çardak etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
çardak etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

12 Şubat 2021 Cuma

Birsen Öğretmen (6)

Dün, gün boyu aralıklı olarak gök gürültüsü ve şırıltılar eşliğinde yaz yağmuru yağarken kızgın toprak, damlacıkları aç kalmışın iştahıyla tıs tıs sesleri çıkararak emiyor ve dışarıya sigara içmiş gibi buhar üflüyordu. 

Bugün yağmur yok, hava çok sıcaktı. Bu hava gün yarısından sonra daha çok yorardı insanı. Eğer bir işiniz için siz o saatlerde dışarı çıktıysanız, demek ki çok zordasınız. Havada uçuşan mor, kırmızı, yeşil, sarı her renkteki alev topları ve alazların saldırısıyla nefessiz kalır, kavrulup yanarsınız. Sizi bu yangından ancak bir bahçe, bir gölge korur. Fakat bahçe de sizin gibi canlı bir organizma, o da her gün her mevsime göre değişen bakımı için emek ister. 

Birsen, bahçedeki budama ve ekim işlerini işin ehli ustalara yaptırır, ayrık otlarını ayıklama, gübreleme, çapalama, sulama işlerini kendisi yapardı. Bu işleri rahat yapabilmek için mahallenin 'Terzi Teyze'sine gidip kendisi için dallı güllü bir şalvar diktirmişti. 

Eğer bahçenin işleri bitmişse, çardakta oturur, canı isterse çayını demler ve kitabını alıp okumaya başlardı. Bazen de "Huuu!... Biricik Hanım!" -diye seslenerek gelen komşuları ile birlikte içerlerdi çaylarını.  

Komşu hanımlardan çok onların genç kızlarıyla çardakta oturup sohbet etmek hoşuna gidiyordu. Onlar henüz iğneleyen, eşeleyen dedikodu yapmayı bilmiyorlardı. Onların diliyle konuşmak, anlaşmak, onlardan yeni bi'şeyler öğrenmek istiyordu. Onlarla her buluşmasında yeniden 'öğrenci' oluyor çok şeyler öğreniyor, bundan büyük bir haz alıyordu. Yanıla-öğrene çalışmalar sonunda, sosyal medyada bazı dost gruplara girmiş, kendisi için iki hesap açmıştı. Böylece; eski öğretmenleri, sınıf arkadaşları, meslektaşları, öğrencileri ve velilerin bazılarına ulaşmıştı. Yıllar sonra bu yitiklerle karşılaşmak, onların sanal ortamda ki beğeni paylaşım ve fotoğraflarını görmek çok sevindiriciydi.

Artık dostunuzun postaya verdiği mektubu günlerce beklemiyor, istediğiniz an, sesli, görüntülü, yazarak ona ulaşabiliyorsunuz. Artık, dünyada olup bitenleri kısa sürede öğrenebiliyorsunuz... Sanki dev bir dünyayı küçücük bir cihaza sığdırmışlar.

Böylece birçok 'yasak' etkisiz kalmış, çoğu zalimin zalimliği açığa çıkmış! Ve sosyal medya özgür korkusuz bir iklim başlatıcısı olmuştu...

Ne güzel bir buluştu bu, ne güzel! 

Birsen, o gün bahçede çok çalışmış, çardakta misafir ağırlamış, içi de yorgun ve karmaşık duygular içinde eve gelmişti. TV’den bazı iç karartan haberler dinledikten sonra, pencerenin önüne geçti, gözlerini ufka, ta uzaklara dikip uzun uzun baktı. Sarı sıcak günden eser kalmamıştı, şimdi uzaklarda ürküten bir karanlık vardı. Bu karanlığı, yoksullar mahallesinin yanıp sönen ölgün ışıkları bile biraz olsun azaltmıyordu. Bakanlar, sanki, o mahallenin yüzbinlerce ateşböceğinin işgali altında olduğu duygusunu yaşar ve düşünürdü. 

Sonra da kırpışan kirpiklerinin ucundaki bakışları usul usul kendi içine yöneldi ve bu kez de oraları eşelemeye başladı. Fakat orada da tek başınaydı ve 'yalnızlık' duyguları ortaya çıkmak için fırsat kolluyordu. 

 "Eyvah!" -diyerek irkildi ve o sıcak odada birdenbire üşümeye başladı. Yalnızlığa da onun ardılı olan depreşme ve çığlıklara izin vermemeliydi. Onlara dur deyip değişmeliydi...

Sanki uyur-uyanık gibiydi. Ardın ardın gitti fakat kitaplığa toslamaması için ayakları durdurdu onu. Dönüp kitaplığa baktı, böylesi darda ve zorda kaldığı zamanlarda hep kitaplığa başvururdu. Orada, sorunlarına çözüm bulabilen çok önemli iki kaynağı vardı onun.  

Kaynakların: birincisi, kitapları, ikincisi, fotoğraf albümleriydi.

Kitaplığı pencereleri yapan ustaya yaptırmışlardı. Birsen de onun üstüne 'Kütahya Çinisi' karanfil-lale motifli bir çini vazo, onun iki yanına da aynı çini ustasının eseri iki tabak alıp asmıştı.

Budaklı çamdan yapılan ve dokuları görünsün diye mat vernikle cilalanan bu kitaplığın, öne açılan kanatlarında üç milimlik camları, alt tarafında da çekmeceleri vardı. Kitaplığın raflarında: Fransız, Rus klasikleri, bizden öykü-romanlar ve ayrıca eğitimle ilgili kitapları vardı. Her kitabın girişine de kurşunkalemle; alınışı, okumaya başlama ve bitirme tarihleri yazılmış, bazı sayfalardaki kimi satırlar çizilmiş, kimi boşluklarda da bazı kısa görüş notları, anımsatan-uyaran soru ve ünlemler bulunurdu. 

Üç albüm, kitaplığın orta çekmecesindeydi. Birinde; çocukluk ve öğrencilik yıllarına ait siyah-beyaz, diğer ikisinde de öğrencilik sonrasından bugüne varan çoğu renkli fotoğrafları vardı. Sanki, bu günlere kolaylık sağlasın düşüncesiyle, her fotoğrafın arka yüzünde de 'Kim kiminle, nerede, ne zaman' notları yazılmıştı. 

Birsen, ne zaman kitaplığa yönelecek olsa gözleri en önce: Georges Politzer'in 'Felsefenin Başlangıç İlkeleri' ve 'Felsefenin Temel İlkeleri' isimli, birbirinin devamı sayılan iki kitabı görürdü. Bu iki kitabı odak yapan bazı haklı nedenleri vardı.  Tabii ki, her seferinde de bu nedenleri bir bir hatırlamaya başlardı:

*

Öğretmen okulundaki meslek dersleri öğretmeni, haftada 40 dakika da 'Serbest Çalışma' dersine de girerdi. Öğretmen adaylarını köy gerçekleri ile tanıştırmak için derste Fakir Baykurt'un 'Yılanların Öcü' romanını, diksiyonu iyi olanlara okuturdu. Tüm öğrenciler bundan çok etkilenir ve o dersin bir hafta sonraki saatini sabırsızlıkla beklerdi (Birsen'in, kitap okuma tutkusu işte o günlerde başlamıştı). 

Son sınıf öğrencilerine; köyü, okulu, öğrenci ve çevreyi tanıtmak ve uyum sağlamak için 2 ay süreli bir "staj" yaptırırdı. Öğrenciler de belli bir sırayla sınıflarda ders verir, ders bitiminde o sınıfın öğretmen ve stajyer arkadaşları tarafında eleştirilirdi. Ayrıca; yazışma kuralları, kayıt, devam-takip işleri, köy ve çevre sorunları ve okul yönetimi konuları konuşulur, tartışılır, çözüm için izlenecek yol-yöntemler dile getirilirdi. 

On kişilik 'öğretmen adayı' arkadaşı ile birlikte 2 ay kalacakları bir köyde, 'öğretmenlik stajı' yapmaya başlamışlardı. Birsen 4. sınıfa ders veriyordu. Öğrenciler arasına dağılmış dinleyiciler arasında; rehberlik yapmak için gelen meslek dersleri öğretmeni, 4. sınıfın öğretmeni ve 3 'stajyer' arkadaşı vardı. Ders bitiminde toplanmış 'Değerlendirme' yapıyorlardı. En son değerlendirmeyi de meslek dersleri öğretmeni yapmış ve kısaca: "Birsen'in, bireysel farklılıkları önemseyen sınıf yönetimi, planlaması, ses tonu, zamanı kullanması çok iyi." -deyip, çok olumlu tespitlerde bulunmuştu. Sonra da yalnız kaldıklarında öğretmeni ona: "Kızım, dünyada olup bitenleri anlayıp, yorumlamak için felsefeyi bilmek gerekir. Bunun için de Georges Politzer'in: Felsefenin Başlangıç İlkeleri ve Felsefenin Temel İlkeleri kitaplarını mutlaka alıp okumalısın." -demişti. Birsen de hemen o kitapların isimlerini defterine yazmıştı. 

Hani, göreve başladığı gün gaz lambası ışığında, tahta bavulu boşaltıp, yerleştirdiğinde duygu seli yaşayıp ağlamıştı ya, işte o eşyalar arasında bugün kitaplığın odağında olan bu "iki kitap" da vardı. 

Ve o tek odalı evinde, yalnız kaldığında bazen günışığında, bazen gaz lambası ışığında okumaya başlamıştı bu kitapları. Roman ve öykü benzeri bir akıcılıkları olmadığı için de bazen bir cümleyi, ya da paragrafı anlamak için tekrar tekrar okuyup kendisiyle tartışırdı. Ayrıca bu kitaplar, okunup rafa kaldırılacak türden de değildi. Bazı günler bir paragrafı veya bir bölümü açıp yeniden yeniden okuyordu.

O iki kitap'sebep-sonuç yasası' (ya da karşıtlar yasası) gereği; doğada ve yaşamımızda sürekli bir dönüşüm, gelişim, başkalaşım olduğunu. Var olan tüm durumların da birer sonuç... İnsanlığın bu nesnel sonuçlardan, korkuya dayalı teslimiyetçi, kaderci ve bağımlı kılan anlayışlarla değil, o gerçekleri kabul edip, onlardan korunmak-kurtulmak amacıyla; soran, araştıran, sorgulayan, düşündüren özgür bilimlerin kontrollü çalışmaları ile kurtulabileceğini... O zaman bilinmezin daha bilinir, karanlıkların daha aydınlık olacağı, böylelikle daha iyiye, güzele, gerekliye ulaşılacağını... Emeğin en yüce değer olduğunu... Korku ve zorlukların, ancak birlik gücüyle yok olacağını, eşit haklarla yaşamın daha dengeli ve yaşanır olacağını da... Öğretmişti.    

Birsen, yaşamda olup bitenleri; bu kitabı okuyup düşündükçe, sınayıp denedikçe daha iyi anlamıştı: 

Artık, doğa kaynaklı sorun ve felaketlerin, koruyucu önlemler alarak daha az zarar vereceklerini, sosyal ve psikolojik sorunların da demokratik, dayanışmacı, eşitlikçi anlayışlarla giderilebileceğini anlamış-öğrenmiş ve bu yöntemle düşünüp sorgulayan, değişen bir öğretmen olmaya başlamıştı.    

Yaşanmışlarla buluşmayı bunlar sağlıyor ve bu da ona çok iyi geliyordu. O kaynaklardaki öyküleri anımsayıp; onları biraz eşeler, o özne, nesne, içerikler, olgular ve sonuçları olan sevinç-üzüntü dolu anları yeniden yaşar, güler, ağlardı. Kitapların en önemli kazanımı; düşünerek, sorarak, araştırıp, yorumlayarak yol alacak yöntemler öğretmesiydi. Ancak bu yolla bazı psiko-sosyal yaşam zorluklarını aşmıştı. Onun için kitaplarla konuşmak ona çok iyi geliyordu. 

Bazı günler, bir ses, bir dize, bir ezgi, bir görüntü, bir çığlık, bir coşku, bir gezi, bir dost grubu kısaca 'eski' çekip alır onu içine. O bir insandı, onun da sezdirmek istemediği baskılanmış cinsel güdüleri, duyguları, düşleri vardı, bir başına kalınca onlar alevlenirdi. Hele de ergen olduğundan beri hiç kimseyle paylaşmadığı yatağına uzanıp gözlerini yumunca; öğretmen arkadaşları, yöneticileri, öğrencileri, velileri sıralanırdı. Kimini; "Acaba ne oldu?" -diye merak eder, kimiyle kendini kıyaslar, kimini ise özlerdi. O anlarda yaşanmışlıkları hızla yansırdı içindeki ekrana. Seçtiği bazı özne, içerik ve çağrıştırdıklarıyla baş başa kalınca engel olmadığı duyguları öne çıkar kendiyle fısıltılar, iç çekişler, iniltiler eşliğinde sevişir ve uyurdu. 

Öyle yaptı ve uyudu. 

(Devam edecek)


Diğer yazılarım için: tıklayınız


29 Ocak 2021 Cuma

Birsen Öğretmen (4)


Birsen, emekli olmadan önce kiracısı olduğu evdeki buzdolabı, çamaşır makinesi, fırın, karyola, koltuk gibi eşyalarını, evin yeni kiracısı bankacı genç kıza çok uygun bir ücretle verirken, i
çinden de samimi bir oh çekmişti, çünkü baba evinde bu eşyalara gerek de yer de yoktu. Zaten oldum olası göç etmeyi de eşya taşımayı da pek sevmezdi. Hem bunları düşünüyor hem de kalan eşyalarını bir araya topluyordu. Sonra da yıllar önce çocuğunu okuttuğu bir veliye telefon etti, bugün uygunmuş, hemen geldi, onun kamyonetiyle iki bavul birkaç kolideki eşyalarını ana-baba evine taşıdı. Ve böylece yepyeni bir hayata başlamıştı.

Anne-babasının evi; tatlı bir rampanın hemen bitiminde, mahallenin orta yerinde, alt katı kömürlük ve depo olarak kullanıldığı için tek katlı sayılan bir evdi. Bahçesi ve pencereleri batıya bakardı. Pencere veya bahçeden batıya bakarsanız; yoksul bir köy iken, kıraç tarlaları plansız-altyapısız olarak gecekondularla doldurulup kente eklenmiş yoksulu, işsizi çok olan bir mahalleyi ve ta uzaklarda ise her mevsim tepesi sis-pus içinde olan yüksek sıradağları görürsünüz. Birsenler; ilkbahar, yaz, sonbahar -üç mevsim- hemen her gün, daha çok öğleden sonraları bu bahçe ve çardakta olurdu. Orada; bahçe bakımını yapar, yer-içer, kitap okur, sohbet edip, konuklarını ağırlarlardı. Bir bakıma burası Birsen'i hayata bağlayan önemli bir sığınaktı.   

Eğer o günbatımı yakınsa ve gökte de parçalı kara-kirli bulutlar varsa; Güneş, afacan bir çocuk olur. Bulutlara dalıp-çıkar, onları iter-kakar, köşe kapmaca oynar, dalga geçer ve sonra da telaşlı bir hızla yuvarlanıp ta uzaklardaki sıradağın ardına gizlemeye çalışır... Bu afacan alev topu; ufuk çizgisine varıp yarısı kaybolduğunda ise bakanlara güzel görünsün diye o bölgeyi, sarı ve kırmızın her tonuna boyar ve bulutları delip geçen oklar fırlatırdı. Bu ışık huzmeleri gözleri kamaştırır, titreşerek yüzleri dans pistine çevirir ve dünya ile barışık olanlara doyumsuz anlar yaşatır. 

Annesi evde iş yapmayı da konuşmayı da pek sevmezdi. Hele de kocası emekli olup, ev-yemek işlerini de yavaş yavaş devralmaya başlayınca! O zamandan beri daha az iş yapar, daha az konuşur olmuştu. İşte şimdi bu can dostunu kaybetmiş olmanın acı ve üzüntüsü, onu dipsiz bir kuyuda yapayalnız bırakmıştı. Bunun için yaptığı ender konuşmalarının öznesi hep 'rahmetli' kocası olurdu. Ve 'Hasan'ı her anışında; gözleri nemlenir, dudakları titrer, sözcükler boğazında kitlenir, konuşamaz olurdu. Birsen de bu durumdan çok etkilenir, evde bir sessizlik olurdu. Annesi akşamları pek yemek istemez, ama doktorun verdiği saati ve dozu belli ilaçları tok olarak alması gerekiyordu. Daha önce babasının yaptığı bu işleri de şimdi Birsen yapacaktı. İlaç öncesi beslenme işi bitip ilaçlar alındıktan sonra annesi haber saatine kadar varsa, gazete dergileri, başaralı geçen göz ameliyatı sayesinde okuma gözlüğü olmadan okur ve oyalanırdı. Birsen ise o zamanı bahçede dolaşarak böcek, kuş, bitkilerle konuşarak, kendine yapacak işler arayarak geçirirdi.

Haber saati geldiğinde salona geçerlerdi. TV'deki bazı haberlere üzülen anne: "vah vah!" -der, bazen de duygulanıp gözyaşı dökerdi. Haberleri bir süre de yarı uykulu izler, sonra da ayağa kalkıp: "Biricik, kızım benim uykum geldi" -diye tuvalete gider ve yatak odasına geçerdi. 

Daha çok savaş haberleri, doğa felaketleri, politik atışma ve kadın cinayetleri yer alsa da bu sonucu yaratan nedenler iktidarın hoşuna gitmez diye pek irdelenmez, konuşulmazdı. Haber bültenlerinin peşi sıra her rüzgâr ve iklime uyum sağlayanların yönetiminde toplanan bilindik isimler; egemenlere selam olsun, onların çıkarına algılar oluşsun diye içeriği, sınırları çizili konuşmalarla, söz hakkı verilmeyen 'öteki' sayılanlara saldıran dedikodu türü konuşmalar yaparak iktidara güç ve taraftar kazandırmaya çalışırlardı. Pek çok kanalda ve sıkça tekrarlanan böylesi söyleşileri biraz dinleyen Birsen, söylenerek kumandayı alır ve TV'yi kapatıp, kendisiyle baş başa kalırdı. 

Birsen, gündüzleri bahçe ve çardakta çalışıp oyalanıyordu, fakat geceleri hiç de iyi geçmiyordu. Çünkü kafası, birbiriyle örtüşen-örtüşmeyen birçok insafsız düş, düşünce ve karmakarışık duyguyla dolup taşardı. O anlarda; içini titreten heyecanları, özlemleri bir bir dile gelir, yaşamında iz bırakan olgular sıralanırdı. Ve sonra da ona; 'ama- fakat' ile başlayan varsayımlar yaptırır, iç çekişli pişmanlıklar yaratıp 'keşke' dedirtirdi. 

*

Dün gece de çokça sorgulamanın olduğu insafsız bir gece idi: 

Bu kez de karşısına çıkan, öğretmen olmasına bir yılı kalmış olan 17 yaşındaki cıvıl cıvıl kendisiydi. Bu yıl onun için diğer yıllara göre en mutlu olduğu yılı sayılabilirdi. Çünkü bu yılda; ders başarısı çok iyi idi ve kendisine çokça arkadaş, bir de sevgili bulmuştu. Sevgilisi Yaşar, okul futbol takımında oynayan, sevilen, oldukça yakışıklı ve boyu kendisininkinden 10-15 santim kadar uzun bir gençti. Kendi anlatımına göre ders başarısı da fena değilmiş. Daha önce onun birkaç kaçamak bakışıyla karşılaşmış olsa da bu bakışların onları bir gün 'sevgili' yapabileceğini hiç düşünmemişti. Bir gün tam öğle yemeğini yemiş tek başına dalgın dalgın yemekhaneden çıkarken, "Merhaba Birsen" -diyen bir sesle irkilmiş ve dönünce de Yaşar ile göz göze gelmişti. Şaşkın bir sesle "Merhaba, Yaşar abi' -dedi. Çünkü yatılı okullarda, kendinizden bir sınıf yukarıda olanlara, yaşına bakmaksızın 'Abi-Abla' demek kabul gören bir kuraldı. Bu selamlaşma sonrasında, Yaşar'la derslikler ve yemekhane arasında iki yanı akasya ağaçlarıyla donanmış hafif kavisli uzunca yolu, ders zilinin çalmasına çok az bir zaman kalıncaya kadar pek çok gidiş-dönüş yapa yapa yürünüşlerdi. İşte o zaman Yaşar'ın yüzü hafifçe kızarmış, sesi titremiş, bazen de kekelercesine konuşarak Birsen'e erkek arkadaşı olup olmadığını sorabilmişti. Birsen'in de utangaç bir sesle: "Hayır, benim erkek arkadaşım yok'' -demesi üzerine de duyulur duyulmaz bir sesle: "Ben seni seviyorum, eğer sen de istersen..." -diyebilmiş ve ondan bir cevap istemişti.

Sonraki günlerde de çok hızlı gelişmeler sonucu; arkadaşlık teklifi kabul edilmiş, hafta içi fırsat buldukça okulda bilindik yolda, hafta sonu okul dışında pastane, sinema buluşmaları, gözlerden ırak anlarda el ele tutuşmalar artmış, birkaç kez de uzun sürmeyen hızlı öpüşmeler... Ve bu arada gelecek için kurgular yapılmış, anne-babaları tanıştırmayı, kız istemeyi, düğünü, hatta doğacak çocukları bile konuşmuşlardı.

Zaman hızla geçip gitmiş Yaşar okuldan mezun olmuş, öğretmen olarak atanmak istediği üç il sıralamasını, ülke haritasını karşılarına alıp birlikte belirlemiş ve buna uygun tayin dilekçesini vermişti. Sonra da yazın haberleşecekleri adres alışverişini yapıp, ağlaşıp, sarılıp vedalaşmışlardı.

İşte gidiş o gidiş olmuş ne Yaşar bir mektup yazmış ne de Birsen... Bu konuda günler boyu uzun uzun düşünmüş, taşınmış, uykuları bölünmüş ağlamış fakat yazmamıştı. Bu aldatılmışlık onun içinde, dokundukça acı veren, gözyaşı döktüren büyük bir yara açmıştı. Önceki yıllara göre ders başarısı biraz düşmüş, fakat yine de başarılı bir öğrenci olarak okulunu bitirip öğretmen olmuştu. Hem yaralı hem de öfkeliydi. Ve bu öfkesi nedeniyle de atanmak istediği 'üç il' sıralaması yaptığı dilekçesinde, Yaşar için birlikte seçtikleri o illerden hiçbirine yer vermemişti...  

*

Annesi, Birsen'e hayran hayran bakıyor, gülümsüyor olsa da neşesizdi. Az yiyor, az konuşuyor, her gün bir önceki güne göre daha çok içe kapanıyor ve zayıflıyordu. Birkaç sefer doktora götürüp tahlil yaptırdı fakat seferinde de: "Tansiyon ilaçlarına devam. Olumsuz bir bulgu yok. Şikayetleri de yaşından kaynaklı" dediler. Birsen zaman zaman annesine sorular sorup onu konuşturmaya çalışsa da onun cevapları "evet-hayır-ya!" şeklinde çok kısa olurdu. Anne-kızın aynı ev içindeki sözü sohbeti olmayan sadece gülücük ve hayran bakışlarla sürdürmekte olduğu yaşamları akıp gidiyordu. 

Aralık ayının son günleriydi. Birsen'in emekli olması üzerinden yedi ay geçmişti. Evdeki tek yoldaşı olan annesi ise gün be gün durgunlaşıyor, kendisine, sanki annesine muhtaç bir bebeğin bakışlarıyla bakıyordu. Fakat nedense hiçbir istekte bulunmuyordu. Ama Birsen onun ne demek ne yapmak istediğini anlar ve hemen gereğini yapardı. Onu bir bebek özeni içinde yedirir, içirir, saatinde ilaçlarını verir, banyoda keseler, köpüklü sularla yıkar, giydirir odasına götürür getirirdi. Her seferinde de "İyi ki, daha ayaklarının üstünde!" diye sevinirdi. Son günlerde annesi uyurken olası tehlikelere karşı hem kendi hem de onun yatak odasının kapısını aralık bırakmaya başlamıştı. 

Her günkü gibi uyanmış, yatak keyfi yapıyordu ki, hafifçe bir inleme sesi duydu, hemen annesine koştu. Kendisini görünce onun sevinçten gözleri ışımış ve her zamanki gibi gülümsemek istemiş fakat becerememişti. Belli ki bir sıkıntısı vardı. Hemen eğilip onun yanak ve ellerini okşayıp öperek: "Günaydın anneciğim nasılsın?"  -dedi. İyiyim anlamında başını salladı, fakat iyi değildi. Kucaklarcasına sarmalayıp onu yavaşça kendine doğru çekerken: "İstersen tuvalete gidelim, elini yüzünü yıkarsın" -dedi. Dediğini anlamış ve 'evet' demek yerine başını sallamıştı. Onu, yavaşça yataktan kaldırıp oturur duruma getirince de terliklerini giydirdi ve koluna girip yavaş yavaş tuvalete doğru yürüttü. 

Daha klozete varmadan pijamasını sıyırmaya çalışıyordu, yardım ederek onu klozete oturtup, rahat olsun diye dışarı çıktı. Biraz sonra temizlenip kurulanmasına yardım ettikten sonra birlikte lavaboya yanaştılar. Elini yüzünü sabunlayıp, bol suyla yıkayıp kuruladı, sonra da koluna girerek onu mutfaktaki sandalyesine oturtmak için yavaş yavaş yürütmeye başladı. Daha üç-dört adım atmışlardı ki birdenbire annesi bir titreme ile sarsıldı, soğuk ter dökmeye ve hırıltılı sesler çıkarmaya başladı, o an Birsen'e bakıp konuşmak istedi fakat konuşamadı. Birsen de onu hızlıca belinden kavrayıp, biraz da çekiştirerek yatak odasına götürüp yatırdı. Hemen ambulans çağıracaktı. Fakat geç kalmıştı. Artık nefes almakta güçlük çekiyor, hırıltılı sesler çıkarıyordu, sonra da hareketsiz kalıp gözlerinin donuklaştığını ve üflercesine son nefesini verdiğini gördü. O anda Birsen'in içinde çığlıklı fırtınalar koptu, göz pınarları dolup dolup boşaldı ve duyulacak sesle: "Anneciğim sevgili Hasan'ına kavuştu!" -dedi. Sonra da onun donuk kalan iki gözünü de okşarcasına kapatıp, beyaz bir tülbentle çenesini bağladı. 

Ve 'Belediye Cenaze Hizmetleri'ni aradı... 

(Devam edecek)

Diğer yazılarım için: tıklayınız

22 Ocak 2021 Cuma

Birsen Öğretmen (3)


Birsen, kendisine çok acı yaşatıp yorgun bırakan dünün gecesinden, derinlerden gelen seslerin yankısıyla birdenbire uyandı. Bu gece hatırlamadığı, belki de hatırlamak istemediği çokça rüya görmüştü. 

Yataktan kalkar kalkmaz, bahçeye bakan iki tarafı açılır kanatlı, ortası ise sabit pencerenin iki kanadını da açtı. Gözlerini kısıp, başını hafifçe öne eğerek, burun deliklerini zorlayan derin bir nefes aldı. Sonra da gözüne ilişen reçine budaklarından birini hafif hafif okşayıp, sevdi. Bu evin pencereleri nedeniyle unutamadığı bir yenilmişliği ve sonra da bu yenilgisi için: 'Çok iyi oldu' demişliği vardı. 

Hemen her düşüncesi onay alan, her isteği yerine getirilen Birsen'in bu kez isteği kabul görmemiş, baba-kız arasında uyuşmazlık çıkmıştı.

Konu: 

Evin, kavak ağacından yapılan yorgun pencereleri; çürümeye başlamış, her yıl yinelenen yağlıboya da sorunu çözmediği için bunların yenilenmesi gerektiğiydi.    

Bu yenileme; plastikle mi, yoksa ahşap ile mi olacaktı? İşte, ailede tartışma konusu olan asıl sorun buydu.  

Birsen, bilmem hangi 'pen' olsun diyordu, annesi her zaman olduğu gibi karasızdı, babası ise, çıralı çamdan yapılsın istiyordu. Sonunda da babası; çıralı-budaklı iyi bir çam ve iyi bir marangoz bulup istediğini yaptırmıştı. 

Birsen, bu pencereleri her ne zaman kullanırsa, hele hele o çok sevdiği reçine kokusunu istekle soluyup içine çekerse, ne zaman plastiğin çevreye verdiği zararları anlatan bir haberle karşılaşırsa, bu baba-kız uyuşmazlık konusunu anımsardı. Hem de daha sonra babasını, bu haklı seçimi nedeniyle kutladığı gün, onun sevincini ve kendisine sarılışını hiç unutmazdı. 

Yaza kapıyı aralamış; yağmursuz, bulutsuz ışıl ışıl bir bahar sabahıydı. Birsen babasına odaklanmış olarak pencereden bakmaya devam ediyordu.

Etrafı, 80 santimetre yüksekliğinde taş duvar ve duvarın üstü de çelik çitle çevrili 500 metrekarelik bir arsa. Bu arsanın yol tarafında; 144 metrekarelik tek katlı evleri, mutfak balkonunun altında alet kulübesi, biraz ileride sağ köşede; kokulu mor üzümlü asma ve renk renk gül-çiçekle donanmış olan altıgen prizma şeklindeki şirin ahşap çardak, onun tabanında da büyükçe bir masanın etrafına sıralanmış altı sandalye bulunurdu. Arsanın kalan kısmı ise bahçe olarak düzenlenmişti.   

Babasının tüm günü bu bahçede geçerdi. Burada istekle, kendileri ve dostları için meyve ve sebze ekim-dikim-bakım işlerini yapardı. İklime uygun çeşitli meyve ağaçlarından birer-ikişer tane dikilmişti. Sebzeler için de küçük alanlara bölünen bahçede hemen her mevsim; tere, roka, dereotu, maydanoz, semizotu, arpacık soğan gibi yeşil bitkiler olurdu. Bu mevsime özgü; patlıcan, domates, enginar, çilek, yeşil erik, maltaeriği ve dutlar yenecek duruma gelmiş, elma, kayısı, kiraz, şeftali, armut ise sıra bekliyordu. 

Açık pencereden bakınca; ağaçlardaki ürkek küçücük kuşların, daldan dala koşarak beslendikleri, kendi dillerinde konuşup, şakalaştıkları, şarkılar söyledikleri, kurnaz siyah kargaların ise sinsi sini bakarak av bekledikleri ve hakır hakır güldükleri görülüyor, duyuluyordu. Birsen, sanki bu kuşlara nispet olsun, sanki onlar oynaşıp birbiriyle konuşur da ben, Ben'imle konuşamaz mıyım dercesine, içine doğru yöneltti uykuya doymamış gözlerini: 

İçindeki ekran görüntüsü; 6-7 yaşlarında sapsarı lüle lüle saçlı, ela gözlü, beyaz yüzü hafif çilli, soluk pembe üzerine rengarenk minik kalplerle süslenmiş pileli eteği, sevimli hayvan figürlerinin olduğu soket çorapları olan bir kız çocuğuna odaklanmıştı. Bu zıp zıp zıplayan mutlu çocuk, "Biricik" diye çağrılan kendisiydi. O, şımartılmadan el bebek gül bebek büyütülmüş çocuk; her zaman evin ve eve gelen herkesin sohbet arkadaşı, ilgi, sevgi, neşe kaynağı olurdu. Ayrıca; 'O, soyu sürdürecek olandır' diye anne-babasının gelecekteki umudu ve gurur kaynağıydı.

Birdenbire, sırları bozulmuş silik bir aynaya dönüşen açık pencere camındaki kendisiyle göz göze geldi. İrkildi! Düşlediği ve konuşmaya çalıştığı, içindeki kendisine hiç benzemeyen birisi vardı o silik aynada! Geçmişi ve bugünü aynı zaman diliminde buluşmuştu o an. 

İşte tam bu düşüncelere dalmışken birden titredi ve yeniden irkilerek: "Bugün çok işimiz var.” dedi ve silik aynadaki görüntüsü kayboluncaya kadar ardın ardın lavaboya gidip elini yüzünü yıkadı. Biraz önceki dalgınlığı ve irkilmesi azalmıştı. Bir-iki kez tıklattığı kapıyı açıp, annesinin yatak odasına girdi.       

Şimdi iki kişilik yatağın tek sahibi olmuş olan annesi, kalkıp giyinmiş, yatağı ve örtüsünü düzenlemişti. Açık pencerenin iki yanında karşılıklı duran kolçaklı ahşap sandalyelerden sağdakine, birini bekler gibi ilişmişti. 

Birsen yanına varınca:

"Günaydın anneciğim!" -diyerek yanağından öptü. 

O da Birsen'in yüzüne bakıp, canlı bir sesle: 

"Günaydın canım!" -dedi.

Birsen içinden: " Yaşasın, dünkü suskunluğu kalmamış!" -diye çok sevindi ve onu yeniden kucaklayıp öptü. Sonra da:

 "Haydi anneciğim mutfağa gidip kahvaltımızı hazırlayalım." -diyerek mutfağa götürdü. 

Annesi,

 “Ben kahvaltıyı hazırlarım kızım!" -dediyse de kabul etmedi, onu pencere tarafındaki sandalyeye oturttu. 

Komşu kızları, taziye sonrasında çıkan kapları yıkamış, mutfağı da düzenlemişlerdi. Çay demlenirken, rafadan iki yumurta hazırladı. Sonra da buzdolabından kahvaltılıkları çıkarıp masanın ortasına sıraladı, her iki tarafına da tabak, bardak, çatal, kaşık koydu. Çay ve yumurtalar hazır  olunca kahvaltı başladı, fakat annesinin bazı iç çekişleri, çatal, kaşık, bıçak ve çay yudumlamaları dışında başka bir ses çıkmadan bitti.  

Annesi büyük kaybı nedeniyle yaşadığı şokun etkisinde idi, Birsen’in üzüntüsüne bir de okulundan gelecekleri nasıl ağırlayacağı konusunda bir gerginlik eklenmişti. Fakat dün akşamki komşu dayanışmasını anımsayıp, bu dayanışmanın bugün de olacağı düşüncesi, onu biraz biraz rahatlatıyordu. "Afiyet olsun anneciğim" deyip hemen kalktı, yapacak işleri sıralamak ve planlamak için salonu, odaları ve mutfağı yeniden dolaştı...

*** 

Okul müdürü, öğretmenler ilk derse girdikten hemen sonra çağırdığı görevli İsmet’e okuldaki bilgilendirme için hazırlanmış listeyi verip: "Bugün öğlenci öğrenciler okuldan çıktıktan sonra Birsen Öğretmene başsağlığında gideceğiz. Her öğretmen, geleceğim-gelmeyeceğim diye yazıp imzalasın.” -dedi. Okulda olanlar imzaladı, olmayanlara telefonla haber verildi. Sonuç olarak isteyenler: Müdür, 2 müdür yardımcısı 23 öğretmen, 2 memur ile birlikte 28 kişi olmuştu. Müdür, öğrencileri taşıyan firma sahibiyle konuştu, olumlu cevap aldı ve 27 kişilik olan midibüs istenen saatte okul bahçesine geldi. 

Çıkış zilinden 10 dakika sonra öğrenciler okuldan çıkmış, “geleceğim” diyen herkes midibüse binmişti, bir kişilik fazlalık konusu da en genç öğretmenin gönüllü olarak plastik tabureye oturma istemesiyle çözülünce yola çıktılar.

İl merkezine varınca, ürünleriyle meşhur bir pastanenin yakınında durdular. Okuldaki sosyal dayanışmalarda aktif olan üç öğretmen inip, börek ve tatlılardan birkaç çeşit alıp arabaya bindiler. O mahalleyi bilen bir öğretmenin rehberliğinde Birsen öğretmenin evine vardıklarında henüz güneşin ışıkları kaybolmamıştı. 

Birsen, annesi ve birkaç komşu, gelenleri kapı önünde karşıladılar. Önce herkes salonda toplandı, kısa bir "Hoş geldiniz, nasılsınız?" selamlaşması sonrasında daha rahat otursunlar diye kadın erkek ayrımı olmadan iki odaya dağıldılar. Birsen öğretmen salonda kaldı, müdürden başlayıp tüm gelenlerle tek tek tokalaşıp, başsağlığı ve sabır dileklerini alıp cevapladı ve diğer odadaki arkadaşlarıyla da aynı şekilde görüştü. 

Din dersi öğretmeni Yahya Bey, sesini akort etmek için biraz su içti ve: "Fatiha, Yasin, Bakara Mülk, İhlâs" gibi sureleri okudu. Dualarla sevabın "iman ehlinin" ruhlarına bağışlaması dileklerine, dinleyicilerin de “âmin” demesiyle son buldu. 

Tören, mutfakta hazırlanan yiyecek tabaklarının; ayran, su, meyve suyu, çay seçenekli olarak dağıtımı ve sofra duası okunduktan sonra bitti.

Müdür beyin kısa bir açıklama yapmasından sonra getirilen Emeklilik dilekçesi ve sınıfın karneleri okul memuru tarafından Birsen öğretmene verildi. 

Birsen, dilekçeyi hemen imzaladı, memura verirken de herkes “hayırlı olsun” dedi. Birsen, ellerini göğsüne koyarak “hepinize çok çok teşekkür ederim” diyerek topluca selam verdi. Karneleri alıp diğer odaya gitti. Bir arkadaşı hemen karneleri doldursunlar diye 5 öğretmene dağıttı. Birsen bazı eklemeler yapmak için karne dolduranlarla tek tek görüştü ve kısa bir süre sonra karne doldurma ve imza işlemleri bitti.

Her iki odada da sohbet başlamıştı. Sohbetin odağında ise Birsen vardı.  Yıllardır birlikte çalıştığı arkadaşları, iyi bir öğretmen, iyi bir dost olarak gördükleri Birsen'in; meslek başarılarını, sorumluluk duyarak, tutkuyla görev yapmasını, öğrencilerini yönlendirmesini, okul- aile işbirliğine önem vermesini övgülerle anlatıyor... Ve okulu, öğrencisi, velisi, meslektaşları için bu kadar önemli olan birisinin erken emekli olmasından duydukları üzüntüyü belirtiyorlardı.

Kapkaranlık mehtapsız bir gece başlamış, saat 11'e gelmek üzereydi. Artık dönüş saati gelmişti. 

Birsen ve annesi kapı önüne çıkarak, gelenlere tek tek teşekkür edip, tokalaşıp vedalaştı. Birsen'in bazı arkadaşlarıyla sarılıp, ağlaşmaları, herkese duygusal anlar yaşattı. 

Midibüs, binenlerin oturup pencereden el sallamaya başlamasıyla ağır ağır yol almaya başladı. Birsen ve annesi de araba gözden kayboluncaya kadar onlara el salladı.   

(Devam edecek)

Diğer yazılarım için: tıklayınız