Hayata Dönüş etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Hayata Dönüş etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

27 Aralık 2020 Pazar

Çılgın Projeler


Bir yılı daha bitirmek üzereyiz, bu yıl, ülkemiz insanlarının yüklerine bir de dünyayı saran salgının yük ve acıları eklendi. Salgına karşı bütün dünyanın el ele verip karşı durması, belki de bu yılın tarihe: Covit-19 Yılı olarak geçmesine neden olacak.
 
Martin Luther King: “Uçamıyorsan, koş; koşamıyorsan, yürü. Eğer yürüyemiyorsan, sürün; ama hareket etmeye devam et. Geleceğe ilerlemeyi sürdür.” der. 

Bu bilge halk önderi; yüklerimizi, güç ve becerimizi kullanarak, çaresizlik yaşamadan, pes etmeden, direnerek, dayanarak, ama hep ileriye doğru atılım yaparak taşımamızı böylece yaşama tutunmamızı istiyor. 

Her dünya insanı gibi bizlerin de pek çok yükü vardır. Bu yüklerin kişiye özel olanları dışında kalanlar ise ülke yönetiminin çözemediği ve ayrıca eklediği sorunlardan oluşur. 

Demek ki, bazı yönetimler ülkenin var olan sorunlarını çözemedikleri gibi yeni yeni sorunlar, yeni yükler yükler insanlara...

Nasıl mı?
 
İşte bizde yaşananların bir özeti:    

Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın tutkusu olan: çılgın projeler, yurdumuzun dört b
ir yanını sardı. İşte o çılgın projelerden birkaçı:

  • Sümerbank, Etibank, Telekom, Şeker Fabrikaları gibi dev KİT'lerin kelepir fiyatlarla satılması,  
  • Ankara'da oda sayısı bilinmez olan Cumhurbaşkanlığı Külliyesi, Van Gölü kıyısında Ahlat Saray'ı, Muğla-Okluk 300 odalı Cumhurbaşkanlığı Sarayı. 
  • Tüneller, köprüler, paralı oto yolları.
  • Şehir Hastaneleri.
  • HES'ler. 
  • Alışveriş merkezleri, gökdelenler.
  • Tümü son model, tümü yabancı, tümü zırhlı makam araçları. 
  • Makam uçakları filosu. 
  • Barış ve huzur için değil savaş ekonomisine uyarlanmış bütçe. 
  • Yasama-yürütme-yargı kuvvetler ayrılığının tek kişide toplanması. 
  • Yargının savunma ayağı olan Barolar parçalanması. 
  • Üniversite ve bilim insanlarının iktidar güzellemesi yapmak dışında konuşamaz olması.
  • Sivil toplum örgütlerinin sindirilip susturulması...

İşte bunlar ve daha nice karadelik oluştu ülkemizde.

Bunların kimi kullananlara itibar, kimi müttehitlere ve uluslararası şirketlere çıkar sağladı. Fakat doğanın ekosistemi zarar gördü, doğal felaketler arttı, ülke kaynakları birer bire yok oldu. Sonuç olarak; yoksul halk ve onların daha doğmamış torunları on yıllarca süreyle dolar kuru üzerinden borçlandırıldı bu projelerle. 

Ayrıca bu kara deliklere karşı çıkılmasın diye insanlarımız düşman kamplara bölünüp ülkede iç huzur bozuldu. 

Fakat bu yapılanlarla yetinmek istemiyorlar, çünkü daha belli çevrelere çıkar sağlamak için verilmiş çokça sözleri ve 'Kanal İstanbul' gibi daha nice çılgın projeleri var.

Antik çağdan beri toplumsal yaşama enerji veren Adalet'i ve onun: suç ve suçluyu yargı belirler ilkesini yok saydılar. Yargı yerine kendileri karar verip insanları; suçlu, katil, terörist ilan eder oldular. 

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM)'in Selahattin Demirtaş hakkında verdiği hak ihlali kararı için sıralanıp "yok hükmünde" demeçleri vermeğe başladılar.  

İki hafta önce adalette ve ekonomide reform yapacaklarını söylemişlerdi ya! Hemen kendilerine özgü çılgınca bir 'reform' torba yasası hazırlayıp işlevi parmak kaldırıp kabul etmek olan meclise gönderdiler. Bakın içinde neler var:

  • Cumhurbaşkanına mal varlığını dondurma yetkisi, 
  • İçişleri Bakanına derneklere kayyum atama yetisi. 

Ama bugünkü dip yapmış ekonomi için, pik yapmış, coşmuş gidiyor diyenler nedense, asgari ücret almakta olan milyonlara, insanca yaşayacak bir ücret vermemek için tir tir titriyorlar.

18 yıldan beri süren bu çılgın projeler sadece doğadaki ekosistemi ve ülke ekonomisini bozmakla kalmadı. Ülkemizin toplumsal iklimini de bozdu. 

Asıl korkunç olan da bu... Çünkü yönetimlerin ülke için oluşturduğu iklim belirler yaşamın tüm kolaylık-zorluk, başarı-başarısızlık, sevinç ve üzüntüleri...

*** 

Korku İklimi 

Her insan güven içinde ve daha iyi bir yaşam için karşılaştığı sorunları yok etmek ister. Bunun için önce kendisiyle içten içe konuşur, tartışır, çatışır, sonra da ailesiyle ve çevresiyle...  

Bir ülkeyi yönetenlerin işi, kişilere oranla daha zordur, çünkü o ülkenin; çözüm bekleyen çokça sorunu ve birçok beklentisi olan insanları vardır. 

Bazı yönetimler halkı için özgürce barış içinde yaşanacak bir iklim oluşturur. Bazı yönetimler ise bunu beceremez, ülkenin halkını; "bunlar benden yana, bunlar da bana karşı" diye böler, parçalar. Devlet aygıtını hizmet için değil korku salmak, sindirerek, susturmak için kullanırlar. 

İşte bizim ülke yönetimimiz bu yolu seçti. Böylece ülkemizde bir korku iklimi oluştu. Ve bu korku iklimi yüzünden, özgürlükleri olmayan, suskun, kaderci bir toplum olduk.

Her iklim kendine has bitkiler yetiştirdiği gibi, bir de toplumsal kültür oluşturur. Korku ikliminde insanlar sinmiş-suskun, daha bencil, daha hırçın olurlar. Bu insan türü; en iyinin kendisi, ailesi, soyu olduğunu düşünürken, başkalarını değersiz, zavallı, gavur veya düşman olarak görürler. 

Bu iklimde özgürlükler bir tarafa özgüdür, her kim "bizden yana" ise olanlar dokunulmaz ve sorgulanmaz, başkaları ise önemsiz ve değersizdir görüşü egemendir. 

Her akşam TV ekranlarında kurulan masalarda tarafgir rektörler, öğretim üyeleri bu korku iklimini yaratanlara güzelleme yapar, iklimi benimseten algı oluşturur, kutuplaşmalara neden olacak ırkçı, faşist sözler söylerler. Hem de orada olmayan, savunmasız bırakılanlara... Ayrıca köhnemiş bir çağa, bir döneme, bir anlayışa övgüler yapıp; bir gruba, bir kuruma, bir kişiye küfür ve hakaret edilir. Bununla da yetinmeyip karşı oldukları insanlara yargısız infazda bulunur, onları terörist, hain, düşman olarak yaftalarlar.

Kuşkusuz ki her kişi kendisini, soyunu, grubunu önemser ve korur, ancak bu onun; kendisini, soyunu, grubunu kutsayan bir sapkınlığa götürmemeli. 

Eğer, birlikte yaşamı kolaylaştırmak istiyorsak, duygu ve anlayışımıza bazı "insani" değerler ekleyip onu toplumsallaşmamız gerekir. Böylece ülkede  başka insan ve kültürlerin olduğunu görür, onlarla karşılıklı saygı içinde ilişkiler kurar barış içinde yaşamayı öğreniriz. 

Ve işte o zaman daha yaşanır olur; yuvamız, kentimiz, ülkemiz, dünyamız. 

Sevgi ve saygıyla nice sağlık, huzur,  barış dolu yıllara...  


(Aralık ayı da henüz hesabı sorulmamış pek çok acı ve kara sayfalarla dolu:

19 Aralık 2000 hapishanelerde tutuklu 28 genci yok eden Hayata Dönüş Katliamı,

28 Aralık 2011 F-16 savaş uçaklarıyla  Roboski'de çoğu çocuk yaşta 34 gencin katli... 

Kim emir verdi? Kim yaptı? Niçin? 

Katillere lanet... Gençlere sevgi ve saygıyla...)


Diğer yazılarım için: tıklayınız



1 Haziran 2018 Cuma

Şehir Hastaneleri ve Hapishaneler


Geçen hafta “Neden-Sonuç” ilişkisi ve Türkiye başlıklı bir yazı yazmıştım. Aslında bu yazının konusu olan'Şehir Hastaneleri ve Hapishaneler' de aynı konu içinde birer altküme... Bu kurumlar da ihalelerin girdabında… Buralarda da, aynı neden-sonuç ilişkisi geçerli…

Buralarda dönen, alavere, dalavere, para-pul işlerine (araştırmacı gazeteciler bakmalı diyerek) pek girmeyeceğim.

Peki, o halde neden hastane ve hapishane (cezaevi) konularını yeniden yazma gereği duydum? İşte cevabı: 

Çünkü "hastalık" ve "suç"; toplum yaşamında birer karanlık gölge... Karanlık gölgenin ardı sıra koşmak, ummak, dilemek kurtuluşu olmaz insanlığın... Karanlıktan kurtulmanın yolu; bilimsel eğitimden geçer, sorgulamak, araştırmak ve güneş gibi tepelerine dikilmek gerekir. İşte o zaman gölgeler küçülür ve daha çok aydınlık olur her taraf. 

Çünkü eğitim ve eğitimciler olaylara insan odaklı bakar, bunun için "hastalık" ve "suç" eğitimin konusu... Bunun için konuyu eğitimci anlayışı ile irdelemek istedim. 

Hemen herkesin anlaştığı birkaç tanım şöyle; 
  • İnsan, biyolojik-psikolojik-sosyal bir varlıktır.
  • Eğitim ve eğitimcilerin asıl görevi; insanın çevresi ile barışık, güven içinde ve sağlıklı yaşamasına yardımcı olmaktır. 
  • Sosyal devletin öncelikli görevi: ülke insanlarını, sağlıklı, huzurlu ve güven içinde yaşatmaktır. 
Ortak amaç; insanı hem mikrobik, hem psikolojik hastalıklardan hem de suç(lu)lardan korumak olduğu için; "hastalık" ya da "suç" oluşmadan AR-GE (araştırma-geliştirme) çalışmaları yapılmalı. Bu çalışmalarda elde edilen veriler/bilgiler ışığında hedef kitle ve yetkililere eğitim verilmeli. Hastalık ve suça kaynaklık eden odaklar hedef alınmalı. Halkta “hastalık” ile “suç” hakkında farkındalık yaratılmalı. Ve tüm bu çalışmaları desteklemek için sağlık-güvenlik-hukuk alanlarında yasal düzenlemeler yapılmalı...

Çağdaş ülkelerde insanlar hem hastane, hem de hapishanelere az giderler. Çünkü buralara giden yollar koruyucu önlemler ile daraltılmıştır. 
  
O halde şu genellemeyi yapabiliriz: Eğer bir ülkede hastaneler ve hapishaneler dolup taşıyorsa,  o ülkede hem sağlık, hem güvenlik, hem de eğitim konusunda çok önemli sorunlar vardır...
 ***
Hastaya hastane, suçluya hapishane...

AKP iktidar olmadan önce, hastanelerde; hijyen şartlarına uyulmuyor, oluşan kuyrukları nedeniyle doktorlara ulaşmak çok zor oluyordu… 19-22 Aralık 2000’ta (güya devlet güvencesinde olan) 20 cezaevi "Hayata Dönüş"(!) olarak adlandırılan faşist saldırılar sonucu 32 kişi öldürülmüş, yüzlercesi yaralı-sakat bırakılmıştı. Bu katliam nedeniyle daha sonra yargıç karşısına çıkan dönemin Adalet Bakanı H.S.Türk; "Hayata dönüş, devlet kararıydı." demişti... 

2002 yılında iktidar olan AKP iktidar olduğu ilk yıllarda özellikle sağlık alanında önemli atılımlar yaptı. Bu da halkta "adalet sistemi gelişip düzelecek"  umudu yaratmıştı. Ancak, "tek adam"ın bilgiye dayalı olmayan rastgele kararları ülkeyi sosyal devlet anlayışı ve uygulamalarından hızla uzaklaştırdı. Ve halk geçmişi bile arar oldu.  Hasatlık ile suça yönelmeleri önlemek yerine; hastaya hastane, suçluya hapishane anlayışı önem kazandı ve karşımıza bugünkü tabloyu çıktı: 

Açılan ve daha da açılacak şehir hastaneleri; YİD (yap işlet devret) yöntemiyle, dolara endeksli hazine güvencesi, belli sayıda hasta garantili, ülkenin gelecek otuz yılına ipotek koyucu ve "bir koy, beş al" mantığı ile yapılıyor. Mevcut sağlık sistemi çökmüş ve hasta sayısı iştahları kabartıyor. Bu da, özel hastanelerde daha çok kazanma hırsına neden olmakta, etik ve ahlaki kuralları çiğnemeye yol açmaktadır.

Son günlerde ekranlarda, meydanlarda ve medyada “şehir hastaneleri” övgülerle tanıtılıyor. Oysa bu hastaneler çok pahalı, şehir merkezine çok uzak, buralara engellilerin ve hastaların ulaşımı çok zor… Ama yine de olsun, bu hastaneler beş yıldızlı otel gibiymiş de falan, filan… 

Bir de sessiz ve hızlıca yapımı süren fakat hiç reklamı yapılmayan hapishaneler var. Şubat 2018 verilerine göre: 208 bin 830 yatak kapasiteli hapishanelerde 235 bin 888 tutuklu ve hükümlü bulunuyor (Bazı hapishanelerde uyumak için yataklar dönüşümlü kullanılıyor)... Ama müjde bu yıl 38, 2023 yılına kadar da her yıl 50 tane yeni hapishane yapılacakmış!...

Geçen haftaki yazımda; “Her olay/durum, neden-sonuç ilişkisi içinde gelişir ve her sonuç da başka bir nedene dönüşüp daha başka sonuçlara evrilir.”  demiştim ya... Şimdi de: 

Diyorum ki; ülkedeki baskıcı yönetimin uygulamaları nedeniyle, çokça insanımız, ya hasta olup, hastanelere, ya da “suçlu” sayılıp hapishanelere gidiyor… 

Diyorum ki; eğer ülkede bir korku iklimi egemen olmuşsa; hastaneler ve hapishaneler dolup taşacak, yeni hastanelere, yeni hapishanelere ihtiyaç olacaktır. 

Diyorum ki; bugünkü "tek adam" yönetimi, acaba hastaneler, yollar, köprüler, tüneller, hava alanları için uyguladığı YİD yöntemini hapishaneler için de uygulasa...  Yani belli sayıda tutuklu garantisi ve hazine güvencesi vererek hapishaneleri de yaptırsalar daha kârlı çıkmazlar mı?

Kim bilir, belki de bu koşullarla anlaşmışlar bile... 

Ne dersiniz?


Yazarın diğer yazıları için tıklayınız