bekleyen nice acılar vardır.

Bugün Suriye'de yaşanmakta olan haksız emperyal savaş nedeniyle, 4 milyon göçmen aldık, sınırımızda da milyonlarca göçmen adayı fırsat beklemekte... Ve daha dün Almanya'da gurbetçileri hedef alan ırkçı bir saldırı... 

Dünyadaki bütün emperyalist/faşist savaşlar, kendisini "insan(!)" sanan bazı kişi ve grupların öz çıkarları için çıkmış ve çıkmaktadır. Ve tüm çıkar savaşları da; "dinim, ırkım, vatanım, devletim, milletim, beka.." gibi hamaset sözleri ile başlatılır.   

Halkın duygularını kabartan çağrılar yankı bulur ve halk çocukları, 
kinle bilenerek tanımadığı, bilmediği başka coğrafyalardaki suçsuz günahsız halklara düşmanı olarak savaşa gönderilir. Düşman ilan edilen mazlum halkın; malı talan, çocuk-kadın-yaşlı-gençler katledilir... insanlık suçu büyük acılar yaşatılır...

O kandırılmış askerlerin bazıları bu savaşta ölür, bazıları yaralı-sakat-sağ kalır. Fakat sağ kalanlar (yaşananları unutamaz) bunun için ömür boyu bir "suçlu" olarak vicdan azabı içinde yaşarlar. 

Acımasız-haksız savaşlar, baskı, zulüm, sömürü, yoksulluk, ölüm korkusu ve bir de doğal felaketler göç etmeyi zorunlu kılmaktadır. İ
nsanlar; güvende değil, işsiz karınları aç, ailesi için gelecekte huzurlu bir yaşam olmayacağını anlamış, böylece tek seçenekleri olmuştur göç. Yaşamak için, bir umut kapısı olarak gurbet ellere giderler.

Yoksa;

Kim; doğduğu evi, komşularını, hayvanlarını, bağ-bahçe-tarla-
coğrafyasını, anılarını, hayallerini, bırakıp, bilinmedik diyarlarda sığıntı olmak ister?!... 

Kim; dilini, töresini, bilmediği yaban ellerde işsiz, güvencesiz bir  gurbetçi olmak ister?!... 

EN ÜST KİMLİK İNSANLIKTIR

Bazı insanlar göçleri doğuran nedenleri bilmiyor, bazıları göçleri, kendi yoksulluklarının sebebi biliyor, bazıları da kimlikleri öne çıkarıp; ırkı, dini, kültürü ve yaşam tarzına uymadığı ... için göçmenlere dostça bakmıyor ve onları çevrelerinde görmek istemiyorlar. Fakat, dünya barışını yok edip, göçleri zorunlu kılanlar ile kendilerini yoksul bırakanların aynı emperyalistler, aynı işbirlikçiler ve haksız savaşlar olduğunu bilmiyorlar. 

Evet, her insanın birçok kimliği vardır, fakat en kapsayıcı olan kimlik insanlıktır. Ancak bu kimlik etrafında birleşmek dünyaya huzur ve barışı getirir.

Zorunlu nedenlerle evini toprağını terk eden göçmenler, ister kendi ülkesi içinde, ister ülke sınırları dışına çıksınlar, onlar için artık sınırların hiçbir önemi yoktur. Çünkü onu var eden damarları, kökleri kopmuştur ve artık o gittiği yerde bir gurbetçi olmuştur.   

GÖÇMENLERİN HAYATI

Bazı göçmenler; “karnım nerede doyarsa vatanım orasıdır” dese de, siz inanmayın onlara. O gurbetçi, kendi coğrafyası uzağında yaşarken içindeki özlemleri saklı tutarak, buralara kök salıp, dal-budak vermeye çalışsa da… O, zorunlu bir sürgün, bir tutuklu gibi düşünür/görür kendini.  O, yaşama merhaba dediği coğrafyasını sürekli olarak rüyalarında, hayallerinde gizli gizli yaşatır, yüceltir, kutsar kendince.

Göçmenlerin karşısına aşılması zor engeller çıkar, bu engelleri aşmak için de öncelikler sıralamasını değişmek zorundadır. Artık hayallere, sevgiye, aşka, hobilere ayıracak zamanı çok çok azalmış, yaşam savaşı ön sırayı almıştır. Çoluk çocuğu ile gurbet elde 'sıla' özlemi çekip, için için yansa da… O, özlemlerini kendine saklar, gizli-açık kendisi ile fısır fısır konuşur ve dertleşir.

Rüyalarında, geldiği yerin dağları, yaylaları üstünde; koşar/uçar, serin pınarlardan su içer, arkadaşları, komşuları ile buluşur, konuşur... Öper, koklar, kuzularını oğlaklarını, başaklı tarla ve bahçelerde dolaşır, meyveler koparır dalından...

Rüyaların sevinci daha onu dinlendiremeden, yeni güne yorgun başlar. Hele de duyguları ona; “çevrendekiler seni istemiyor, her an göz hapsindesin, hep seni konuşup, çekiştiriyorlar... diye fısıldıyorsa…

Başı öne eğik kapı çalıp, iş ararken, kuşkucu söz ve bakışlarla sorgulandığını hisseder kahrolur. Kimse “ben olsaydım ne yapardım” diye duygudaş olmaz ona...Kimi “ne işin var buralarda, memleketine git” der. Kimisi de acıyarak sadaka vermek ister…

Gün boyu yara alır, onuru zedelenir, boğazı düğümlenir nefessiz kalır. İçine akıttığı gözyaşlarının da hiçbir faydası dokunmaz ona… Olanlar, söylenenler, hor görmeler, git demeler, ondaki yaşam tutkusunu, alıp gitse de… O, yaşamak zorundadır, hele de bakacak ailesi ve çocukları varsa...

Alıp başını gitse, başka gurbetlerin gurbetçisi olması da kolay değil ki!... 

Ve eğer şanslıysa; barınacak bir yer, karın doyuracak bir iş bulur.

***

Gurbetçiler bir iş bulsalar da, yaşamsal öncelik sıralamasında kendileri için önde bir yer bulamazlar. Bu kez, varsa çocukları, yoksa da doğacak olanlara öncelik sırasını vermek ve onlar için bir gelecek kurgulamak zorundadırlar.

Eğer zorlukların, zalimliklerin bittiğini, çocukları için güvenli bir gelecek olacağını anlasa hemen uçup gitmek ister doğduğu yerlere… Bu duygu ile "haydi" diyecek olur, yine başaramaz. Çünkü çocukları bu coğrafyanın havası, suyu, yaşayışına alışmıştır, söküp alamaz onları buradan, çaresiz kalmıştır artık.

Gurbetçilerin sırtında kambur oluşturan yükler; hem sosyal, hem ekonomik, hem politik, hem de psikolojiktir. Bu yüklerin en zalimi, en utanç verici, en çok yaralayanı ise, kimlik baskısı veya bilindik ismiyle faşizmdir

Gurbetçiler, bedeli çok ağır olan kara faturalar için; canlarını, mallarını, topraklarını, gururlarını, duygularını ödeyerek yaşama tutunmaya çalışan yaralı insanlardır.

Eyyy gurbetçilere, göçmenlere düşman olanlar!..

Niçin gurbetçilere kimlik baskısı yapıyorsunuz?

Bizler de tüm “insanlık” olarak bu ağır faturanın suç ortaklarıyız!...

Çünkü bizler insanlık olarak...

El ele verip; emperyalizme, faşizme, savaşlara, sömürüye, "DUR!.."

Savaş sevicilerine, "GİT!..."

Yoksulluğa "YOK OL!.."  

Demedik/diyemedik.

Şimdi neden koro olmuş, gurbetçilere "GİT!.." diyoruz?

Diğer yazılarım:tıklayınız

26 Ekim 2018 Cuma

Kardeş Olun Ey İnsanlar!..


Emperyalist, militarist ve faşist güçlerin, 'Birinci Dünya Savaşı' öncesi başlatıp 1940’lı yıllarda zirve yapan, paylaşım, kıyım ve yıkımları; ırkçılığa dayanan düşmanlıklar sayesinde gerçekleşmiş ve dünya halklarına çok zor günler/seneler yaşatmıştı.

Yurdumuzdaki işgalleri engellemek için, ülkemiz halkları 1919'da birlik olup 
'Kurtuluş savaşını' başlatmış, kazanmış ve 1923 yılında Türkiye Cumhuriyetini kurmuştu. Tabii ki, dünyayı etkileyen ırkçı, grupçu anlayışlar bu süreçte boş durmamış, genç cumhuriyetin bünyesinde bulunan; Türk, Kürt, Ermeni, Laz,  Arnavut, Arap, Çerkez, Gürcü, Boşnak, Pomak, Rum, Roman…, gibi değişik ırk, dil, din ve kültürden gelen insanlar arasında düşmanlıklar yaratmış, iç çatışmalara varan eylemler yapmıştı. Ayrıca toplumu kucaklamayan bazı projeler, bazı kişisel-grupsal eylem ve söylemler de bu yıllarda  başlamıştır. 

Örnek olabilecek bir eylem ve bir söylemi yorumsuz olarak anımsatıp, asıl konuya döneceğim:

Bir eylem: 'Türkçeyi tüm dillerin atası olarak kabul eden' Güneş-Dil Teorisi  için 1932-1936 yılları arasında yoğun çalışmalar yapılmış, fakat bu çalışmalar, hem ülkemizde, hem de dünyada kabul görmediği için son bulmuştur.

Bir söylem: Adalet Bakanı Mahmut Esat Bozkurt 18 Eylül 1930 günü Ödemiş’in Gölcük yaylasında:  “Benim fikrim, kanaatim şudur ki, bu memleketin kendisi Türk’tür. Öz Türk olmayanların Türk vatanında bir hakkı vardır, o da hizmetçi olmak, köle olmaktır.” Demiş, fakat sadece dört gün sonra görevinden alınmıştır.

***

Şimdi asıl konumuz olan ve çokça tartışılan “Öğrenci Andı”na gelelim:

Önce çok kısa olarak andın hikâyesi: Andın sözleri, çok çalışkan, çok başarılı ve çok genç yaşında “apandisit” nedeniyle vefat eden Maarif Vekili (Milli Eğitim Bakanı) Reşit Galip’e aittir. Andın okullarda her gün zorunlu olarak okunmasına  10 Mayıs 1933'te başlanmış, daha sonra 1972 ve 1997’deki değişikliklerle devam etmiştir. 8 Ekim 2013 tarihinde ise okullarda okutulmasına son verilmiştir.

Danıştay beş yıl aradan sonra yapılan itirazı haklı görüp, kararı iptal etti. Danıştay'ın verdiği bu karar iktidar ortakları arasında çatışma nedeni oldu ve gündemin ilk sırasına oturdu. Ki bence; bu çatışma göstermelik ve sadece 'herkes kendi seçmenini korusun' anlayışı ile hazırlanmış bir seçim hilesi, yapay bir algı oyunu...   

***

Gerekli hatırlatma ve özetlemeyi yaptım. Şimdi de zorunlu din dersine karşı bir eğitimci olarak 'Öğrenci Andı'na neden karşı olduğumu anlatacağım: 

Dikkat!.. Aşağıdaki açıklama ve görüşlerime karşı çıkacak pek çok okur ve dostum olduğunu biliyorum ve onlara sesleniyorum: "Lütfen, yazının tümünü dikkatle ve önyargısız olarak okuyunuz… “Ama-fakat” diye başlayan hamaset cümlelerine sığınmadan, slogan atma kolaycılığına sapmadan, sadece etik, demokratik ve bilimsel (hukuksal, felsefi, sosyolojik, psikolojik, pedagojik) esaslara uygun eleştirilerde bulunup, katkıda bulununuz. Sizi empati yapmaya çağırıyorum..."

Her gün andın okutulduğu okullarda; ırk, dil, din, inanç ve dünya görüşü farklı olan öğrencilerimiz vardır. Onlardan bir tekinin bile üzülüp, kırılması; demokrasi ayıbıdır, insanlık suçudur. Öğretmenler; nesnel (objektif), demokratik ve laik anlayışla her öğrencinin öğretmenidir, onlar, ayrımcı, ırkçı, asimilasyoncu  olamaz, olmamalı...  Öğretmen öğrencisini; yaşamaya, barışa, dostluğa, hayal etmeye, üretmeye özendirmeli… 

Bizler öğrencilerimizin abartı, kibir ve övünmeden uzak durmasını isteriz. Peki, neden her gün onların övünerek; "Türküm, doğruyum, çalışkanım" demelerini isteriz? Belki onlardan biri Türk değildir, belki biri bazen yalan söylüyor ve çalışkan da değildir... Oysa ant içme; "Tanrıyı veya kutsal bilinen bir kişiyi, bir şeyi tanık göstererek yemin etmektir." Anda uymak, sözünde durmak ise bir erdemdir. 

Peki, şimdi ne olacak ant içen bu çocuğun erdemleri, samimiyeti ve dürüstlüğü?!… 

Eğer erdemler kazandırmak istiyorsak neler yapılabiliriz? Her gün 5-10 dakika sürecek öğrenci merkezli etkinlilerde; yaşamdan, yakın çevreden seçilen örnekler, demokrasi, hak, adalet, barış, paylaşma, yardımlaşma vb. konularda düşündüren, geliştiren sunuşlar yapılabilir, öykülerle, şiirlerle, oyunlarla farkındalık yaratılabilir. Yok, eğer o gün bunlardan hiçbiri yapılmayacaksa, hep birlikte çevre temizliği ve bahçemizde bitki bakımı da yapılabilir.

İnsanlar; sloganlarla, ezberlerle, yeminlerle geliştirilemez. Çünkü asıl eğitim; yaparak, yaşayarak ve içselleştirilerek yapılandır. Ancak böylesi bir eğitim, yol göstererek, erdemli kılarak, yetenek, beceri, kazandırarak insanı geliştir.

Peki, o halde neden en kıymetli olan çocuklarımızın; var olarak, çalışarak, yaparak, başararak kendisine, ailesine, ülkesine, insanlığa faydalı biri olması için yönlendirme çabaları göstermiyoruz da, her gün onların “varlığım Türk varlığına armağan olsun. Ne mutlu Türküm diyene” diyerek ant içmelerini istiyoruz?!...  

Biliyorsunuz pek çok vatandaşımız yurt dışında yaşıyor. Peki, eğer X ülkesinde onların çocuklarına her gün ant ettirilip, onların varlıklarını kendilerine armağan  etmeleri ve kendi milletlerinden oldukları için de mutlu olmalarını isterlerse...?

Bu ant tartışması sürecinde önemsediğim iki meslek örgütünü kınadım:

Eğitim-İş’i; “Davamız sonuçlandı: Öğrenci andının kaldırılması iptal” diyerek bu haksız davayı açtığı ve alınan karara alkış tuttuğu için… 

Eğitim Sen’i de; “Eğitim Sen olarak, Türkiye’de demokratik bir siyasi atmosfer yaratılmadan çocuk hakları üzerine, eğitimin temel sorunları üzerine demokratik(!) tartışmaların yürütülemeyeceğini, sorunlarımıza sahici çözümler getirilemeyeceğini belirtmek isteriz.” deyip kaderci ve pasifist bir anlayış sergilediği için…

Bana göre her iki meslek örgütümüz de bu sınavda, başarısız oldu. Çünkü onlar, demokrasiye ve mesleki etik kurallara uymadılar.


***
İnsanların sahip olduğu kimlikler sayılmayacak kadar çoktur.  Fakat bu kimliklerin birisi hariç, diğerleri insanları gruplara ayırıyor. İşte o hiç ayrım yapmadan, herkesi kucaklayıp içine alan kimlik insanlıktır. Onun içindir ki, her öğretmen için öncelikli kimlik "insan olmak" olmalıdır. Ancak bu anlayış öğretmeni, ırkçı ve ayrımcı olmaktan kurtarır, ona nesnellik kazandırır…

Bakınız Beethoven 1824 yılında bestelediği 9. Senfonide ne diyor:
Kardeş olun ey insanlar,
Bunu ister tanrımız!
Bu dünyada her şey geçer,
Yalnız sana dost kalır.
İnsanlığa doğruluğa,
Göğsünü aç korkma sakın.
Hür doğmuştur insanoğlu,
Hür yaşamak hakkıdır.

Yüzyıllardır milyarlarca insan bu senfoniyi coşku ile söylüyor. Peki, siz bu senfoniden hiç şikayetçi olan birisini görüp, duydunuz mu? 

Yetsin artık!.. Çocuk, genç ve insanlarımızın kurban olması" anlayışından vazgeçelim... Onlar; var olup yaşadıkça, ürettikçe, hak, hukuk, adalet, demokrasi, barış, laiklik dedikçe, ayrımsız olarak birlikteliğe, sevgiye, saygıya inandıkça ülkemiz ve dünya daha yaşanır, daha güzel olacak. 

“Siz eşit haklara sahipsiniz! Kardeş olun ey insanlar!" deyip, “Dostluğa çağrı” yapmanın ne zararı var?

  

Yazarın diğer yazıları için tıklayınız

2 Şubat 2018 Cuma

BUHAL Hipokrat’a Karşı…


-Sevgili okur dostlarımdan isteğim, yazımın bu bölümünü, vazgeçtim tümünü, geçen haftaki yazıma bir ek veya bir dipnot olarak kabul ederek okumalarıdır.-

Bizim kuşak,  emperyalist dünya paylaşım savaşlarının ikisini de görmedi, sadece onlardan miras kalan bazı enkaz ve acılara tanık oldu. Ancak bu savaşların ardılı olan “soğuk savaş” dönemini tüm acılarıyla adım adım yaşadı.

Bu dönemi öncesi ile birlikte kısaca hatırlatmak gerekirse:

Emperyalist güçler, çıkarmış oldukları her iki dünya savaşının insanlara yaşattığı acıları, doğaya ve tüm kaynaklara verdiği zararı gördü ve hatta bir kısmını da kendileri tadarak yaşadılar…

Bu trajik sonuçlar onları hem çok sarstı ve çok korkuttu, hem de üçüncü bir dünya savaşı olması halinde, karşı güçlerin elindeki akıllı/nükleer silahların  yaşatacağı toptan yok oluşları düşünmeyi sağladı.

Ama onlar savaşsız yaşayamazdı ki!..

Emperyalist düzenlerini sürdürmenin önkoşulu da savaşlardı. Çareler aradılar ve buldular: 1960’lı 80’li yıllarda sosyal psikolojinin buluşu olan “soğuk savaş” yöntemine sıkıca sarıldılar.

Sömürmek istedikleri her ülkede, insan hak ve özgürlüklerini yok sayan işbirlikçiler buldular ve onları yönetime getirdiler. Kışkırtıcılar (provokatör) ve bilinçsiz militanlar kullanarak, toplumu dil, din, ırk, cinsiyet, yaşam tarzı ve siyasi görüş farklılıklarına göre ayrıştırıp, kışkırtılmış kinli, öfkeli düşmanlıklar yarattılar. 

Bu ortamda da; düşünen, sorgulayan gençleri, aydınları, bilim insanlarını hain ve düşman ilan edip; tutukladılar, işkence ettiler, yok ettiler, öldürdüler… Ülkede bir korku iklimi yaratıp (çünkü korku, aklın en büyük düşmanıdır), toplumu sindirdi ve şekillendirdiler.

Soğuk savaş dönemi, baş düşman ilan edilen S.S.C.B blokunu parçalanması ve Rusya'nın da emperyalist güç olmasıyla son buldu. Fakat demiştik ya, "bunlar savaşsız yaşayamaz" diye… Yine, yeni savaşlara devam dediler... 

Bu kez de toplumu ayrıştırıp, vuruşturmak için her iki tarafa da sattıkları silahlarla küçük çaplı bölgesel savaşlar başlattılar. 

Yugoslavya, Irak, ve içine sürüklendiğimiz Suriye bataklığı savaşları gibi...

Ve emperyalizmin patronları, tıpkı masallardaki "kurt" misali, kılık değiştire değiştire yeni savaşlara devam edecekler.

***
(Şimdi de “zülfü yâre” dokunmadan başlık konumuza geçebiliriz.)

OHAL, BUHAL oldu Hipokrat hedef tahtasında…  

Halka hizmeti amaçlayan her kurumun alanları ile ilgili etik ilkeleri vardır. Bu ilkeler her dönem, her durum ve her kişiye göre değişmeyen, herkesi önemseyen, benimseyen genelgeçer (objektif) esaslardır. Tıp alanı da böyle alandır.

Tıbbın babası kabul edilen Hipokrat (Hippocrates) hekim bir babanın oğlu olarak 2478 yıl önce (İ.Ö 460) Yunanistan’ın Kos adasında doğmuştur. O da babası gibi hekim olur ve Kos adasında bir tıp okulu açarak öğrenciler yetiştirir. O, "Önce zarar verme!" diyerek tıbbın ilk ilkesini belirler. Bu da; "Hekim düşüncesi ve seçtiği tedavi ile hastaya zarar vermemeli…" anlayışını geliştirmiştir.

Dünyadaki tüm hekimler bu ilkeyi temel aldıkları için göreve, “Hipokrat Yemini” ile başlar, yaşamları süresince buna sadık kalırlar. Kısaca her hekim; din, dil, ırk, cinsiyet, yaşam tarzı vb. farklılıkları düşünmeden tüm insanların, insanca ve sağlıklı yaşamaları için  hizmet ederler. 

TTB (Türk Tabipleri Birliği)'nin de üyesi olduğu Dünya Tabipler Birliği Genel Kurulu Ekim 2017 toplantısında; Cenevre Bildirgesi, diğer adıyla "Hekimlik Andı"nı güncelleyerek kabul etti.  İşte o HEKİMLİK ANDI

Kısa ve net olarak diyor ki: 
"Hekimin düşüncesi de, yöntemi de yaşatmak içindir."

TTB Merkez Konseyi 24.01.2018 günü, bu ilke uyarınca: "Savaş, doğada ve insanda tahribat yapan, toplumsal yaşamı tehdit eden, insan eliyle yaratılan bir halk sağlığı sorunudur." diye başlayan kısa bir duyuru yayımladı. Bu görüşleri açıklamak onların demokratik hakkı, siz bunlara katılır ya da katılmazsınız. Zaten şimdi de yargılanıyorlar... 

Ama daha ifade/savunmalar alınmamış, yargılama devam ediyorken.. “Hak, hukuk, adalet!” dedirtecek ve sonucu belirleyen iki atak eylem yapıldı bile: 

Birincisi, kendisi de tıp doktoru olan Sağlık Bakanı Ahmet Demircan'dan… Demircan, "seçimle gelen" TTB için; "Tabipler Birliği, Türk tabiplerini temsil eder noktada değildir." dedi…

İkincisi, Rektör ve yöneticiler; bunlar da, gözaltında olanları ifadelerine bile başvurmadan görevlerinden uzaklaştırdılar…

Peki, şimdi neler olacak?

Eğer TTB'nin bu duyurusu "suç" olarak kabul edilirse; 
  • Suç ortakları, Dünya Tabipler Birliği,
  • Bu örgütün "Temsili"  lideri Hipokrat olacak...
  • Bundan böyle TTB yönetimine; yemin ve ilkelere uymayanlar atanacak.
  • Ülkede demokrasi olmadığının altı çizilecek.  
Görelim bakalım daha neler olacak.  
 
*

Hipokrat “milli” mi? 

-Bilemiyorum.  

Fakat O, bizim coğrafyanın 2.478 -İki-bin-dört-yüz-yetmiş-sekiz- yıllık oldukça “yerli” bir insanı…
 


Yazarın diğer yazıları için tıklayınız