sosyal devlet etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
sosyal devlet etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

23 Ekim 2020 Cuma

Minik Düşman Covid-19


Altmış yaşın üstünde 
olanlar; 60’lı yıllarda bazı karanlık gizli ellerin, ülkedeki sömürü düzenini korumak için çok sayıda “Komünizmle Mücadele Derneği” kurduğunu iyi bilir.

Komünizmle Mücadele Dernekleri, yalan, iftira ve karalama yaparak, algı yaratarak, kendilerine militan taraftar bulur ve bunları düşman ilan ettikleri kişi ve gruplara  saldırtıp vuruştururlardı. 

Bu derneklerin; “Komünizm en büyük hastalıktır! / TİP, tip tipsizler; Allahsız komünistler; Amerika gitsin Rusya mı gelsin?” benzeri çokça sloganları vardı. Bu sloganlar eşliğinde oluşturulan hayali algılarla, suçsuz pek çok insan tutuklanmış, "kanlı pazar" benzeri olaylarda pek çok kişi katl edilmiş, çokça acı yaşatılmıştı.  

İlhan Selçuk, o günleri anlatan bir yazısında; hastalanınca, ateşi 40 dereceye çıkmış olan bir ilkokul öğrencisinin, annesine: “Çok hastayım, galiba komünist oldum...dediğini yazmıştı...

İşte böylesi sanal düşmanlar yaratıp insanları vuruşturan öğretiyle yetişen bir grupbugün ülkemiz yönetiminde oldukça etkin durumda... 

"Covid-19 salgını..."

Şimdi de havada, suda, yerde, kısaca yaşanan her yerde; gerçek, çok güçlü ve minik bir düşmanımız Covit-19 var

Bu hayali olmayan düşman, ancak mikroskopla görülebilen bir virüs... O; bizim evimize, elimize, ağzımıza, boğazımıza, gözümüze, burnumuza, giysimize kolayca girebildiği halde biz onu göremiyor, hissedemiyoruz. 

İşte bu korkunç gizemli varlık Covit-19, tüm insanlığı ayırım yapmadan, sınır farkı koymadan düşman ilan edip, savaşarak yayıldı ve kısa bir zamanda milyonlarca can aldı

Bu durum, tüm ülkelerde olduğu gibi bizde de bir panik havası ve şaşkınlık yarattı ve ayrıca dünyada da yeni bir birlik-dayanışma-paylaşma iklimi geliştirdi

Kim bilir belki de bu nedenlerden dolayı bundan böyle dünya tarihi: 

“Covit-19’dan Önce” ve “Covit-19’dan Sonra" olarak anılacaktır.

Tüm insanlığı hedef alan ve dünya ekonomisine büyük darbeler indiren bu illet, çokça konuyu yeniden tartışmaya açtı. Böylece bazı bilgilerimizi unuturken, bazılarını ise pekiştirip kalıcı kıldık. 

Virüs insanlığa sadece zarar vermedi, aşağıda birkaçı sıralanan: 

  • Sömürücü-tekelci sistemlere kuşku ile bakılması,
  • Yönetimlerin, demokrasi ve sosyal devlet ilkelerine uyması, 
  • Kanada başbakanı gibi halk dostu liderlere ihtiyaç,
  • Doğal çevreyi koruyarak tarıma önem verilmesi,
  • Hipokrat yemininin gerekliliği ve önemi,
  • Doktor, hemşire, eczacı ve diğer sağlık çalışanların önemi, 
  • Bilimsel esaslarla hastane, ilaç, aşı, araç-gereçler hazırlama,
  • Örgün eğitim kurumlarındaki yüz yüze eğitimin önemi,
  • Yeni bir yaşam biçimi, iletişim ve çalışma düzeni...

Gibi, gibi pek çok yarar ve farkındalık da kazandırdı. 

Virüs can almaya başladığında zaten ülkemizde; tarım-hayvancılık yok olmuş, esnaf zorda, insanların çoğu işsiz, güvencesiz ve yoksuldu. Yeraltı-yerüstü kaynakları ile tarım ve orman alanları sadece birkaç müteahhitte teslim edilmiş, kâr için her yer betonlaştırılmıştı. 

Ülkemiz bu günleri yaşarken pandemi yayılıp, can almaya başlamıştı. Böyle günlerde insanlara “sosyal devlet” elini uzatması gereken iktidar, bunu yapmayıp en başarılı olduğu algı oluştur işine devam etti... Ve artık her evin vazgeçilmez konuğu idi: Sağlık Bakanı Fahrettin Koca.

O, Türk Tabipleri Birliği (TTB)'ne sormadan oluşturulan "Bilim Kurulu" görüşmeleri hakkında pek bilgi vermese de turkuaz tabloya yansıyan istatistikleri okuyor, övgüyle Cumhurbaşkanlığı kararlarına gönderme yapıyor, olup-bitenleri iyi bir vaiz edasıyla “şeffafça” anlatıyor ve sorulanları cevaplıyordu... 

Bu durum, Fahrettin Koca için oldukça güçlü bir kamuoyu desteği sağlamıştı. 

Hatta, ülkenin kara deliklerinden biri sayılan "Şehir Hastaneleri" ileri sürülen; haksız, hukuksuz, etik dışı şaibeli konular; şirkete-şahsa özel ihaleler, eksik imalat, eksik teslimat, hazinece verilen hasta sayısı garantileri, kurumların kamu denetimine alınmaması, şirket kusurları hakkında işlem yapılmaması... Ve Hekimlerin demokratik kuruluşu olan: TTB'nin muhatap alınmaması gibi konular bile yavaş yavaş unutulmaya başlamıştı.

Sonra anlaşıldı ki; kendilerince oluşturulan Bilim Kurulu kararlarına uyulmamış, bilimsel olmayan kararlar alınıp uygulanmış, turkuaz tablodaki sayılar gerçeklerle uyumlu değilmiş. Yani daha önce TTB tarafından dile getirilip inanılmayan tüm bilgi ve verilerin gerçek olduğu anlaşıldı. Ve Bakan Fahrettin Koca yine ekran başına çıkıp bu durumu kabullenmek zorunda kaldı. İşte o zaman meşhur bir tweet atttı: "Bilelim ki, salgınla mücadele sürecinde, devletimiz, HALKININ SAĞLIĞI KADAR, ULUSAL ÇIKARLARINI DA korumaktadır."

Bilindiği gibi bireysel mutlulukların çoğalması, toplumsal mutluluklara yol açar. İnsanın en birincil hakkı da yaşama hakkıdır, toplumsal yaşamda huzur ancak halkın sağlıklı ve güvende olması ile sağlanabilir.

Acaba halk sağlığından daha önemli olabilen ulusal çıkar ne olabilir ki!... 


Diğer yazılarım için: tıklayınız

1 Haziran 2018 Cuma

Şehir Hastaneleri ve Hapishaneler


Geçen hafta “Neden-Sonuç” ilişkisi ve Türkiye başlıklı bir yazı yazmıştım. Aslında bu yazının konusu olan'Şehir Hastaneleri ve Hapishaneler' de aynı konu içinde birer altküme... Bu kurumlar da ihalelerin girdabında… Buralarda da, aynı neden-sonuç ilişkisi geçerli…

Buralarda dönen, alavere, dalavere, para-pul işlerine (araştırmacı gazeteciler bakmalı diyerek) pek girmeyeceğim.

Peki, o halde neden hastane ve hapishane (cezaevi) konularını yeniden yazma gereği duydum? İşte cevabı: 

Çünkü "hastalık" ve "suç"; toplum yaşamında birer karanlık gölge... Karanlık gölgenin ardı sıra koşmak, ummak, dilemek kurtuluşu olmaz insanlığın... Karanlıktan kurtulmanın yolu; bilimsel eğitimden geçer, sorgulamak, araştırmak ve güneş gibi tepelerine dikilmek gerekir. İşte o zaman gölgeler küçülür ve daha çok aydınlık olur her taraf. 

Çünkü eğitim ve eğitimciler olaylara insan odaklı bakar, bunun için "hastalık" ve "suç" eğitimin konusu... Bunun için konuyu eğitimci anlayışı ile irdelemek istedim. 

Hemen herkesin anlaştığı birkaç tanım şöyle; 
  • İnsan, biyolojik-psikolojik-sosyal bir varlıktır.
  • Eğitim ve eğitimcilerin asıl görevi; insanın çevresi ile barışık, güven içinde ve sağlıklı yaşamasına yardımcı olmaktır. 
  • Sosyal devletin öncelikli görevi: ülke insanlarını, sağlıklı, huzurlu ve güven içinde yaşatmaktır. 
Ortak amaç; insanı hem mikrobik, hem psikolojik hastalıklardan hem de suç(lu)lardan korumak olduğu için; "hastalık" ya da "suç" oluşmadan AR-GE (araştırma-geliştirme) çalışmaları yapılmalı. Bu çalışmalarda elde edilen veriler/bilgiler ışığında hedef kitle ve yetkililere eğitim verilmeli. Hastalık ve suça kaynaklık eden odaklar hedef alınmalı. Halkta “hastalık” ile “suç” hakkında farkındalık yaratılmalı. Ve tüm bu çalışmaları desteklemek için sağlık-güvenlik-hukuk alanlarında yasal düzenlemeler yapılmalı...

Çağdaş ülkelerde insanlar hem hastane, hem de hapishanelere az giderler. Çünkü buralara giden yollar koruyucu önlemler ile daraltılmıştır. 
  
O halde şu genellemeyi yapabiliriz: Eğer bir ülkede hastaneler ve hapishaneler dolup taşıyorsa,  o ülkede hem sağlık, hem güvenlik, hem de eğitim konusunda çok önemli sorunlar vardır...
 ***
Hastaya hastane, suçluya hapishane...

AKP iktidar olmadan önce, hastanelerde; hijyen şartlarına uyulmuyor, oluşan kuyrukları nedeniyle doktorlara ulaşmak çok zor oluyordu… 19-22 Aralık 2000’ta (güya devlet güvencesinde olan) 20 cezaevi "Hayata Dönüş"(!) olarak adlandırılan faşist saldırılar sonucu 32 kişi öldürülmüş, yüzlercesi yaralı-sakat bırakılmıştı. Bu katliam nedeniyle daha sonra yargıç karşısına çıkan dönemin Adalet Bakanı H.S.Türk; "Hayata dönüş, devlet kararıydı." demişti... 

2002 yılında iktidar olan AKP iktidar olduğu ilk yıllarda özellikle sağlık alanında önemli atılımlar yaptı. Bu da halkta "adalet sistemi gelişip düzelecek"  umudu yaratmıştı. Ancak, "tek adam"ın bilgiye dayalı olmayan rastgele kararları ülkeyi sosyal devlet anlayışı ve uygulamalarından hızla uzaklaştırdı. Ve halk geçmişi bile arar oldu.  Hasatlık ile suça yönelmeleri önlemek yerine; hastaya hastane, suçluya hapishane anlayışı önem kazandı ve karşımıza bugünkü tabloyu çıktı: 

Açılan ve daha da açılacak şehir hastaneleri; YİD (yap işlet devret) yöntemiyle, dolara endeksli hazine güvencesi, belli sayıda hasta garantili, ülkenin gelecek otuz yılına ipotek koyucu ve "bir koy, beş al" mantığı ile yapılıyor. Mevcut sağlık sistemi çökmüş ve hasta sayısı iştahları kabartıyor. Bu da, özel hastanelerde daha çok kazanma hırsına neden olmakta, etik ve ahlaki kuralları çiğnemeye yol açmaktadır.

Son günlerde ekranlarda, meydanlarda ve medyada “şehir hastaneleri” övgülerle tanıtılıyor. Oysa bu hastaneler çok pahalı, şehir merkezine çok uzak, buralara engellilerin ve hastaların ulaşımı çok zor… Ama yine de olsun, bu hastaneler beş yıldızlı otel gibiymiş de falan, filan… 

Bir de sessiz ve hızlıca yapımı süren fakat hiç reklamı yapılmayan hapishaneler var. Şubat 2018 verilerine göre: 208 bin 830 yatak kapasiteli hapishanelerde 235 bin 888 tutuklu ve hükümlü bulunuyor (Bazı hapishanelerde uyumak için yataklar dönüşümlü kullanılıyor)... Ama müjde bu yıl 38, 2023 yılına kadar da her yıl 50 tane yeni hapishane yapılacakmış!...

Geçen haftaki yazımda; “Her olay/durum, neden-sonuç ilişkisi içinde gelişir ve her sonuç da başka bir nedene dönüşüp daha başka sonuçlara evrilir.”  demiştim ya... Şimdi de: 

Diyorum ki; ülkedeki baskıcı yönetimin uygulamaları nedeniyle, çokça insanımız, ya hasta olup, hastanelere, ya da “suçlu” sayılıp hapishanelere gidiyor… 

Diyorum ki; eğer ülkede bir korku iklimi egemen olmuşsa; hastaneler ve hapishaneler dolup taşacak, yeni hastanelere, yeni hapishanelere ihtiyaç olacaktır. 

Diyorum ki; bugünkü "tek adam" yönetimi, acaba hastaneler, yollar, köprüler, tüneller, hava alanları için uyguladığı YİD yöntemini hapishaneler için de uygulasa...  Yani belli sayıda tutuklu garantisi ve hazine güvencesi vererek hapishaneleri de yaptırsalar daha kârlı çıkmazlar mı?

Kim bilir, belki de bu koşullarla anlaşmışlar bile... 

Ne dersiniz?


Yazarın diğer yazıları için tıklayınız