hayal etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
hayal etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

23 Nisan 2021 Cuma

Bugün 23 Nisan!


Bugün 23 Nisan!

Hani, 'Her insanın içinde bir çocuk vardır' derler ya! Ne kadar doğru bir söz! 

Bir dede olarak benim de içimde; zıp zıp zıplayan, hayalleri, tutkuları, sevinçleri, coşkuları, tutturması olan, sık sık konuştuğum, bazen azarını işitip ders aldığım bir çocuk var. 

Her 23 Nisanım ona özel bir gündür, o günde; içimdeki o kıpırtıya, 60 yıl öncesinden bugüne ses veren o çocuğa doğru yola çıkar, onu dinler, onu okşar, onunla oynar, onu daha çok duyumsarım.

Bazen içimdeki o 'yavru' ile konuşup, dedeliğim gereği düşündüğümde: İnsanlar ve evcil-yabani tüm hayvanlar için yavruların en kıymetli olduğunu gerçeği ile karşılaşırım. Aslında tam da: "Her canlının en kıymetlisi yavrularıdır." yargısıyla düşünmeye başlamıştım ki, vazgeçtim. Çünkü ağaçlar, otlar, suda yaşayan canlılar yavrularını nasıl sever, onları nasıl koruyup kollarlar pek bilmiyorum. Buna karşın insanlar, evcil-yabani tüm hayvanlar için yavruların en kıymetli olduğunu, herkes gibi ben de biliyorum.

***

Bugün 23 Nisan!

Yüz bir yıl önce özgürlüğüne kavuşan Türkiye Cumhuriyeti Meclisi, tam yüzyıl önce toplanıp bugünü: "Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı" olarak kabul etmiş.

Nisan ayı!.. Ne güzel bir tesadüf:

Çünkü, Nisan; baharın en süslü, en coşkulu, sevinç çığlıklarının en çok yükseldiği bir ay. Havada, suda, toprakta canlıların; filizlerle, çiçeklerle, fidanlarla, yumurtalarla, yavrularla coşku içinde çoğalma zamanı. 

23 Nisan, yılın en coşkulu günlerinden birisi bu güzel günü, insanların en kıymetlisi çocuklarına adayıp dünyaya örnek olmak ne güzel bir karar! 

Ülkeye ve dünyaya sevgi, saygı, dayanışma ve barışı fısıldayan bir karar. 

***

Bugün 23 Nisan!

Bu ülke, 101 yıl önce padişah buyruklarını yok sayıp, demokrasi demiş. 

Bu bayramın ilk kutlama gününde doğmuş olanlar şimdi 100 yaşında...

O halde elimizi çenemize koyup düşünelim lütfen:

101 yıldan beridir, neden barışın ve güvenliğin olduğu, insan haklarıyla yaşamın mutluluğa dönüştüğü bir ülke olamadık?

Niçin suç ve suçlular korunuyor?

Niçin çocuk hakları, kadın hakları, insan hakları yok sayılıyor? 

Çocuk Hakları Sözleşmesinin 3. maddesine Türkiye'nin koyduğu 'çekince' neden kaldırılmıyor?

Niçin insanlık mirası erdemler yok ediliyor?

Niçin çocuk heyecanları, öfke, kin ve nefrete dönüştürülüyor?

Niçin ülke kaynaklarımız insanlarımızın refahı için değil de bir azınlığa peşkeş çekiliyor.  

Demokrasilerin en vazgeçilmezi olan yasama-yürütme-yargı bağımsızlığı niçin yok oldu? 

Hani, padişah buyruğundan demokrasiye geçmiştik! 

Hani, Hakimiyet Kayıtsız Şartsız Milletin idi!

Hani, Büyük Millet Meclisi milletin temsilcisiydi!

Peki, Tek adam yönetimi nereden çıktı?  

***

Ülkemizde bunlar, bunlar, bunlar... yaşanırken...

Bugün 23 Nisan!

Çocuklara yokluk, yoksulluk, cehalet dışında bir şey bırakmamışken... 

30-40 yıl sonra doğacak torunlara, milyar dolarlar borç bırakmışken...

Söyler misiniz, nasıl coşkuyla dolup, sevinir insan? 


Diğer yazılarım için: tıklayınız

      


 

28 Şubat 2020 Cuma

EVDE - SOKAKTA


“Sevilmek mutluluk değildir.
Her insan kendi kendini sever;
Ama mutluluk bir başkasını sevmektir.”
/ Herman Hesse

Evde tek başınasın....

Yalnızlık, mevsime, geceye, gündüze, güne, saate… her insana göre bazı farklılıklar gösterse de, herkese abartılı anlar yaşatır. Yalnızken; iştahsız, obur, uykusuz, huzursuz vb. biri olarak kendinle uğraşır, düşünür durursun.

Sabah, öğlen, akşam, gece olduğunda, "kendinle uğraşma" eğrisinin ibreleri bazen yükselip-düşme farklılıkları gösterse bile iç sesin hep seninle, hiç terk etmez seni. 

İç ses; yalnız kalan insanın, en yakını ve en etkili gizli gücüdür.

İç sesinle kendi içine, dura kalka yolculuğa çıkar, durak durak gezinir, bazen güne, bazen de geçmişe odaklanarak gezinirsin.

Acıların, sevinçlerin, anıların, hayallerin, yaşanmışlıkların, sevdiklerin, sevmediklerin, aldatılmışlıklar, acı gerçekler, kapkara yalanlar... bir film şeridi yansısı gibi dizi dizi sıralanıp, geçiş yapar önünden.  

O anlarda, anıların, etkili sesler eşliğinde seslenir sana… İşte o zaman hem dünde, hem de bugünde sana ve tüm insanlığa sevinç/acı yaşatanları anımsar, kimine saygı duyar, kimini de lanet okursun.

O anlarda, çok az sevinç, çokça çığlık, seni adım adım takip eder. Derinden gelen bu ses, görüntü ve ah’lar; yanaklarında alev, boğazında düğüm, gözlerinde yaş olur. Çözümsüzlük içinde bocalar, düş kırıklığı ile içsel çatışmalar yaşarsın. Bazen ender de olsa, neşelenir, gülersin… 

İşte bu duygular; kimi zaman bir meltem gibi okşarken, kimi zaman bir şamar olur, sarsar/hırpalar seni ve tıpkı güneşin dünyaya her mevsim yaşattığı değişik ikilemleri yaşatır sana.

Artık paranoyalar kuşatmıştır seni...

Ve sen, ‘seni’ yargılarsın acımasızca…

‘Yeter, yeter!’ diye çığlıklar atsan da yalnızsın, kimse duymaz, anlamaz seni. 

Geçmişin bu acı, keder dolu dehlizlerinde, fazla duramazsın, çıkmak zorundasın. Yaşamak için durmadan, yılmadan, yenilmeden yaşamı dar edenlerle savaşmak zorundasın! 

Ve bu kuşatılmışlığa 'dur!' diyecek, seni anlayacak, seninle el ele verecek dost/dostlar arayışına girmek için atarsın kendini sokağa... 

***

Dışarıda da seni; yoğun acılar, kederler, yokluklar içinde yaşayanlar ve seyrek de olsa sevinçle hayatını devam ettirenler bekliyor. Günlük hayatın içinde de, değerler ve anlayışlar çatışması var. Hayat iki kutuplu yaşamlarla devam ediyor… 

Görevimiz; yaşanmışlık görsellerini perdede görmüş gibi izleyip, yakınmak olmamalı... Bu yaşantıların verdiği acıyı, sevinci, kederi, coşkuyu içselleştirerek anlamak, hissetmek, paylaşmak ve örnek olması için geleceğe taşımak olmalıdır.

Sokaklarda, parklarda vaktinden önce yaşlanmış, yılların yorgun bıraktığı insanlar... Göz teması kurduğun tanıdık veya tanımadık her birisi sana kısık gözlerindeki bakışla; “beni biraz dinle, beni anla” der gibidir...

Bu yılgın ve çaresiz, bakışlar, seni sarsar, hırpalar... Bakışlarınla sen de onlara; “seni anlıyorum, dinlemek istiyorum” demek istersin. Fakat diyemezsin, çünkü o çaresizlik sana da bulaşmıştır artık.  

Her insan, yaşadıkça gelişen, değişen, yorulan, kendisine ayna tutan bir canlı… 

Her insan, zıtlıkları içinde barındıran bir varlık olarak; yirmi dört saatlik bir gün içinde; hem sevinip güler, hem de üzülüp ağlar. 

Her insan, az-çok bir 'ego' sahibidir, bazen kendisini suçlayıp eleştirse bile, genelde kendisini onaylar.

Her insan; “Ailem hep çoğalsın, hiç eksilmesin ve mutlu yaşasın...” ister...

İsterler, isterler de; sömürmek amacıyla başlatılan karanlık savaşlar, onları eksilterek, hayallerini yıkarak, tüm mutlu yaşam dileklerini alıp götürür.  
  
Gündem yüklü, süremiz kısıtlı, sorunlarımız çok, acımız çok büyük…


Diğer yazılarım:tıklayınız


26 Ekim 2018 Cuma

Kardeş Olun Ey İnsanlar!..


Emperyalist, militarist ve faşist güçlerin, 'Birinci Dünya Savaşı' öncesi başlatıp 1940’lı yıllarda zirve yapan, paylaşım, kıyım ve yıkımları; ırkçılığa dayanan düşmanlıklar sayesinde gerçekleşmiş ve dünya halklarına çok zor günler/seneler yaşatmıştı.

Yurdumuzdaki işgalleri engellemek için, ülkemiz halkları 1919'da birlik olup 
'Kurtuluş savaşını' başlatmış, kazanmış ve 1923 yılında Türkiye Cumhuriyetini kurmuştu. Tabii ki, dünyayı etkileyen ırkçı, grupçu anlayışlar bu süreçte boş durmamış, genç cumhuriyetin bünyesinde bulunan; Türk, Kürt, Ermeni, Laz,  Arnavut, Arap, Çerkez, Gürcü, Boşnak, Pomak, Rum, Roman…, gibi değişik ırk, dil, din ve kültürden gelen insanlar arasında düşmanlıklar yaratmış, iç çatışmalara varan eylemler yapmıştı. Ayrıca toplumu kucaklamayan bazı projeler, bazı kişisel-grupsal eylem ve söylemler de bu yıllarda  başlamıştır. 

Örnek olabilecek bir eylem ve bir söylemi yorumsuz olarak anımsatıp, asıl konuya döneceğim:

Bir eylem: 'Türkçeyi tüm dillerin atası olarak kabul eden' Güneş-Dil Teorisi  için 1932-1936 yılları arasında yoğun çalışmalar yapılmış, fakat bu çalışmalar, hem ülkemizde, hem de dünyada kabul görmediği için son bulmuştur.

Bir söylem: Adalet Bakanı Mahmut Esat Bozkurt 18 Eylül 1930 günü Ödemiş’in Gölcük yaylasında:  “Benim fikrim, kanaatim şudur ki, bu memleketin kendisi Türk’tür. Öz Türk olmayanların Türk vatanında bir hakkı vardır, o da hizmetçi olmak, köle olmaktır.” Demiş, fakat sadece dört gün sonra görevinden alınmıştır.

***

Şimdi asıl konumuz olan ve çokça tartışılan “Öğrenci Andı”na gelelim:

Önce çok kısa olarak andın hikâyesi: Andın sözleri, çok çalışkan, çok başarılı ve çok genç yaşında “apandisit” nedeniyle vefat eden Maarif Vekili (Milli Eğitim Bakanı) Reşit Galip’e aittir. Andın okullarda her gün zorunlu olarak okunmasına  10 Mayıs 1933'te başlanmış, daha sonra 1972 ve 1997’deki değişikliklerle devam etmiştir. 8 Ekim 2013 tarihinde ise okullarda okutulmasına son verilmiştir.

Danıştay beş yıl aradan sonra yapılan itirazı haklı görüp, kararı iptal etti. Danıştay'ın verdiği bu karar iktidar ortakları arasında çatışma nedeni oldu ve gündemin ilk sırasına oturdu. Ki bence; bu çatışma göstermelik ve sadece 'herkes kendi seçmenini korusun' anlayışı ile hazırlanmış bir seçim hilesi, yapay bir algı oyunu...   

***

Gerekli hatırlatma ve özetlemeyi yaptım. Şimdi de zorunlu din dersine karşı bir eğitimci olarak 'Öğrenci Andı'na neden karşı olduğumu anlatacağım: 

Dikkat!.. Aşağıdaki açıklama ve görüşlerime karşı çıkacak pek çok okur ve dostum olduğunu biliyorum ve onlara sesleniyorum: "Lütfen, yazının tümünü dikkatle ve önyargısız olarak okuyunuz… “Ama-fakat” diye başlayan hamaset cümlelerine sığınmadan, slogan atma kolaycılığına sapmadan, sadece etik, demokratik ve bilimsel (hukuksal, felsefi, sosyolojik, psikolojik, pedagojik) esaslara uygun eleştirilerde bulunup, katkıda bulununuz. Sizi empati yapmaya çağırıyorum..."

Her gün andın okutulduğu okullarda; ırk, dil, din, inanç ve dünya görüşü farklı olan öğrencilerimiz vardır. Onlardan bir tekinin bile üzülüp, kırılması; demokrasi ayıbıdır, insanlık suçudur. Öğretmenler; nesnel (objektif), demokratik ve laik anlayışla her öğrencinin öğretmenidir, onlar, ayrımcı, ırkçı, asimilasyoncu  olamaz, olmamalı...  Öğretmen öğrencisini; yaşamaya, barışa, dostluğa, hayal etmeye, üretmeye özendirmeli… 

Bizler öğrencilerimizin abartı, kibir ve övünmeden uzak durmasını isteriz. Peki, neden her gün onların övünerek; "Türküm, doğruyum, çalışkanım" demelerini isteriz? Belki onlardan biri Türk değildir, belki biri bazen yalan söylüyor ve çalışkan da değildir... Oysa ant içme; "Tanrıyı veya kutsal bilinen bir kişiyi, bir şeyi tanık göstererek yemin etmektir." Anda uymak, sözünde durmak ise bir erdemdir. 

Peki, şimdi ne olacak ant içen bu çocuğun erdemleri, samimiyeti ve dürüstlüğü?!… 

Eğer erdemler kazandırmak istiyorsak neler yapılabiliriz? Her gün 5-10 dakika sürecek öğrenci merkezli etkinlilerde; yaşamdan, yakın çevreden seçilen örnekler, demokrasi, hak, adalet, barış, paylaşma, yardımlaşma vb. konularda düşündüren, geliştiren sunuşlar yapılabilir, öykülerle, şiirlerle, oyunlarla farkındalık yaratılabilir. Yok, eğer o gün bunlardan hiçbiri yapılmayacaksa, hep birlikte çevre temizliği ve bahçemizde bitki bakımı da yapılabilir.

İnsanlar; sloganlarla, ezberlerle, yeminlerle geliştirilemez. Çünkü asıl eğitim; yaparak, yaşayarak ve içselleştirilerek yapılandır. Ancak böylesi bir eğitim, yol göstererek, erdemli kılarak, yetenek, beceri, kazandırarak insanı geliştir.

Peki, o halde neden en kıymetli olan çocuklarımızın; var olarak, çalışarak, yaparak, başararak kendisine, ailesine, ülkesine, insanlığa faydalı biri olması için yönlendirme çabaları göstermiyoruz da, her gün onların “varlığım Türk varlığına armağan olsun. Ne mutlu Türküm diyene” diyerek ant içmelerini istiyoruz?!...  

Biliyorsunuz pek çok vatandaşımız yurt dışında yaşıyor. Peki, eğer X ülkesinde onların çocuklarına her gün ant ettirilip, onların varlıklarını kendilerine armağan  etmeleri ve kendi milletlerinden oldukları için de mutlu olmalarını isterlerse...?

Bu ant tartışması sürecinde önemsediğim iki meslek örgütünü kınadım:

Eğitim-İş’i; “Davamız sonuçlandı: Öğrenci andının kaldırılması iptal” diyerek bu haksız davayı açtığı ve alınan karara alkış tuttuğu için… 

Eğitim Sen’i de; “Eğitim Sen olarak, Türkiye’de demokratik bir siyasi atmosfer yaratılmadan çocuk hakları üzerine, eğitimin temel sorunları üzerine demokratik(!) tartışmaların yürütülemeyeceğini, sorunlarımıza sahici çözümler getirilemeyeceğini belirtmek isteriz.” deyip kaderci ve pasifist bir anlayış sergilediği için…

Bana göre her iki meslek örgütümüz de bu sınavda, başarısız oldu. Çünkü onlar, demokrasiye ve mesleki etik kurallara uymadılar.


***
İnsanların sahip olduğu kimlikler sayılmayacak kadar çoktur.  Fakat bu kimliklerin birisi hariç, diğerleri insanları gruplara ayırıyor. İşte o hiç ayrım yapmadan, herkesi kucaklayıp içine alan kimlik insanlıktır. Onun içindir ki, her öğretmen için öncelikli kimlik "insan olmak" olmalıdır. Ancak bu anlayış öğretmeni, ırkçı ve ayrımcı olmaktan kurtarır, ona nesnellik kazandırır…

Bakınız Beethoven 1824 yılında bestelediği 9. Senfonide ne diyor:
Kardeş olun ey insanlar,
Bunu ister tanrımız!
Bu dünyada her şey geçer,
Yalnız sana dost kalır.
İnsanlığa doğruluğa,
Göğsünü aç korkma sakın.
Hür doğmuştur insanoğlu,
Hür yaşamak hakkıdır.

Yüzyıllardır milyarlarca insan bu senfoniyi coşku ile söylüyor. Peki, siz bu senfoniden hiç şikayetçi olan birisini görüp, duydunuz mu? 

Yetsin artık!.. Çocuk, genç ve insanlarımızın kurban olması" anlayışından vazgeçelim... Onlar; var olup yaşadıkça, ürettikçe, hak, hukuk, adalet, demokrasi, barış, laiklik dedikçe, ayrımsız olarak birlikteliğe, sevgiye, saygıya inandıkça ülkemiz ve dünya daha yaşanır, daha güzel olacak. 

“Siz eşit haklara sahipsiniz! Kardeş olun ey insanlar!" deyip, “Dostluğa çağrı” yapmanın ne zararı var?

  

Yazarın diğer yazıları için tıklayınız