13 Mart 2020 Cuma

İZ BIRAKMAK

                                                                                                                               Her niyeti iade eder tabiat:
Senin baktığın da sana bakar.
                                   /Murathan Mungan                                             
Her insan, yaşam boyu işinde-uğraşında; söz, ses, yazı, çizi, buluş, iyilik, kötülük... vb. eylem, söylem ve davranışlarda bulunur. İşte bu kısa-uzun süreçte her kimlik kendine özgü, her biri birer imza olan iz'ler bırakır ve bu izlerle tanınır, anılır olurlar.

Yaşam karşıtlıklar ve karşılıklar üzerine kurulmuştur. Karşıtlıklar, olup biten olayları, karşılıklar ise karşı tarafta bırakılan iz'leri sağlar, gösterir.

Yaşam, bir insanın zaman içinde doğal ve sosyal çevresiyle karşılıklı olarak etkileşimdir. Bu etkileşim sürecinde insanlar, doğaya ve sosyal çevreye imza atmış gibi iz'ler bırakır, o çevrelerden de iz'ler alırlar.

Herkes bulunduğu çevrede deneyimleyerek öğrenir, olgunlaşır, derinleşir, boyut kazanır ve kendine özgü davranışlarıyla "kendisi" olur. Sonra da kimliğini oluşturan bu izleri daha görünür/yaşanır kılmak için paylaşmak ister.  

Çünkü paylaşmaktır bizleri farklı kılan ve var eden. 

Her tanış olduğunuz kişi sizde, siz de onda bir iz bırakırsınız. Kimi iz'ler silinir gider daha gün son bulmadan. Kimi iz'ler de arkadaşlık, dostluk, yoldaşlık bağlarıyla düğümlenir ve bu bağ kalıcıdır, iki taraf çekip gitmeden terk etmez onları.

İnsanlık tarihi boyunca süregelen iz'leri üçe ayırabiliriz:

Birincisi; hemen o anlık olup-biten iz'lerdir.
Bu iz'lerin sahipleri sıradandır, hemen hiç dile gelmez, kök salmaz, solar, silinir, unutulur giderler.

İkincisi, çıkar için insanlığa savaş açan iz'lerdir. Bunlar; sömürür, yıkar, öldürür, büyük acılar yaşatır, böylece unutulmaz kılarlar kendilerini…
Bu iz'ler günah kokar, acı verir, üzer, inletir, içini oyar insanın, çağlar geçer unutulmaz.
Bu iz'lerle birlikte bu iz'lerin failleri de toplumsal belleğe kara bir leke olarak kazınır/yazılır hep lanetle anılırlar. Gerçekleri öğrenen fail yakınları da onları ve olanları utançla anar, bağlarından dolayı utanç duyarlar.

Üçüncüsü, demokrasi ve güven içinde, özgür, sağlıklı, mutlu bireylerin olduğu bir yaşam için… Kısacası, “insanlık” için verilen mücadele, yapılan iş, kazanım ve buluşlarla unutulmaz olan iz'leridir.
Bu iz'ler, insanlığın onur sayfalarında yer alır, yaşam, barış ve sevinç kokarlar, insanlara mutluluk ve coşku verir, çığlıklar attırırlar. 
Bu iz'ler de o iz'i bırakanlar da çağlar boyu sevgi ve saygıyla anılırlar. 

***

Her öznenin birer özelidir iz'ler. 

İz'lerin bazı farklılıklarını belirtsem de genelde iç içe karışık yazdım onları. Muradım; herkesin yaşamdaki izlerini, arayıp bulması, ayna tutup bakmasıdır kendine...

İz'lerin oluşumunda etkili olan üç ana öge vardır: zaman, coğrafya ve insanlar. Demek ki zaman, coğrafya ve oradaki halkın ortaklaşa (kolektif) bir ürünüdür iz'ler. 

Fakat!... Ne yazık ki, 'resmi tarih' bu ortaklaşa birlikteliği hep unutur:

  • Bu iz'leri, hep bir kişiye/güçlüye/kahramana özgü kılar. 
  • (Ve bir hatırlatma daha): İz sahibi olan; kişi/güçlü/kahraman da çoğunlukla erkektir!.. 

Her toplumun en büyük korkusudur iz'siz olmak.

Budur geri kalmanın, yoksul olmanın asıl nedeni. 

İz'sizlik, hiçlik duygusu verir ve o toplumu özgüvensiz kılıp, yalnızlaştırır. 

Dünyada böylesi iz'siz toplumların çoğalmaması için; insan olmayı en üst kimlik sayan, insanı merkez alan anlayışların çoğalıp, buluşması ve iyiliklerin paylaşılması gerekir.

Çevre ve tüm insanlık için barış, demokrasi, özgürlük, mutlu bir yaşam sağlayabilen iz'ler önemli ve anlamlıdır. Sadece bir bölgeye bir kesime çıkar sağlayan uygulama ve iz'ler ise, diğer taraf için savaşlara, felaketlere, acılara kapı açar.


“Corona Virüs Olayı”

Dünyaya korku ve yılgınlık salıp, panik yaratan Corona Virüs Olayı”... 

İşte insanlık adına ortak çözüm gerektiren bir konu:

Bu olay; soy, sop, sınır tanımayan, seri ölümlere neden olan, ekonomilere diz çöktüren tüm dünyayı ve insanlığı karşısına alan ortak bir dert. 

Yazı konumuza bir örnek olarak kabul edecek olursak, bu soruna çözüm olacak her çaba, her adım: insanlık için çok saygın bir iz bırakmış olacaktır tarihe…

Ve bu soruna çare olacak buluşlar, çağlar boyu anılarak, alkışlar alacaktır.

O halde İZ'lerin yerli ve milli olması değil, insani olması önemlidir.


Diğer yazılarım:tıklayınız

28 Şubat 2020 Cuma

EVDE - SOKAKTA


“Sevilmek mutluluk değildir.
Her insan kendi kendini sever;
Ama mutluluk bir başkasını sevmektir.”
/ Herman Hesse

Evde tek başınasın....

Yalnızlık, mevsime, geceye, gündüze, güne, saate… her insana göre bazı farklılıklar gösterse de, herkese abartılı anlar yaşatır. Yalnızken; iştahsız, obur, uykusuz, huzursuz vb. biri olarak kendinle uğraşır, düşünür durursun.

Sabah, öğlen, akşam, gece olduğunda, "kendinle uğraşma" eğrisinin ibreleri bazen yükselip-düşme farklılıkları gösterse bile iç sesin hep seninle, hiç terk etmez seni. 

İç ses; yalnız kalan insanın, en yakını ve en etkili gizli gücüdür.

İç sesinle kendi içine, dura kalka yolculuğa çıkar, durak durak gezinir, bazen güne, bazen de geçmişe odaklanarak gezinirsin.

Acıların, sevinçlerin, anıların, hayallerin, yaşanmışlıkların, sevdiklerin, sevmediklerin, aldatılmışlıklar, acı gerçekler, kapkara yalanlar... bir film şeridi yansısı gibi dizi dizi sıralanıp, geçiş yapar önünden.  

O anlarda, anıların, etkili sesler eşliğinde seslenir sana… İşte o zaman hem dünde, hem de bugünde sana ve tüm insanlığa sevinç/acı yaşatanları anımsar, kimine saygı duyar, kimini de lanet okursun.

O anlarda, çok az sevinç, çokça çığlık, seni adım adım takip eder. Derinden gelen bu ses, görüntü ve ah’lar; yanaklarında alev, boğazında düğüm, gözlerinde yaş olur. Çözümsüzlük içinde bocalar, düş kırıklığı ile içsel çatışmalar yaşarsın. Bazen ender de olsa, neşelenir, gülersin… 

İşte bu duygular; kimi zaman bir meltem gibi okşarken, kimi zaman bir şamar olur, sarsar/hırpalar seni ve tıpkı güneşin dünyaya her mevsim yaşattığı değişik ikilemleri yaşatır sana.

Artık paranoyalar kuşatmıştır seni...

Ve sen, ‘seni’ yargılarsın acımasızca…

‘Yeter, yeter!’ diye çığlıklar atsan da yalnızsın, kimse duymaz, anlamaz seni. 

Geçmişin bu acı, keder dolu dehlizlerinde, fazla duramazsın, çıkmak zorundasın. Yaşamak için durmadan, yılmadan, yenilmeden yaşamı dar edenlerle savaşmak zorundasın! 

Ve bu kuşatılmışlığa 'dur!' diyecek, seni anlayacak, seninle el ele verecek dost/dostlar arayışına girmek için atarsın kendini sokağa... 

***

Dışarıda da seni; yoğun acılar, kederler, yokluklar içinde yaşayanlar ve seyrek de olsa sevinçle hayatını devam ettirenler bekliyor. Günlük hayatın içinde de, değerler ve anlayışlar çatışması var. Hayat iki kutuplu yaşamlarla devam ediyor… 

Görevimiz; yaşanmışlık görsellerini perdede görmüş gibi izleyip, yakınmak olmamalı... Bu yaşantıların verdiği acıyı, sevinci, kederi, coşkuyu içselleştirerek anlamak, hissetmek, paylaşmak ve örnek olması için geleceğe taşımak olmalıdır.

Sokaklarda, parklarda vaktinden önce yaşlanmış, yılların yorgun bıraktığı insanlar... Göz teması kurduğun tanıdık veya tanımadık her birisi sana kısık gözlerindeki bakışla; “beni biraz dinle, beni anla” der gibidir...

Bu yılgın ve çaresiz, bakışlar, seni sarsar, hırpalar... Bakışlarınla sen de onlara; “seni anlıyorum, dinlemek istiyorum” demek istersin. Fakat diyemezsin, çünkü o çaresizlik sana da bulaşmıştır artık.  

Her insan, yaşadıkça gelişen, değişen, yorulan, kendisine ayna tutan bir canlı… 

Her insan, zıtlıkları içinde barındıran bir varlık olarak; yirmi dört saatlik bir gün içinde; hem sevinip güler, hem de üzülüp ağlar. 

Her insan, az-çok bir 'ego' sahibidir, bazen kendisini suçlayıp eleştirse bile, genelde kendisini onaylar.

Her insan; “Ailem hep çoğalsın, hiç eksilmesin ve mutlu yaşasın...” ister...

İsterler, isterler de; sömürmek amacıyla başlatılan karanlık savaşlar, onları eksilterek, hayallerini yıkarak, tüm mutlu yaşam dileklerini alıp götürür.  
  
Gündem yüklü, süremiz kısıtlı, sorunlarımız çok, acımız çok büyük…


Diğer yazılarım:tıklayınız


21 Şubat 2020 Cuma

GÖÇMENLER

Sokakta karşılaştığınız bir insanımıza; “Ülkemizin en önemli birkaç sorununu söyler misiniz?” diye sorunuz. Yapacağı sıralama içinde mutlaka; “sığınmacı, mülteci, göçmen, kaçak” sözcüklerinden birisi olacaktır.Bu sözcüklerin bazı farklılıkları olsa da, benzerlikleri daha çoktur, bunun için bazen “göçmen” bazen “gurbetçi” olarak kullanmak istiyorum. 

Ülkemiz hem kendi içine, hem de dışına çokça göçmen/gurbetçi göndermiş, değişik ülkelerden de çokça göçmen/gurbetçi almış ve bu acılı süreç artarak devam etmektedir. Göçe zorlayan trajediler yetmezmiş gibi, onları bir de denizde, karada ve vardıkları yerlerde bekleyen nice acılar vardır.

Bugün Suriye'de yaşanmakta olan haksız emperyal savaş nedeniyle, 4 milyon göçmen aldık, sınırımızda da milyonlarca göçmen adayı fırsat beklemekte... Ve daha dün Almanya'da gurbetçileri hedef alan ırkçı bir saldırı... 

Dünyadaki bütün emperyalist/faşist savaşlar, kendisini "insan(!)" sanan bazı kişi ve grupların öz çıkarları için çıkmış ve çıkmaktadır. Ve tüm çıkar savaşları da; "dinim, ırkım, vatanım, devletim, milletim, beka.." gibi hamaset sözleri ile başlatılır.   

Halkın duygularını kabartan çağrılar yankı bulur ve halk çocukları, 
kinle bilenerek tanımadığı, bilmediği başka coğrafyalardaki suçsuz günahsız halklara düşmanı olarak savaşa gönderilir. Düşman ilan edilen mazlum halkın; malı talan, çocuk-kadın-yaşlı-gençler katledilir... insanlık suçu büyük acılar yaşatılır...

O kandırılmış askerlerin bazıları bu savaşta ölür, bazıları yaralı-sakat-sağ kalır. Fakat sağ kalanlar (yaşananları unutamaz) bunun için ömür boyu bir "suçlu" olarak vicdan azabı içinde yaşarlar. 

Acımasız-haksız savaşlar, baskı, zulüm, sömürü, yoksulluk, ölüm korkusu ve bir de doğal felaketler göç etmeyi zorunlu kılmaktadır. İ
nsanlar; güvende değil, işsiz karınları aç, ailesi için gelecekte huzurlu bir yaşam olmayacağını anlamış, böylece tek seçenekleri olmuştur göç. Yaşamak için, bir umut kapısı olarak gurbet ellere giderler.

Yoksa;

Kim; doğduğu evi, komşularını, hayvanlarını, bağ-bahçe-tarla-
coğrafyasını, anılarını, hayallerini, bırakıp, bilinmedik diyarlarda sığıntı olmak ister?!... 

Kim; dilini, töresini, bilmediği yaban ellerde işsiz, güvencesiz bir  gurbetçi olmak ister?!... 

EN ÜST KİMLİK İNSANLIKTIR

Bazı insanlar göçleri doğuran nedenleri bilmiyor, bazıları göçleri, kendi yoksulluklarının sebebi biliyor, bazıları da kimlikleri öne çıkarıp; ırkı, dini, kültürü ve yaşam tarzına uymadığı ... için göçmenlere dostça bakmıyor ve onları çevrelerinde görmek istemiyorlar. Fakat, dünya barışını yok edip, göçleri zorunlu kılanlar ile kendilerini yoksul bırakanların aynı emperyalistler, aynı işbirlikçiler ve haksız savaşlar olduğunu bilmiyorlar. 

Evet, her insanın birçok kimliği vardır, fakat en kapsayıcı olan kimlik insanlıktır. Ancak bu kimlik etrafında birleşmek dünyaya huzur ve barışı getirir.

Zorunlu nedenlerle evini toprağını terk eden göçmenler, ister kendi ülkesi içinde, ister ülke sınırları dışına çıksınlar, onlar için artık sınırların hiçbir önemi yoktur. Çünkü onu var eden damarları, kökleri kopmuştur ve artık o gittiği yerde bir gurbetçi olmuştur.   

GÖÇMENLERİN HAYATI

Bazı göçmenler; “karnım nerede doyarsa vatanım orasıdır” dese de, siz inanmayın onlara. O gurbetçi, kendi coğrafyası uzağında yaşarken içindeki özlemleri saklı tutarak, buralara kök salıp, dal-budak vermeye çalışsa da… O, zorunlu bir sürgün, bir tutuklu gibi düşünür/görür kendini.  O, yaşama merhaba dediği coğrafyasını sürekli olarak rüyalarında, hayallerinde gizli gizli yaşatır, yüceltir, kutsar kendince.

Göçmenlerin karşısına aşılması zor engeller çıkar, bu engelleri aşmak için de öncelikler sıralamasını değişmek zorundadır. Artık hayallere, sevgiye, aşka, hobilere ayıracak zamanı çok çok azalmış, yaşam savaşı ön sırayı almıştır. Çoluk çocuğu ile gurbet elde 'sıla' özlemi çekip, için için yansa da… O, özlemlerini kendine saklar, gizli-açık kendisi ile fısır fısır konuşur ve dertleşir.

Rüyalarında, geldiği yerin dağları, yaylaları üstünde; koşar/uçar, serin pınarlardan su içer, arkadaşları, komşuları ile buluşur, konuşur... Öper, koklar, kuzularını oğlaklarını, başaklı tarla ve bahçelerde dolaşır, meyveler koparır dalından...

Rüyaların sevinci daha onu dinlendiremeden, yeni güne yorgun başlar. Hele de duyguları ona; “çevrendekiler seni istemiyor, her an göz hapsindesin, hep seni konuşup, çekiştiriyorlar... diye fısıldıyorsa…

Başı öne eğik kapı çalıp, iş ararken, kuşkucu söz ve bakışlarla sorgulandığını hisseder kahrolur. Kimse “ben olsaydım ne yapardım” diye duygudaş olmaz ona...Kimi “ne işin var buralarda, memleketine git” der. Kimisi de acıyarak sadaka vermek ister…

Gün boyu yara alır, onuru zedelenir, boğazı düğümlenir nefessiz kalır. İçine akıttığı gözyaşlarının da hiçbir faydası dokunmaz ona… Olanlar, söylenenler, hor görmeler, git demeler, ondaki yaşam tutkusunu, alıp gitse de… O, yaşamak zorundadır, hele de bakacak ailesi ve çocukları varsa...

Alıp başını gitse, başka gurbetlerin gurbetçisi olması da kolay değil ki!... 

Ve eğer şanslıysa; barınacak bir yer, karın doyuracak bir iş bulur.

***

Gurbetçiler bir iş bulsalar da, yaşamsal öncelik sıralamasında kendileri için önde bir yer bulamazlar. Bu kez, varsa çocukları, yoksa da doğacak olanlara öncelik sırasını vermek ve onlar için bir gelecek kurgulamak zorundadırlar.

Eğer zorlukların, zalimliklerin bittiğini, çocukları için güvenli bir gelecek olacağını anlasa hemen uçup gitmek ister doğduğu yerlere… Bu duygu ile "haydi" diyecek olur, yine başaramaz. Çünkü çocukları bu coğrafyanın havası, suyu, yaşayışına alışmıştır, söküp alamaz onları buradan, çaresiz kalmıştır artık.

Gurbetçilerin sırtında kambur oluşturan yükler; hem sosyal, hem ekonomik, hem politik, hem de psikolojiktir. Bu yüklerin en zalimi, en utanç verici, en çok yaralayanı ise, kimlik baskısı veya bilindik ismiyle faşizmdir

Gurbetçiler, bedeli çok ağır olan kara faturalar için; canlarını, mallarını, topraklarını, gururlarını, duygularını ödeyerek yaşama tutunmaya çalışan yaralı insanlardır.

Eyyy gurbetçilere, göçmenlere düşman olanlar!..

Niçin gurbetçilere kimlik baskısı yapıyorsunuz?

Bizler de tüm “insanlık” olarak bu ağır faturanın suç ortaklarıyız!...

Çünkü bizler insanlık olarak...

El ele verip; emperyalizme, faşizme, savaşlara, sömürüye, "DUR!.."

Savaş sevicilerine, "GİT!..."

Yoksulluğa "YOK OL!.."  

Demedik/diyemedik.

Şimdi neden koro olmuş, gurbetçilere "GİT!.." diyoruz?

Diğer yazılarım:tıklayınız

14 Şubat 2020 Cuma

İLKSAN

İLKSAN "İlkokul Öğretmenleri Sağlık ve Sosyal Yardım Sandığı" 1943 yılında 4357 sayılı Kanun ile kurulmuştur.
  
Milli Eğitim Bakanlığı bütçesinden maaş alan; ilkokul, yetiştirme yurtları, uygulama okulu, özel eğitim okulu öğretmenleri, Milli Eğitim Müdürleri ve İlköğretim Müfettişleri İLKSAN’ın zorunlu üyeleri olup, üyelik aidat öderlerdi.

Üyelerinden toplanan aidatlar bu sandığın sermayesini oluştururdu. Bu yardım sandığının amacı ve görevi; bir araya getirilerek sağlanan parasal gücü belli kural ve kararlar çerçevesinde, ihtiyacı olan üyelere yardım etmek, dayanışmayı sağlamak ve üyelerinin mesken ihtiyaçlarını gidermek olarak özetlenebilirdi.

İLKSAN amaçları doğrultusunda üyelerine şu yardımlarda bulunur:
1. İkraz (Borç para verme)
2. Evlenme Yardımı
3. Doğal Afet Yardımı
4. Şehit Yardımı
5. Ölüm Yardımı
6. Maluliyet Yardımı
7. Emeklilik Yardımı

Başbakan Süleyman Demirel 1993 yılında, Tercüman Gazatesi Sahibi Kemal Ilıcak'ı kurtarmak için, İlksan bütçesinden para aktarma emrini verir. Milli Eğitim Bakanı Köksal Toptan’ın karşı çıkışına rağmen bu para aktarılır. Durum açığa çıktığında ise Demirel meydan okuyarak: 

"Verdimse ben verdim." 

Der ve noktayı koyar. 

İşte bu "Verdimse ben verdim." sözünden sonra İLKSAN daha çok tanınır oldu. Ve Türkiye yolsuzluk tarihinde önemli bir kara dosya olarak yer aldı. Yıllar süren sembolik yargılamalar sonunda varılan sonuçsuzluk da; bu kapkara dosyanın faillerini aklamış oldu...

Sonraki yıllarda da, İLKSAN’ın üye aidatlarıyla edinilen tüm “menkul ve gayrimenkullerine” el koyarcasına parça parça satışa sunuldu ve kuruluş amaçları dışında bir “resmileştirme” ile bazı odaklara teslim edildi.

 ***

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın, “Kanal İstanbul bir cinayet projesidir” diyen İstanbul’dan sorumlu olan Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu’na; 

“Sen otur işine bak.” 

Diyerek susturmak istediği bu günlerde...

Bakınız, İLKSAN hangi işlerle uğraşıyor:

(Sanırım emekli bir üyesi olduğum için İLKSAN bugün telefonuma şu mesajı gönderdi):

“Diyanet Isleri Baskanligi ILKSAN uye ve yakinlarina ozel indirimli Berat Kandili Umre Ziyareti programi kayitlari baslamistir.
Bilgi 444 1943 B018”

Büyük bir olasılıkla İLKSAN yönetiminin, sorgulanamaz bulduğu bir emir gereği çaresizce böyle bir kampanya başlattığını düşündüm ve cevaben kendilerine aşağıdaki mesajı yazarak gelen adrese göndermek istedim. Fakat başaramadım. Karşıma: “mesajınız gönderilmedi“ diye uyarı çıktı.

Bende bari bu ortamda sizlere duyurayım dedim:

“Mesajınıza cevabımdır;

Ne demek özel indirim?!...

Bakın, "Umre Ziyaretini" bile kayırmacı ve ayrımcı bir anlayışla yapıyorsunuz.

Sizin göreviniz “Umre Ziyareti turu” düzenlemek mi?

Neden çalışanlarınız ve emekli olanlarınız yararlansın diye, size görev olarak verilen meslek ve yaşam koşullarını düzeltici çalışmalar yapmıyorsunuz?"

                                        Emin Toprak Emekli Eğitimci


Diğer yazılarım:tıklayınız

10 Ocak 2020 Cuma

Kaynaştırma Eğitimi

Gün geçmiyor ki medyada “Kaynaştırma Eğitimi” alması gereken çocuklar ve ailelerine psikolojik baskı (mobing) uygulandığı hakkında haberler çıkmasın.

O haberin veriliş şekline göre, belki bazı dinleyenler o an biraz etkilenir “vah vah” der, fakat sonrası günlerde, unutulur gider...

Peki, “Kaynaştırma Eğitimi” nedir?

Öğrencileri, herhangi bir seçim veya ayrıştırma yapılmaksızın oluşturulan, tüm okul/sınıf/dersliklerde; bedensel, duygusal, sosyal farklılıklar vardır. Bu durum da o kurumlarda “çan eğrisi” benzeri bir yüzdelik dağılım oluşturur.

İşte bu tıpa tıp aynı olmayan; sosyal, psikolojik, fiziksel, duyma, görme, algılama, yorumlama vb. alanlarda farklılık gösteren öğrenciler, normal eğitim ortamında verilen eğitimden yeteri kadar yararlanamazlar. Ve bunun için de (+) eğitim, yani “özel eğitim” ihtiyacı duyarlar.  

Bu çocuklar aramıza uzaydan gelmediler. Bunlar bizim bir parçamız ve gerçeğimizdir. Okul yaşamı sonrasında da bizimle birlikte yaşayacaklar.
Çağdaş ülkeler bu öğrencileri; akranlarıyla aynı okul/sınıf/dersliklerde eğitim verdirirken, farklılıkları nedeniyle de dışarıdan destek eğitim sağlamaktadır.

Bizde bu kaynaştırma eğitimi yeterince yapılmasa da, yapılmak istenen budur.

İşte sınıf arkadaşları, öğretmenleri, okul yöneticileri ve veliler el ele vermiş okullarda, sınıflarda bu çocukları görmek istemiyorlar.

Peki, bu sınıf arkadaşları, öğretmenler, yöneticiler ve veliler suçlu mu? 

Evet, bunlardan “sınıf arkadaşları” dışındaki herkes yani o öğretmenler, yöneticiler, velilerin hepsi suçludurlar. 

Bunlar nefret suçu işliyorlar. Nefret suçu da bir insanlık suçudur. 

Peki, “sınıf arkadaşları” niçin suçsuzdur?

Çünkü onlar okula “eğitim” almak için gelmiş ve eğitilmemişler...

İşte bu nedenle de yöneticiler ve öğretmenler, çok daha ağır suçludurlar.

***

Peki, bu çocukları niçin istemiyorlar?

Kendilerine benzemiyor,

Kendileri gibi konuşmuyor,

Kendileri gibi yazmıyor,

Kendileri gibi düşünmüyor,

Kendileri gibi görmüyor,

Kendileri gibi duymuyor

Empatiden uzak bu anlayış ve düşünüş; narsist/faşist bir felsefe ürünü... 

Bu, bireylere enjekte edilen bulaşıcı bir virüs…

Bu ayrımcılık, sadece okullarda değil ki!

Her yerde, her yerde!

Dünyada ve ülkemizde etkili olarak yaşanıyor.

Ve;

Etnik kimliğimizi taşımayan,

Dinimizden, inancımızdan olmayan,

Dilimizi konuşmayan,

Bizim sloganımızı atmayan,

Türkümüzü söylemeyen,

Bizim gibi düşünmeyen,

... herkes “başka/diğer/düşman” ilan ediliyor.

“İnsanlık”  bölünüyor, parçalanıyor…

Oysa ne güzel, ne de anlamlı bir sözcüktür: “KAYNAŞTIRMA”.

Özgürlük ve özgünlüğünü geliştirerek hissetmek;

Var olmayı,

Birlikteliği,

Dayanışmayı,

Çok renkli-sesli uyumluluğu,

Yaşamayı… 

Diğer yazılarım:tıklayınız

25 Ekim 2019 Cuma

Hedefe ulaştıran yol


Hedef insanın varmak istediği son noktadır. Sözlükler hedefi, amaç olarak da tanımlarlar. Bence, amaç tam olarak tanımlamaz son nokta olan hedefi. Çünkü hedefe adım adım ulaşılır ve her adımın da değişik amaçları olabilir.

Bunun için de hedef; ana amaçtır demek, daha uygundur diye düşünüyorum.
   
Her insan hedefine ulaşmak için, çeşitli amaç, yöntem, araçlar belirler ve onları kullanarak yol alır. Böylece yaşamında istediği değişiklikleri yapabilir.

Her sosyal insanın; seçtiği amaç, yöntem ve araçlar, onun hangi toplumsal grup içinde yer alacağını da belirler. Hedefine varmak isteyenin önünde sadece iki yol vardır (üçüncü bir yol yoktur). Ya birinci yolla yol alınır, ya da ikincisiyle…

İşte o iki yol ve yolcuları:

Birinci yol ile yola çıkanların amacı; kendisi, halkı ve insanlık için belirlenen hedefe ulaşmaktır. Bilim insanları, hümanistler ve devrimciler bu yolu seçerler.

Bu insanlar: dinler, öğrenir, düşünür, tartışır, hakkını arar, yorumlar, geliştirir, üretir, paylaşırlar…

Özetle bunlar: mantık ve akılla araştıran, bulan, özgün katkı sunan ve mevcut düzenle yetinmeyip, değişim gelişim isteyenlerdir.  
*
İkinci yol ile yola çıkanların amacı; kendisi ve birlikte olduğu grup için belirlenen hedefe ulaşmaktır. Önce 'ben' diyen benciller, sömürücü ve zalimler bu yolu seçerler.

Bu insanların büyük çoğunluğu: dinler, öğrenir, emre uygun çalışır, üretir, verilenlerle yetinirken, gruptaki sömürücü ve zalimler, düzenlerinin sürgit devamını isterler.

Özetle bunlar; öğrendikleri ile yetinen, yorum yapmayan, katkı sunmayan, sadece istenileni yapan, gelişim ve değişime karşı duran, mevcut düzenle yetinmekte olanlardır.

Görüldüğü gibi:

Birinci yolun ilke ve kuralları insana ve insanlığa dairdir. Bu kurallara uyanlar; objektif, bütüncü bir anlayışla değişim ister, ayrımcılık yapmazlar. Bu yolda olanlar, toplumsal yaşamda olup bitenlere bölgesel ve grupsal değil, evrensel bir bakışla bakarlar.

İkinci yolun ilke ve kuralları; bireye ve gruba dairdir. Bu kurallara uyanlar; sübjektif, “yerli ve milli” bir anlayışla, ayrıştırır, ötekiler yaratır. Bunun için de bu yolda olanlar; toplumsal yaşamda olup bitenlere evrensel değil, bölgesel ve grupsal bir bakışla bakarlar.

Yapılan haksızlıklar nedeniyle bu günlerde her iki yoldan gidenlerden de azımsanmayacak sayıda kişi ve grup; demokrasi, insan hakları, hak, hukuk, adalet gibi evrensel değerleri sıkça anar ve arar oldu. 

Fakat ne yazık ki, bu kişilerin büyük çoğunluğu, aradıkları evrensel değerlere yerli ve milli bir zırh giydiriyor ve bu değerleri sadece kendileri ve grupları için istiyorlar. Başka ilan etikleri için de canları cehenneme diyorlar.

Sizce evrensel değerlere; coğrafi, inançsal, kimliksel etiketler eklenir mi?

Ya da, sadece bir gruba özgü kılınan değerler evrensel olabilir mi? 


***

Evet, önümüzde iki yol var.

Bize de bu yollardan birini seçmek düşer.

Demek ki, seçme yetisini kaybetmeyen her insan yolunu kendisi seçer.

Kişi hangi yolu seçerse; o yolun istediği kurallara uyar, orada şekillenen kişilik özelliklerine (karaktere) bürünür, yani o yolun yolcusu olur.

Tüm inanç sistemleri der ki: insanların bu dünyadaki yaşamı ölümle sonlanınca, öbür dünyada; sevap ve günahlarına göre, ya cennete, ya da cehenneme gidecekler. 

Demek ki, öbür dünyada da insanların önüne iki ayrı yol çıkacakmış. Ama, cennete mi, cehenneme mi gideceği kararını kişi veremeyecekmiş. Öbür dünyadaki yol seçiminde belirleyici olan, kişinin bu dünyadaki eylemleri ve söylemleri olacakmış... 

Ne dersiniz? 

Belki bazıları sevinerek: "Eğer böyle ise yukarıdan beri anlata gelinen birinci yolun yolcuları cennete, ikinci yoldakiler ise cehenneme gidecektir!..." diyebilir.

O halde şimdi zulme varan haksızlık ve sıkıntılar içinde yaşayan, birinci yoldakiler ve ikinci yoldakilerin büyük büyük çoğunluğu "insanca" yaşamak için ölüm sonrasını mı bekleyecekler?

Kesinlikle hayır!... 

Bu dünyada cehennemi yaşamak zorunda bırakılan büyük çoğunluğun,"Artık yeter!.." deyip kendilerine: "Kaderin bu, öbür dünyayı bekle" diyen küçücük mutlu azınlığa "dur" deme zamanı çoktan gelmiştir. Sömürmek için uydurulan ve yaşamları cehenneme çeviren, yalan ve algılar teşhir edilmeli. 

Dünyada herkesin "insanca" yaşayacağı bir iklim için, herkes el ele, omuz omuza vermeli...   


Diğer yazılarım:tıklayınız