mülteci etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
mülteci etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

10 Aralık 2021 Cuma

İnsan Hakları - AHİM ve Siyaset


Kısa aralıklarla iki dünya savaşı yaşamış ve çokça 
yarası, derdi bulunan dünyanın 51 ülkenin (şimdi 193) birlikteliğinde 1945 yılında "Birleşmiş Milletler" (BM) kurulur. 

BM'nin amacı; savaşların dünyada neden olduğu yaraları sarmak ve barış içinde yaşanacak bir iklim sağlamaktır. Yapılan görüşmeler sonunda; tüm insanlara, eşit hukuk ve sosyal haklar verilirse, dünyada bir barış iklimi oluşabileceği ortak görüşüne varılınca:  

10 Aralık 1948 günkü oturumda "İnsan Hakları Evrensel Bildirisi" kabul edilir. (Türkiye, bu bildirgeyi 6 Nisan 1949'da imzalamıştır.). 

İşte bu nedenle 1948 yılından beri 10 Aralık günü BM üyesi ülkelerce: "Dünya İnsan Hakları Günü" olarak süslü törenler ve nutuklar eşliğinde kutlanır.  

Bu bildirgenin 30 maddesi vardır ve özetle şunları kapsamaktadır:   

Madde 1: Bütün insanlar özgür, onur ve haklar bakımından eşit doğarlar. Akıl ve vicdanla donatılmışlardır, birbirlerine kardeşlik anlayışıyla davranmalıdırlar.  

Madde 2: Herkes ırk, renk, cinsiyet, dil, din, siyasal ya da başka türden kanaat, ulusal ya da toplumsal köken, mülkiyet, doğuş veya başka türden statü gibi herhangi bir ayrım gözetilmeksizin, bu Bildirgede belirtilen bütün hak ve özgürlüklere sahiptir.


Diğer 28 maddede de ise özetle:

Hiç kimsenin, kölelik, kulluk altında tutulamayacağı...

Herkesin, eşit-özgür-onurlu birey olarak: inanç, din, düşünme, anlatım, vicdan, savunma, güvenlik, özel yaşam, evlilik, aile, konut, mal-mülk, seyahat, çalışma, adil yargılanma, sığınma ... hakları olduğu... Ve herkesin yasa önünde eşit, eşitçe korunur, kimseye aşağılama, işkence uygulanamaz, hiç kimse keyfi olarak yakalanıp, tutuklanmaz ve sürgün edilemez. ... olduğu belirtilmektedir. 


Eğer bildirgedeki detaylara girmeden, sadece yukarıda açılımı verilen 1. ve 2. maddelerdeki kıstaslara bakarsak, bir ülkenin hangi ligde yer aldığını görmüş oluruz. Zaten, tüm uluslararası kıyaslamalar bu kıstaslara göre yapılmaktadır.


Bunlar, her insan için gerekli, vazgeçilmez, olmazsa olmaz haklardır. Fakat bir de "kazan kazan" çıkar ilişkilerinin insanlığa yaşattığı gerçekler vardır. Bu gerçekler bizi iki farklı yaşam biçimi ile karşılaştırır: 

  • İnsan haklarına uyulan ülkelerde: insanlar, daha saygın-özgür-mutlu... 
  • Özgürlüklerin baskılanıp yok sayıldığı ülkelerde: ise insanlar, daha özgüvensiz-çaresiz-mutsuz...  

***

47 Avrupa ülkesi 1950 yılında, "İnsan Hakları Evrensel Bildirisi" ilkelerini esas alarak, kendilerine özel: "Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi" (AİHS) ve onun yargı sistemi olan "Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi" (AİHM)'i oluştururlar. 


AHİM yargı sistemiyle, kendi ülkelerinde yaşadıkları sorunlar yüzünden mağdur olanların başvurularına hukuksal çözümler bulunarak gereği için ilgili devlete bildirilir.


İşte bu aşamada uluslararası mahkemenin vermiş olduğu hukuksal karara uymak, ya da uymamak ilgili devletin siyasi tercihi olmuş, yani hukukun üstünlüğü, siyasetin üstünlüğüne dönüşmüştür.


Ne yazıktır ki, belirleyici olan bu davranış; çoğunlukla insan haklarını değil, yani hukuku değil "çıkarları" esas almaktadır. Yani, insan hakları bir hukuksal konu olmaktan çıkıp, bir siyaset konusu olmaktadır.


AHİM Başkanı Robert Spano, kurumunun 2020 yılı çalışmalarını anlattığı toplantıda, ülkemizi çokça andı. İşte söylediklerinden bazı seçmeler: 

  • 2020’de Avrupa Konseyi üyesi 47 ülkeden, AİHM’e 41.700 başvuru olduğu... 
  • Başvuruların %75'inin: Rusya, Türkiye, Ukrayna ve Romanya'dan geldiği... 
  • Rusya Federasyonu: 13.650 vaka (%22,4) ile birinci, Türkiye'nin 11.750 vaka (%18,1) ile ikinci olduğu...
  • Türkiye aleyhine yapılan başvuruların, 2019'a göre %27 artış gösterdiği, 
  • Türkiye ile ilgili davaların en çok ifade özgürlüğü ile ilgili olduğu,  
  • Büyük Daire’ye yapılan başvuruların, 2019'a oranla yüzde 22 artarak 556'ya ulaştığı... 

Madem ki ülkemiz AHİM'de bu denli öne çıkmış, biz de içeriden birkaç örnek ekleyelim: 


2004 yılında; Anayasanın 90. madde 5. fıkrasına: ”Usulüne göre yürürlüğe konulmuş temel hak ve özgürlüklere ilişkin milletlerarası antlaşmalarla kanunların aynı konuda farklı hükümler içermesi nedeniyle çıkabilecek uyuşmazlıklarda milletlerarası antlaşma hükümleri esas alınır.” 


AHİM'in kararlarına uymak için 17 yıl önce yukarıdaki cümle ile anayasal bir söz veren iktidar; AHİM kararlarını, ülkemiz anayasasının hükümlerinden daha üstün saymıştır ve bugün halen iktidar...


Fakat ne yazıktır ki, tek kişiye dönmüş olan aynı iktidarın tek kişisi olan Erdoğan, iki gün önce AHİM kararları için: "Türkiye’nin Avrupa’nın Kavala ve Demirtaş ile ilgili kararlarını tanımadığını, kararların yok hükmünde" olduğunu söyledi. 


Sn. Erdoğan'ın bu sözleri; kendi iktidarının ne denli sözünde durmaz ve güvenilmez olduğunu yeniden hatırlatmış oldu.  


Böylece yurdumuzda; hak-hukuk-adalet büyük bir yara almış ve siyasete yenik düşmüştür. 


Biraz da kendilerini insan hakları, barış ve özgürlük savunucusu olarak gören ABD ve Avrupa Birliği ülkelerinin tutumlarına bakalım: 


Irak ve Suriye paylaşım savaşı sonunda can-mal güvenliği kalmayınca, ülkelerini terk etmek zorunda kalan mültecilere insanca yaşayacak bir ortam sağlamak yerine onlar; bir tehdit unsuru, bir pazarlık kozu haline getirilmiştir. Tıpkı bir pokerci kurnazlığı ile çekilen "rest" görülmüyor ve bu kanlı arenada mülteciler bir al-ver pazarlık objesi olmuşlardır.


Suriye, Irak, İran, Türkiye'de Kürtlerin insan hakları da bazı devletlerin al-ver konusu olmuş, her devlet bu sorunu kendi politik-ekonomik çıkarları için kullanmış, kullanmaktadır.  


Türkiye'nin Suriye'de özellikle de Afrin halkına yaşattıkları ve sürmekte olan Türkleştirme eylemleri sessizce izlenmiştir.


Uğradıkları haksızlıkları AHİM'e taşımış binlerce insanımızın simgesi olan, Selahaddin Demirtaş ve Osman Kavala: "hakları gasp edilmiştir" kararları alıp, beraat ettikleri halde, halen hapishanelerde rehin tutmaktadır.


***

VE: 


Varsın, İnsan Hakları Mahkemesi, hak-hukuk-adalet için kararlar versin!


Eğer bu hukuki kararların uygulanması için son sözü siyasi temsilci olan: "Bakanlar Komitesi" söylüyorsa...


Eğer bugün ülkemizde yönetim, Anayasa ve uluslararası yasaları değil, sadece KHK ve buyrukları geçerli kılmışsa... 


Eğer halkın büyük çoğunluğu "bana ne!" deyip, vicdani bir tepki bile göstermeden susuyorsa...  


Eğer sözde uygar ülkelerin  "Bakanlar Komitesi" de insan haklarını çıkarları için riyakârca bir "al-ver" konusu yaparak, ganimet bölüşümünü gülücüklerle kutlayıp el sıkışıyorsa... 


Böylelikle savaşlar kutsanıp, ölümler, işkenceler ve hak ihlalleri unutuluyorsa...


Ne önemi var, neye yarar tüm bu kararlar!?.. 


Emin Toprak- DOSTÇA

Diğer yazılarım için tıklayınız

 
 

5 Kasım 2021 Cuma

Göçler-Göçmenler

Coğrafyamız; binlerce yıldan beri göçlerin, göçmenlerin ve sürgünlerin yolu, durağı, kurağı olagelmiştir.

Göçler, doğal felaketler, savaşlar, salgınlar sonucunda oluşan; korku, acı, baskı, yokluk, hastalık gibi yaşam zorluklarından, zorunlu bir kaçıştır. Bu kaçış aslında, daha güvenli bir yaşam iklimi arayışıdır. 

Sürgünler ise; egemen güçlerin, kendileri için tehlikeli sayıp istemedikleri kültürlere sahip olan kişi ve grupları, coğrafyasından tüm değerlerinden koparmaktır. Bunlara götürüldükleri yerdeki dil, inanç ve yaşam tarzını benimseterek etkisiz kılmak, böylece sosyal bellekleri silmek, sindirmek 'kendilerine benzer' yapmak (asimile etmek) amacıyla yapılan faşistçe bir yok etme eylemidir. 

Bulunduğumuz coğrafyanın, Orta Asya'dan çokça göç aldığı söylenir. Çok eski yıllarda gerçekleşen bu göçlerin benim için çokça bilinmezlikleri olduğunu düşünerek daha çok yakın çağlara bakmak istiyorum.

Osmanlı dönemi ve kurtuluş savaşı sonrasında hem ülke içinde hem de dışından çokça göç ve sürgün olayı yaşandığı görülür. Örnek olarak: 1915, 1925, 1938, 12 Mart, 12 Eylül dönemleri verilebilir. Bu yıllar hem yurtiçi hem yurtdışı göçler için çok hareketli yıllardır. Kırım, Bulgaristan, Romanya, Yunanistan ...'dan, yurdumuza, bizden; Yunanistan, Almanya, Fransa, Avusturya, Hollanda, İsveç, İngiltere, ABD, Kanada vb. ülkelere akıp giden göçmen, mülteci, sığınmacı ve sürgünleri sayabiliriz.  

Göç eden ve sürgün edilenlerin, aşmak zorunda oldukları; yol, dağ, deniz, sınırlar pek çok doğal ve yapay tuzakla doludur. Çünkü dünyadaki tüm sınırlar tuzaklıdır, çünkü, sınırlar insani değerleri değil, faşizan-ırksal çıkarları korurlar. İşte bu tuzakları aşamayanlar ölür, kalanlar için ise acı dolu çileli günler başlar. 

Çünkü tuzakları aşarak ölümden kurtulanlar gittikleri diyarlarda, dilsiz, kimliksiz, kimsesizdirler. Bu psikolojiye sahip olarak; mülteci/göçmen/öteki olmayı kabul ederek yokluk ve korku içinde yaşarlar. 

Şimdi burada biraz nefes alıp, birazcık düşünelim:

Çünkü bu sosyolojik olayın ve onun yarattığı psikolojiyi birlikte ele alıp neden/niçin diye sorgulamak için sağduyulu bir düşünmeye ihtiyacımız var. 

Kim; evini, işini, hayvanını, toprağını, yurdunu, değerlerini bırakıp, ölüm tuzaklı yollardan geçerek bir bilinmeze doğru gitmek ister ki? 

Kim; dilenci yerine konulacağını, onursuz bırakılacağını, öteki sayılacağını bile bile göçmen olmak ister ki? 

Peki tüm bu gerçekler bilindiği halde neden göçler durmaksızın devam ediyor? 

Özet cevap: Ne yazık ki, çaresiz kalan insanlar; sadece sevdikleri ve çocukları yaşasın, onların daha iyi bir gelecekleri olsun diye bu zorluk dolu ve insanlık dışı oluşlara katlanıyorlar.   

Şimdi de bugünümüze gelelim: 

2021 yılına girerken TÜİK nüfusumuzun 83 milyon 614 bin kişi olduğunu ilan etti. Bugünlerde ise 50 milyon insanımızın yoksulluk standartlarının altında yaşadığı ve bunlardan da 16 milyon kişiye 'sosyal yardım' verildiği söyleniyor. 

Bunca yoksulumuza bir de 7-8 milyon göçmen nüfus eklenince:

Tabii ki, mutsuz olanların çığlıkları da artarak yükselmeye başladı. 

Sömürü çarkı dişlileri arasında ezilenlerin çığlıkları çok haklı. 

Haksızlık ise; göçmenleri yokluk ve yoksulluklara sebep görüp, onları hedef almaktır. Hem de çok büyük bir haksızlık! 

Doğru olan ya da olması gereken; geçinemeyenlerin sağduyuyla düşünüp, bu eşitsiz gelir dağılımına sebep olan politikaları ve sömürü çarklarını sorgulaması ve demokratik yollarla haklarını aramasıdır. 

Fakat ne yazık ki, yurdumuzun gerçeklerini unutan büyük bir çoğunluk, göç mağdurlarını kendi yoksulluklarının asıl nedeni olarak görüyor! 

Bu kolaycı ve sığ düşünceyle, lokmasının azıcık olmasına da göçmenlerin sebep olduğuna karar verip onları birer düşman olarak görüyor, belki bilmeden ırkçılık yapıyorlar. 

Peki, neden üniversitedeki her dört gençten birisinin göçmen, sığınmacı olarak başka ülkelere kaçma taraflısı olduklarını hiç düşünmüyorlar?  

İşte bu anlayıştır haksız ve yanlış olan.

Hele hele görevleri ayrımsız olarak halka hizmet etmek ve sosyal adaleti sağlamak olan bazı belediye başkanları ve politikacıların; insani olmayan, ayrımcı, ırkçı bir anlayış taşıyor olmaları çok üzücü ve düşündürücüdür. 

Eğer bir an olsun aşağıdaki karede olan objelere ve çocuğun bakışlarına bakıp, kendilerini o çocuk akranı sayarak, ya da onun annesi-babası olduklarını düşünerek bir niçin/neden sıralaması yapsalar o zaman bu insanlık dışı olayı ve olanları sanırım daha iyi anlarlar. 


İşte çok uzaklardan, yaşamak için yurdumuza sığınmış bir emekçi... Kim bilir ailesinin nasıl bir hikayesi var! Onun akranları şimdi okulda, oyunda, çünkü onlar henüz birer ana kuzusu. Ama ismini bilemediğim bu güzel çocuk, bu yaşta yüklenmiş acımasız bir yaşamın yükünü. 

***

İnsanlık tarihi boyunca sömürücüler, amaçlarına ulaşmak için sürekli olarak; gerginlik, çatışma ve savaşlar çıkarmıştır. Bunlara en büyük desteği de olup biteni sorgulamayan sağlıklı düşünmeyen yoksul halk kitleleri vermiştir. 

Savaşlar yüzünden çok, çok acılar yaşadı, çok çileler çekti insanlık.

Savaş; çıkar sağlama ve öç alma amacı olan ego ve hırsların çarpışmasıdır, yani bir ilkellik ve bir tür kana susamışlıktır.

Böylesi savaşlara karşı olmak da 'insan' olmaktır! 

Böylesi savaşlara karşı olan her direniş de kutsaldır! 

Ülkece, belki de dünyaca “bana dokunmasın da…” anlayışının yarattığı bir geç kalmışlık, bir suskunluk yüzünden yaşanan yeniklik ve ezikliği, daha kaç nesil tadacak?

Belki zamanla açılan yaralar iyileşir, geçer, ama bunların hem yüzeyde izleri hem de derinlerde sızıları hep kalacak. 

Bunlar bir yenilmişlik sonucu oluşan iz ve sızılardır. Bunlardır insanda; hiçlik, anlamsızlık, güvensizlik duygularını besleyen. 

Yurdumuzdaki 6-7 milyon göçmen insan savaştan kaçarak yurdumuza sığınmıştır. Bunlar insandır ne bizim rakiplerimiz ne de düşmanımızdır.

'İnsanlar da coğrafyalar da birbirine muhtaçtır' derler, evet, eğer barışçı anlayışla işbirliği yapılır, bir coğrafyadaki eksik, diğerinin artılarıyla giderilirse, bu dünya herkese kolayca yetebilir. Farklılıklar da toplumsal gelişim, değişime renk ve güzellik katar, böylece bir barış bir huzur ortamı doğabilirdi.

Şu an yurdumuz bir göç merkezi olmuştur, bizim görevimiz: bu sonucun oluşmasında ülkemizin politik ve askeri katkılarını sorgulamak, barışçı komşuluk ilişkilerini geliştirecek demokratik çözümler için katkı vermek olmalıdır.  

Barış yaşatır! Yaşamak kutsal bir direniştir!

Emin Toprak - DOSTÇA

Diğer yazılarım için tıklayınız

21 Şubat 2020 Cuma

GÖÇMENLER

Sokakta karşılaştığınız bir insanımıza; “Ülkemizin en önemli birkaç sorununu söyler misiniz?” diye sorunuz. Yapacağı sıralama içinde mutlaka; “sığınmacı, mülteci, göçmen, kaçak” sözcüklerinden birisi olacaktır.Bu sözcüklerin bazı farklılıkları olsa da, benzerlikleri daha çoktur, bunun için bazen “göçmen” bazen “gurbetçi” olarak kullanmak istiyorum. 

Ülkemiz hem kendi içine, hem de dışına çokça göçmen/gurbetçi göndermiş, değişik ülkelerden de çokça göçmen/gurbetçi almış ve bu acılı süreç artarak devam etmektedir. Göçe zorlayan trajediler yetmezmiş gibi, onları bir de denizde, karada ve vardıkları yerlerde bekleyen nice acılar vardır.

Bugün Suriye'de yaşanmakta olan haksız emperyal savaş nedeniyle, 4 milyon göçmen aldık, sınırımızda da milyonlarca göçmen adayı fırsat beklemekte... Ve daha dün Almanya'da gurbetçileri hedef alan ırkçı bir saldırı... 

Dünyadaki bütün emperyalist/faşist savaşlar, kendisini "insan(!)" sanan bazı kişi ve grupların öz çıkarları için çıkmış ve çıkmaktadır. Ve tüm çıkar savaşları da; "dinim, ırkım, vatanım, devletim, milletim, beka.." gibi hamaset sözleri ile başlatılır.   

Halkın duygularını kabartan çağrılar yankı bulur ve halk çocukları, 
kinle bilenerek tanımadığı, bilmediği başka coğrafyalardaki suçsuz günahsız halklara düşmanı olarak savaşa gönderilir. Düşman ilan edilen mazlum halkın; malı talan, çocuk-kadın-yaşlı-gençler katledilir... insanlık suçu büyük acılar yaşatılır...

O kandırılmış askerlerin bazıları bu savaşta ölür, bazıları yaralı-sakat-sağ kalır. Fakat sağ kalanlar (yaşananları unutamaz) bunun için ömür boyu bir "suçlu" olarak vicdan azabı içinde yaşarlar. 

Acımasız-haksız savaşlar, baskı, zulüm, sömürü, yoksulluk, ölüm korkusu ve bir de doğal felaketler göç etmeyi zorunlu kılmaktadır. İ
nsanlar; güvende değil, işsiz karınları aç, ailesi için gelecekte huzurlu bir yaşam olmayacağını anlamış, böylece tek seçenekleri olmuştur göç. Yaşamak için, bir umut kapısı olarak gurbet ellere giderler.

Yoksa;

Kim; doğduğu evi, komşularını, hayvanlarını, bağ-bahçe-tarla-
coğrafyasını, anılarını, hayallerini, bırakıp, bilinmedik diyarlarda sığıntı olmak ister?!... 

Kim; dilini, töresini, bilmediği yaban ellerde işsiz, güvencesiz bir  gurbetçi olmak ister?!... 

EN ÜST KİMLİK İNSANLIKTIR

Bazı insanlar göçleri doğuran nedenleri bilmiyor, bazıları göçleri, kendi yoksulluklarının sebebi biliyor, bazıları da kimlikleri öne çıkarıp; ırkı, dini, kültürü ve yaşam tarzına uymadığı ... için göçmenlere dostça bakmıyor ve onları çevrelerinde görmek istemiyorlar. Fakat, dünya barışını yok edip, göçleri zorunlu kılanlar ile kendilerini yoksul bırakanların aynı emperyalistler, aynı işbirlikçiler ve haksız savaşlar olduğunu bilmiyorlar. 

Evet, her insanın birçok kimliği vardır, fakat en kapsayıcı olan kimlik insanlıktır. Ancak bu kimlik etrafında birleşmek dünyaya huzur ve barışı getirir.

Zorunlu nedenlerle evini toprağını terk eden göçmenler, ister kendi ülkesi içinde, ister ülke sınırları dışına çıksınlar, onlar için artık sınırların hiçbir önemi yoktur. Çünkü onu var eden damarları, kökleri kopmuştur ve artık o gittiği yerde bir gurbetçi olmuştur.   

GÖÇMENLERİN HAYATI

Bazı göçmenler; “karnım nerede doyarsa vatanım orasıdır” dese de, siz inanmayın onlara. O gurbetçi, kendi coğrafyası uzağında yaşarken içindeki özlemleri saklı tutarak, buralara kök salıp, dal-budak vermeye çalışsa da… O, zorunlu bir sürgün, bir tutuklu gibi düşünür/görür kendini.  O, yaşama merhaba dediği coğrafyasını sürekli olarak rüyalarında, hayallerinde gizli gizli yaşatır, yüceltir, kutsar kendince.

Göçmenlerin karşısına aşılması zor engeller çıkar, bu engelleri aşmak için de öncelikler sıralamasını değişmek zorundadır. Artık hayallere, sevgiye, aşka, hobilere ayıracak zamanı çok çok azalmış, yaşam savaşı ön sırayı almıştır. Çoluk çocuğu ile gurbet elde 'sıla' özlemi çekip, için için yansa da… O, özlemlerini kendine saklar, gizli-açık kendisi ile fısır fısır konuşur ve dertleşir.

Rüyalarında, geldiği yerin dağları, yaylaları üstünde; koşar/uçar, serin pınarlardan su içer, arkadaşları, komşuları ile buluşur, konuşur... Öper, koklar, kuzularını oğlaklarını, başaklı tarla ve bahçelerde dolaşır, meyveler koparır dalından...

Rüyaların sevinci daha onu dinlendiremeden, yeni güne yorgun başlar. Hele de duyguları ona; “çevrendekiler seni istemiyor, her an göz hapsindesin, hep seni konuşup, çekiştiriyorlar... diye fısıldıyorsa…

Başı öne eğik kapı çalıp, iş ararken, kuşkucu söz ve bakışlarla sorgulandığını hisseder kahrolur. Kimse “ben olsaydım ne yapardım” diye duygudaş olmaz ona...Kimi “ne işin var buralarda, memleketine git” der. Kimisi de acıyarak sadaka vermek ister…

Gün boyu yara alır, onuru zedelenir, boğazı düğümlenir nefessiz kalır. İçine akıttığı gözyaşlarının da hiçbir faydası dokunmaz ona… Olanlar, söylenenler, hor görmeler, git demeler, ondaki yaşam tutkusunu, alıp gitse de… O, yaşamak zorundadır, hele de bakacak ailesi ve çocukları varsa...

Alıp başını gitse, başka gurbetlerin gurbetçisi olması da kolay değil ki!... 

Ve eğer şanslıysa; barınacak bir yer, karın doyuracak bir iş bulur.

***

Gurbetçiler bir iş bulsalar da, yaşamsal öncelik sıralamasında kendileri için önde bir yer bulamazlar. Bu kez, varsa çocukları, yoksa da doğacak olanlara öncelik sırasını vermek ve onlar için bir gelecek kurgulamak zorundadırlar.

Eğer zorlukların, zalimliklerin bittiğini, çocukları için güvenli bir gelecek olacağını anlasa hemen uçup gitmek ister doğduğu yerlere… Bu duygu ile "haydi" diyecek olur, yine başaramaz. Çünkü çocukları bu coğrafyanın havası, suyu, yaşayışına alışmıştır, söküp alamaz onları buradan, çaresiz kalmıştır artık.

Gurbetçilerin sırtında kambur oluşturan yükler; hem sosyal, hem ekonomik, hem politik, hem de psikolojiktir. Bu yüklerin en zalimi, en utanç verici, en çok yaralayanı ise, kimlik baskısı veya bilindik ismiyle faşizmdir

Gurbetçiler, bedeli çok ağır olan kara faturalar için; canlarını, mallarını, topraklarını, gururlarını, duygularını ödeyerek yaşama tutunmaya çalışan yaralı insanlardır.

Eyyy gurbetçilere, göçmenlere düşman olanlar!..

Niçin gurbetçilere kimlik baskısı yapıyorsunuz?

Bizler de tüm “insanlık” olarak bu ağır faturanın suç ortaklarıyız!...

Çünkü bizler insanlık olarak...

El ele verip; emperyalizme, faşizme, savaşlara, sömürüye, "DUR!.."

Savaş sevicilerine, "GİT!..."

Yoksulluğa "YOK OL!.."  

Demedik/diyemedik.

Şimdi neden koro olmuş, gurbetçilere "GİT!.." diyoruz?

Diğer yazılarım:tıklayınız