21 Eylül 2018 Cuma

‘500 T’ Otobüsünün Yolcuları

Gün, ağır ağır otobüs durağına doğru yürüyen adam için çok yoğun ve yorucu geçmişti. Muayene, röntgen, kontrol derken hastaneden henüz çıkmış, eve dönüyordu.

Hastaneden gelen adam, "çın" diye öten uyarı sesiyle telefonuna mesaj geldiğini anlayınca, durdu ve gözlüğünü takıp okudu; “2 adet faturanız tutarı olan 84,30 TL için bakiyeniz yetersizdir…” diyordu banka. Hemen yakında bulunan bankamatiğe gitti ve eksik olan 50 Lirayı hesaba yatırdı.

Birden doktorunu anımsadı, o, iç avluya bakan gün ışığından yoksun, küçük loş odasında yapay ışıklandırma altında çalışıyordu. Her gün trafiğe kalmamak için erken yollara çıkıp, kim bilir kaç kişiyi muayene etmiş, kaç kişinin "bir şey soracaktım"larına cevap vermiş ve bilmem kaç kişinin tahlil ve röntgen sonuçlarına değerlendirip öneride bulunmuştu. Kontrol sırası tabelada yanıp sönünce içeri girdi, ekrandaki bilgilere bakan doktor, sabahki kadar dinç değildi, oldukça yorgun görünüyordu. Bu durumunu hastaya yansıtmadan, sabah anlatılanları hatırladı, belde tutulma ve krampa neden olan ağrı için; “Belinizde hafif kayma ve bazı omurlar arasında daralma var, fakat henüz ameliyatlık bir durumunuz yok, fizik tedavinin faydasını görürsünüz.” Demiş ve 15 gün sürecek bir “ayakta tedavi” vermişti. Aslında Bayram tatilinde, bu bel ağrısı onu iki-üç gün yatağa bağlamıştı. Fakat şimdi, sadece ara sıra kıvrandırıp, hafif ter döktürüyor, yani yürümesini engellemediği için de daha katlanılır olmuştu.

Hastaneden gelen adam, yürürken, dün okuyup bitirdiği Oscar WILDE (1854-1900)’ye ait “Mutlu Prens” ve “Genç Kral” öykülerini anımsadı: Kendilerine güç, kuvvet, servet ve hayat veren halkın, neler yaşadıklarını görüp, anlayan ‘Mutlu Prens’ ile ‘Genç Kral’ın nasıl organlarını, varlıklarını ve güçlerini halka adadıkların hatırlayarak içinden alkışladı... Hemen sonrasında da, halkı köle gören, sömüren, eziyet ederek, çıkar savaşlarında yok eden; faşistleri, diktatörleri, zalimleri düşündü ve lanetledi...  İşte bu masalımsı fakat buram buram yaşanmışlık dolu öykülerden çok etkilemişti. 

Bunun için de, hem dünü, hem günü, hem de uzak-yakın çevrede olup bitenleri düşünüp, sorguladı kendince: “Doktorluk çok zor bir meslek be, doktora gelen herkesin bir derdi, bir ağrısı, bir hikâyesi var, herkes önce “ben” diyor ve herkes kendince haklı… // Ne günler geçiriyoruz; kavuran güneş, yağmur, dolu, sel, sağanak, kasırga… // Bu saatler iş dönüşü, okul çıkışı olduğu için toplu taşıma araçlarına binmeyeceksin... Taşıtlar kalabalık, herkes yorgun ve trafik sıkışık, bunun için de, her zaman 10 dakikada vardığın yere ancak bir saate varırsın... // Okullar açıldı, masraflar vatandaşın belini büküyor…// Ekonomik kriz yokmuş! (Herhalde herkesin kriz geçirmesini bekliyor)... // Emekli ve çalışanlara damlalıkla verilenler, hortumla, kepçe ile geri alınıyor... // Patronlar, kuyruk olmuş işsiz milyonları gösterip, köle gibi  çalıştırıyor işçileri, emekçileri... //İflas eden esnaflar… // Paramızla ithal ettiğimiz “şarbon”… // Ne olacak döviz ile borçlananların durumu… // Katar dünyada sadece 10 tane olan bilmem kaç milyar liralık lüks uçağı, Türkiye’ye “hibe” etmiş!… (Vay be!... Soralım bakalım, kimlere “hibe” yapılırmış!…)  // Yemen’de milyonlarca çocuk açlıktan ölüyor!… //  Suriye’de yaşayanlar ve göç edip gidenler can derdinde iken, oraya üşüşmüş olanlar ganimet peşinde… // Peki, duydunuz mu,  “Üçüncü Hava Alanı” inşaat işçilerinin direniş nedenlerini?...: Bitler ve tahtakuruları temizlensin. Tuvalet, yatakhane, yemekhaneler temizlensin, yemekler düzelsin. 6 aydır ödenmeyen ücretler tam ödensin. İş cinayetleri önlensin…  Bunlar gibi tümü insanca yaşamak, insanca çalışmak için 15 haklı istek… Oysa, birileri bunları, halkı kin ve düşmanlığa sevk ediyor!... olarak göstermeye çalışıyor. Hatta Akit gazetesi yazarı olan bir hadsiz de; Bu işte bir tezeklik arayacaksın! Şayet bu itler, bitlendik falan diyorsa da üzerlerine biber gazı sıkıp, içlerindeki şeytanı çıkartacaksın!” diyebiliyor. (Türkçe sözlük böylelerini; dalkavuk, yağcı,  yalaka, yağdanlık, yalpak, yaltak, yaltakçı, kemik yalayıcı, çanak yalayıcı… diye tanımlıyor, artık siz buna, hangisini uygun görürseniz o olsun.)

***

İstanbul’da en uzak yola giden otobüs, 500 T (Tuzla- Cevizlibağ) 'dir.  Hastaneden gelen adam, Kozyatağı-Metro durağında “500 T”ye binip bir sonraki durak (İstanbul’da belki de iki durak arası en uzun olan) Kavacık’ta inecekti.

“Boğaz” geçişi yapacak otobüslere ayrılan durağa vardı. Tam durağın önünde, orada bulunmaması gereken bir Gebze-Harem minibüsü rahatsız edecek şekilde peş peşe korna çalıp yolcu bekliyordu. “500 T geliyor!..” sesi duyulunca, yolcular birden panik içinde minibüsün önüne geçerek koşturmaya başladı. Otobüs de,  minibüsü ve koşuşturanları sıkıştırıp, adeta sıyırırcasına geçti, ancak durağın biraz ötesinde durabildi. Bu koşuşturma sırasında genç bir kız, hastaneden gelen adama hızla çarpınca, durdu defalarca özür diledi, adam canı yansa da, zorunlu bir gülücükle genç kızı başıyla selamladı… Zar, zor otobüse bindi ve “pardon” diye diye orta kapının önündeki direğe yüzü dışarıya dönük olarak tutunabildi. Tam sağındaki ikili koltukta iki delikanlı oturuyordu, biri hemen “amca buyur” diyerek ayağa kalktı. Hastaneden gelen adam, teşekkür edip bir durak sonra ineceğini söylediyse de, delikanlı ısrar etmesi üzerine oturdu. 15-16 yaşlarında gibi görünen, yaz güneşinden kavrulmuş yüzleri, nasırlı elleri, eskimiş gömlek ve pantolonları olan iki delikanlı… Yanına oturduğu delikanlının kirli-yağlı hafif kıvırcık kahverengi saçları ve içe kaçmış küçücük boncuk gözleri vardı. Sadece gözlerinin altındaki kavis çizen halkalar bile onun ne kadar yorgun olduğunu gösteriyordu. Durmadan sağ dizini ve bacağını okşayıp hareket ettirmesi ve bir sefer de ayağa kalkıp tekrar oturması üzerine hastaneden gelen adam; “Bir rahatsızlığın var delikanlı?" Diye sorunca ikisi birden “evet” dedi. Ve bir çırpıda her şeyi anlattı "rahatsız delikanlı": 19 yaşında ve Tuzla tersanesinde iskele kuran işçilerden imişler, dün 2-3 metre yüksekten bir “iskele kalası” dizine çarparak yere düşmüş, doktor çok ezilme var fakat kırık-çıkık yok demiş, parası kesilecek diye o da, rapor almamış... Cumartesi günü için izin almışlar, böylece iki gün Edirnekapı'da oturan Bitlisli akrabalarında kalacaklarmış. Gülerek; “Ama patronumuz, kalasın düşmesine sebep olan ustanın işine son verdi.” dedi.

Trafik çok sıkışıktı dakikalardır dur-kalk yaparak bir-iki dakikalık yer olan S. Gökçen havaalanı sapağına ancak 10 dakikada ulaşabilmişlerdi. Hastaneden gelen adam, kendisine yer veren delikanlının sürekli olarak ayaklarını dinlendirmek için sıra ile  kaldırıp indirdiğini görünce, üzüntü ile; “Bak delikanlı yol tıkalı, sen de çok yorgunsun gel yerine otur!” deyip aniden ayağa kalktı, delikanlı hiç itiraz etmedi, fakat mahcup bir şekilde yerine oturdu.     

Belki 30-40 dakika daha dur-kalk yaparak nihayet Kavacık’a vardılar. Hastaneden gelen adam açılan kapıdan inmeye çalışırken, hüzünlü nemli gözleriyle, onlara bakıp vedalaştı, ikisi bir ağızdan coşku ile “iyi geceler amca” deyiverdiler.

Hastaneden gelen adam, evine gitmek için yavaş, yavaş bir başka otobüs durağına doğru yürürken kendisine; “Dur bakalım bu gece rahat uyuyabilecek misin?” diye sordu ve hemen cevapladı “Ama uykum kaçarsa, kaçsın, ben de balkona çıkarım. Eğer hava bulutsuz ise, Eylül gecelerinde mehtabın hafif dalgalı "boğaz"la dans etmesini izlemek doyumsuz bir haz verir." ...


Yazarın diğer yazıları için tıklayınız


13 Temmuz 2018 Cuma

Prof. Dr. Ziya Selçuk


1979 yılında İlköğretim Müfettişi iken ailevi nedenlerle görevimi bırakıp Eğitim Uzman Yardımcısı olarak İstanbul Rehberlik Araştırma Merkezine atanmıştım. Bu merkezler, Demirel Hükümetleri döneminden başlayarak solcu olanların sürgün edildiği kurumlar olmuştu, fakat ben isteğimle gelmiştim. 

Bu kuruma gelmekle belki maaşımda önemli bir düşüş olmuştu, fakat öyle değişik bir ortama gelmiştim ki burada; insana-çocuğa-eğitime dolayısıyla dünyaya bakışım değişmeye başlamıştı. Bu güzel ortamı, kurum yönetimi ve çalışanların “rehberlik anlayışı” içinde kurmuş oldukları işbirliği sağlamıştı. Bu nedenle ortam bana çok iyi gelmiş, hiç sıkıntı çekmeden alışmış ve hem mesleki, hem insani güzel dostluklar kurmuştum. 

O yıllarda ülkemizde karabasan gibi çöken bir korku iklimi vardı. İnsanlar güvensiz ve huzursuzdu ve her gün ölümle biten çatışmalar oluyordu. Bunun üstüne bir de 12 Eylül faşist askeri cuntasının baskıları eklenince… O yılları dahada zor yıllar yapmıştı. Ancak bizler, kurumumuzda var olan “rehberlik anlayışı” nedeniyle, ülkeyi saran bu korkutucu ve baskıcı havadan çok etkilenmemiştik.

12 Eylül faşist askeri darbesi sonrasında artık kurumumuza sürgünler değil; pedagoji, psikoloji ve halk eğitimi bölümlerini yeni bitirmiş çok sayıda genç, "Eğitim Uzman Yardımcısı” atanıyordu. Peş peşe atanan bu gençlerin çoğu kadın, üçü de erkekti ( ki, bunlardan sağ görüşlü olan iki erkek sonraları alanlarında profesör oldu.). Bizler, kurumumuzu şenlendiren bu gençleri coşkuyla karşılamış, benimsemiş, sevmiş ve kaynaşmıştık. 

İşte bu gençlerden biri de bu günkü Milli Eğitim Bakanımız Sayın Ziya Selçuk idi… Ziya Bey ile aynı odada iki yıl kadar çalıştık. Çokça sohbetimiz ve arkadaşlığımız oldu. 

Ziya Bey de çoğumuz gibi yoksul bir ailenin çocuğuydu. Ve O; hepimizden daha genç, hepimizden daha uzun boyluydu. Çok okur, felsefeyi, araştırmayı, planlı çalışmayı çok severdi. Ayrıca şiirler yazar, karikatürler çizer, “Fono” dan İngilizceyi öğrenir, azimli, esprili, iyi dinleyen, az ve güzel konuşan, fanatik olmayan sağ görüşlü bir kişiydi. 

Bu özellikleri ona bir farklılık kazandırıyor ve kurumda sevilmesini sağlıyordu. Kim bilir belki o da üniversite yıllarında kendisine öğretilen “solcular kötü insanlardır” anlayışını, bizleri tanıdıkça terk etmeye başlamıştı.
Kurumumuzdan askerlik nedeniyle ayrılan Ziya Bey'in askerlik  sonrasında akademik çalışmalara başladığını duyduk. Kısa zamanda da ülke çapında fark yaratan bir eğitimci olarak, sesini duyurmaya başladı...  


***

Ve Ziya Selçuk Talim Terbiye Kurulu Başkanlığına atandı. Kısa zamanda gündem yaratan pek çok işler yaptı. Öncelikle  eğitimi "öğrenci odaklı rehberlik anlayışı" ile tanıştırıp onunla yol almak istedi ve bu çabaları ile de ilgi odağı oldu…

O zaman kendisini kutlamak için gönderdiğim bir mesajda: "Siz Türkiye için bir şanssınız" demiştim. Fakat ne yazık ki Türkiye bu şansını çok fazla kullanamadı...

Sayın Ziya Selçuk şimdi ise Milli Eğitim Bakanı... 

Ziya Beyle tanıştığımız yıllardaki ülke şartlarını yukarıda özetlerken; “O yıllar çok zor yıllardı. Ancak bizler kurumumuzda var olan “rehberlik anlayışı” nedeniyle, ülkeyi saran bu korkutucu ve baskıcı havadan çok etkilenmemiştik." Demiştim. Bu cümleyi bilerek tasarlayarak yazdım.

Çünkü ülkemiz bugün de o yıllar benzeri bir iklim içinde zor günler yaşıyor.

Milli Eğitim Bakanlığı büyük bir kurum ya da büyük yuvadır. Bu yuvanın; okulları, müfredatı, öğrencileri, öğretmenleri, yöneticileri, çalışanları ve velileri hep birlikte, ortaçağ benzeri anlayışlar nedeniyle zor günler yaşıyor. 

Anaokulundan üniversiteye kadar tüm eğitim sistemi, diyanet ile dini vakıfların yörüngesine sokulmuş ve imam hatip anlayışı egemen kılınmıştır. Bunun doğal sonucu olarak da eğitimde “rehberlik anlayışı” da yok olmuş, eğitim sistemimiz bilim dışı bir yörüngeye oturtulmuş durumda… Gelecek nesillerimiz tehdit altında...

16 yıllık AKP iktidarı  6 kez bakan değişikliği yaptı ve her yeni bakan sistemde sil baştan değişikliklere uğrattı. Her dönem ve her adımda karar veren tek belirleyici de şimdiki Sayın Cumhurbaşkanı olmuştur. Umalım ve dileyelim ki şimdi yaşanan kaosu görmüş ve bilimsel yoldan çözümler bulması için de Milli Eğitim Bakanlığına Sayın Ziya Selçuk’u getirmiş olsunlar.

(Bilindiği gibi Talim Terbiye Kurulu Başkanı iken önemli adımlar atmış, sorunları giderip düzeltmeye çalışmışken, zamanın bakanı H. Çelik ile anlaşamayınca görevini bırakmıştı.)

Ziya Bey eğitimde çoklu zeka kuramını etkili kullanmak isterdi. Dilerim ki toplumda da çoğulcu anlayışın egemen olmasına katkılar sunar. Eğer kendisine politik kaygılardan uzak özgür bir çalışma ortamı sağlanırsa bunun ülkemiz eğitimi için bir şans olacağını düşünüyorum. 

Ziya Bey her bakana nasip olmayan büyük bir kamuoyu desteği kazandı. Unutmasın ki, herkesin ondan isteği; eğitimi bilim  rehberliğinde, demokratik, laik bir yörüngeye oturtması ve kurumda yaşanır bir iklim yaratmasıdır.

Bilimsel yöntemlerle çalışacağını ya da çalışmak isteyeceğini düşündüğümüz Prof. Dr. Ziya Selçuk’un uzun süreli çalışması, acaba kabul görecek mi?

Artık bekleyip göreceğiz.

Sayın Selçuk'u yeni görevi için en içten duygularımla kutluyor, başarılar diliyorum.

Yazarın diğer yazıları için tıklayınız

6 Temmuz 2018 Cuma

Bugün konumuz CHP…

Bugün konumuz CHP CHP; hem sosyal demokrat, hem muhafazakâr, hem İslamcı, hem milliyetçi,  hem de laik bir karışım… Sağa tutunup, sol olmak ister gibi zıtlıklar içinde, bir kimlik karmaşası yaşıyor CHP. Ve bu haliyle de ülke yönetimine talip oluyor. (Aslında bu haliyle bile, şimdiki iktidardan daha fazla hak ediyor ya...)

Ülke yönetimine gelebilmek için bir partinin öncelikle, içinde bulunduğu kimlik karmaşasından kurtulması, hedeflerini/ilkelerini belirlemesi, ülke sorunlarına çözüm getirecek uygulamaları ve öncellikler sıralamasını yapması gerekir. Dilerseniz biz de öncelik sırasını eğitim konusuna verelim ve CHP’nin eğitim konusundaki duruşuna bakalım:

Bugün ülkemizde anaokulundan üniversiteye kadar tüm sistem; diyanet ile dini vakıfların yörüngesine sokulmuş ve imam hatip anlayışına terk edilmiştir.  Zaten okulların önemli bir bölümü de resmen imam hatip yapılmış durumda.

Peki, siz CHP'nin; diyanetin denetiminde, dini vakıfların yörüngesinde ve ortaçağ anlayışı içindeki imam hatip yaygınlaşmasına karşı çıktığını hiç duydunuz mu?

Hayır, duymadınız.

Peki, CHP ne yaptı?

Onlar oy beklentileri için, gerçekleri söylemediler: İmam hatipleri biz kurduk, hiç kapatır mıyız!?..., diyerek  Biz sizden daha dindarız” yarışına girdiler.

Oysa sosyal demokrat bir anlayış (demokrasi ve laikliği savunduğu için) halka; iktidar olduğunda, inanç gereği ihtiyaç duyulan imam-hatip ve okul sayısını belirleyip ihtiyaç fazlası olan okulları laik ve bilimsel eğitimin hizmetine sunacağını hiç çekinmeden açıklamalıydı.

Çünkü bugünkü eğitim uygulamaları, sadece günümüze değil gelecek nesillerimize de kötü bir mirastır. Şimdi artık bu mirasın olası zararlarını azaltmak için birlik olup, önlem almak zamanı. Bu, ülkemiz ve çocuklarımızın geleceği için bir zorunluluktur.  İşte tüm bu yaşamsal ve bilimsel gerçeklere rağmen beklenen açıklamayı yapmadılar, yapamadılar…

***

24 Haziran seçiminin, partiler içinde artçı sarsıntılara neden olacağı öngörüsü vardı, öyle de oldu. “İkbal” beklentileri için iç çatışmalar başladı… Ve ilk sırayı yine CHP aldı…

En hızlı çıkışı da; “Barışmak-Büyümek-Bölüşmek…” Diyerek yola çıkan ve epeyce destek bulan Muharrem İnce yaptı. Ve sanki Cumhurbaşkanı olamadım, bari parti başkanı olayım dedi. Oysa o Muharrem İnce, günlerce milyonların karşısına çıkıp; Kılıçdaroğlu’na rakip olmayacağım!...” diye söz vermişti.

Bu duygu yüküyle İnce, Kılıçdaroğlu ile yediği ailelere özel yemek sonrasında kendisine uzatılan mikrofona; Kendisine onursal başkanlık teklif ettim... Ben imza toplamayacağım, ama hayır derse örgüt kendisi çözecektir bu işi” dedi. (Aslında İnce bu sözleriyle, genel başkanı Kılıçdaroğlu’nu halka ve parti delegelerine şikâyet ediyordu…)

(Ne dil ama!.. Sizce bu bir tehdit değil mi?)

Böylece hem kısa süre içinde oluşmuş İnce albenisi, hem de kitlelerde yaşatılan umutlar, coşkular birden bire güneş görmüş kardan adam misali ince ince ermeye başladı…

Ben bunları yazarken sanki üst üste yenilgiler almış CHP yönetimini savunuyormuşum diye bir duyguya kapıldım ve birden bire kendimi kötü hissettim.

Ama hemen, pek çok olumsuzlukları olsa da, olumluluklarını unutmamak, hakkını vermek gerektiğini düşündüm. Çünkü; “Adalet Yürüyüşü” ve (HDP’siz kısıtlı, sınırlı da olsa)  “Millet İttifakı” gerçekleştiren kişidir Kılıçdaroğlu…   

Kuşku yok ki CHP yönetim yenilgileriyle yüzleşmeli, özeleştiride bulunarak ülke gerçeklerine göre kendisini güncellenmeli, değişmeli, yenileşmeli… Hatta İnce’yi çağırıp da gel sen başımıza geç diyebilmeliydi.

Olmadı… Belki olacaktı da, aceleci davrandı İnce… O, milyonlara söz veren kişi, egosuna yenildi ve meydan okudu… İnce ince eridiğinin farkına varmadan.

Tam da bireysel çıkışlardan uzaklaşmak, birlikte kaybedilen seçim sonuçlarını tartışıp, gelecek için ne yapmalı, nasıl yapmalı arayışına girmek, tek adam düzenine karşı safları sıkılaştırmak gerektiği bir zamanda… Ortaya çıkıp, “ben adayım” demek, ne halka, ne partiye ne de Sayın İnce’ye bir kazanım sağlamadı.  

Yazık oldu!...


Yazarın diğer yazıları için tıklayınız

29 Haziran 2018 Cuma

Kaybetmek…


24 Haziran’da yüzde 86 katılım oranı ile yapılan bir seçim yaşadık. Kuşkusuz ki, seçimlerde katılımın fazla olması, uygun ortam ve adaylar için eşit şartlar sağlanması çok önemlidir.  1982 Anayasası için yapılan referanduma halkın katılım oranı yüzde 91,3 olmuş, “Evet” diyenler ise yüzde 91,4 olmuştu. Fakat bu Anayasa; içeriği ve o günkü ortam nedeniyle hiçbir zaman demokratik sayılmamıştı.

O halde 24 Haziran seçimini değerlendirirken de “uygun ortam ve adaylar için eşit şartlar ” olup olmadığına bakmak gerekir. Biz de öyle yapalım:

Seçime uygun ortam var mıydı?

-Hayır, OHAL vardı (o halde başka söze gerek kalmadı.)  

Peki, rakipler için eşit şartlar var mıydı?

-Adaylardan biri olan Erdoğan devletin tüm imkânlarını kullanma hakkına sahip ve dokunulmazlık zırhı içinde… Aday olan Demirtaş 2 yıl 4 ay 20 gün yani 870 gündür tutuklu (dikkat edin, hükümlü değil, tutuklu)… Diğer üç aday; İnce, Akşener ve Karamollaoğlu ise engelleme ve kısıtlamalar içinde yarıştı(!)…

(Her şey apaçık olduğu için artık sorulara kolayca cevap verebilirsiniz.)

Aslında bu seçim sürecini etkileyen o kadar çok etken var ki: bayram harçlıkları, imar affı, vergi affı, kamu kaynaklarının israfı, Adalet ve İçişleri Bakanlarının söylem ve eylemleri, TRT- YSK-YARGI-AA-..., tek havuza toplanmış medya gibi daha pek çok etken sayabiliriz. Ama sizler yukarıda kararınızı verirken, bu etkenleri hiç irdeleme gereği bile duymadınız. Değil mi?   

***

Kimileri bu satırları okurken; “Seçim bitti, atı alan Üsküdar’ı geçti, yenildiniz. Yerli ve milli tek adam sistemi kuruldu… Sen de oturmuş bahanelere sarılıyorsun!” Diyebilir…

Evet, haklılar bu seçim bitti ve biz haklı olanlar şimdilik kaybettik… Bizim ortak bir amacımız vardı: “korku ikliminden kurtulmak” şimdilik olmadı.

Peki, bu sonuç gelecekte de kaybedeceğimizi mi gösteriyor?

Peki, bu sonuç nedeniyle birbirimize kara çalıp, parçalanacak mıyız?

Peki, korkup yılacak mıyız?

-Hayır!...

Tarih, toplumların özgürlük ve özgünlükleri için verdikleri mücadelenin hikâyesidir. Ayrıca her mücadeleyi haklılar kazanır, diye bir kural da yoktur. Yenilmek, kul olmak ve tutsak olmak değildir.

Kuşkusuz seçim sürecinde partilerin, grupların, kişilerin eksikleri, yanlışları olmuştur. Bu hatalardan ders alıp bir daha tekrarlamamak, gelecek için planlar yapmak, her grubun kendi işidir, grupta; tartışmak, eleştiri ve özeleştiri araçları kullanmak, değerlendirme yapmak, gerekli kararlar almak doğrudur, gereklidir. Ancak bunlar her grubun iç işleri olduğundan, çözümü o gruba ve zamana bırakılmalıdır.

Eğer aydınlık günlerde yaşamak ve torunlarımıza güvenli, demokratik bir gelecek istiyorsak, birbirimize kara çalıp, parçalanmadan çoğalmamız gerekir. Şimdi daha öncelikli olarak yapmamız gereken işlerimiz var, onlara odaklanmalıyız. Tek adam düzenine karşı olanların ortak hedefi; “korku ikliminden kurtulmak” için, bir birliktelik kurmak olmalıdır.

Nasıl oluyor da; özgürlüğün, adaletin olmadığı,  yoksulluğun, yolsuzluğun, yasakların çok olduğu bir düzene, en büyük desteği, en çok sıkıntı çeken yoksullar veriyor?

Bu soruya “cahil-cehalet” demeden, o insanlarla tanışarak, selamlaşarak onlara; onların değerli, bizim ise dost olduğumuzu anlatarak ulaşmak gerekir. Ayrıca bu konu, toplum ve davranış bilimcilerce araştırmalı, dünya örnekleri incelenmeli, olumsuzluklara çözüm getirecek hayatın içinden uygulamalar paylaşılmalıdır.

Böylece, olup-bitenlerin henüz ayırdında olmayan, ya da korku ikliminde kendisine çıkar bir yol bulamadığı için çaresizce susmayı yeğleyenlere ulaşıp, onlara ışık tutmalı, onlara yalnız olmadıklarını göstermeliyiz.

Barışmak-Büyümek-Bölüşmek… Diye ne güzel bir slogan bulunmuştu. Bunun gerçekleşmesi için hiçbir engel yoktur. Yeter ki samimi olarak çalışalım.


Yazarın diğer yazıları için tıklayınız

22 Haziran 2018 Cuma

“Barışmak-Büyümek-Bölüşmek”


16 Nisan referandumu sonunda ancak YSK desteği ile ayakta kalabilen iktidar; yasama-yürütme-yargının özgün yapılarını bozdu ve kurumların etik kurallarını yok etmeye başladı. İşte, resmi adı "Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi" CHS  veya halk deyişiyle; "Tek adam sistemi" böyle kuruldu.

Bu sistem, tüm medyayı tek sesli kılıp, tekeline almaya çalışırken, biat etmeyip işini yapan medyayı da; kapatarak, korkutarak ve çalışanlarını tutuklayarak sindirmeye başladı.

16 yıldır iktidarı elinde bulunduran bu baskıcı sistem; halkın demokrasi isteklerine cevap veremediği, ülkeyi dış dünyada yalnız bıraktığı ve işaretleri ortaya çıkmaya başlayan ekonomik kaosa engel olamadığı için artık ülkeyi yönetemez bir duruma gelmişti. Bunun için sürekli olarak "gerçeklere gün doğacak karanlıklar aydınlanacak" korusu içindeydiler. Bu korku da onları, daha seçime bir buçuk yıl varken, bir gece ansızın erken/baskın seçim kararı almak zorunda bıraktı.

Ana muhalefet partisi CHP yıllardan beri, Baykal’ın başlattığı ve onun ardılı olan Kılıçdaroğlu’nun da sürdürdüğü bir anlayışla yönetiliyordu. Bu anlayış; özgün politikalar üretmek yerine, iktidarın belirlediği gündemin peşi sıra gidiyor, iktidar olma isteği yerine, sadece muhalefette kalmakla yetiniyor, ülkenin bir gerçeği olan "Kürt sorunu"na duyarsız davranıyorlardı.  Bu durum da CHP'nin sadece ülkenin gelişmiş kıyı kentlerinde varlık göstermesi sonucunu doğurmuştu.

Ancak, Muharrem İnce Cumhurbaşkanı adayı olunca, artık yorgun iktidarın gündemini belirlemeye başlamıştı (3600, ikramiyeler, OHAL’ın kalkması vbg.). Sloganı olan: 3B (Barışmak-Büyümek-Bölüşmek) ile de, artık ülkenin her tarafında karşılık bulmaya, meydanları doldurmaya başlamıştı.

Aslında hakkını vermek gerekirse, bu sonucun mimarları Erdoğan ve Bahçeli… Çünkü AKP ve Erdoğan 5 Haziran seçimleri sonunda, halktan aldıkları desteği kaybetmeye başladıklarını, tek adam düzenini sürdüremeyeceklerini anlamışlardı. Bu tükenişi ancak MHP ortaklığı ile durdurabileceklerini düşündükleri için de “Kızıl Elma” dürtüleri ve türküleri eşliğinde ırkçı-dinci bir yola girdiler…

Ve HDP barajı aşamasın, MHP ise sıfır barajsız olarak meclise girsin diye, tuzak yasal(?) değişiklikler yaparak “Cumhur İttifakı”nı kurdular. Fakat onların bu tuzağı, hiç öngörmedikleri bir şekilde 4 parçalı muhalefetin (HDP’yi dışlayarak bile olsa) “Millet İttifakı”nda birleşmesini sağladı. Yani onların başkaları için kurmuş oldukları tuzak, dönüp, dolaşıp kendilerini yakalamıştı.
***

Irkçı, dinci ve otoriter tüm iktidarlar, toplumu bölüp, parçalara ayırarak yönetmenin daha kolay olduğunu ve kendilerine daha uzun bir gelecek (beka) sağladığına inanırlar. Bu anlayışla hareket ettikleri için toplumda var olan pek çok ortak paydayı yok ederek sadece iki zıt kutup oluşturdular. Böylece  toplum içinde kimlikleri ve inançları farklı olanlar arasında selamlaşmalar azaldı ve birbirlerine yabancılaşmalar başladı.

Kuşkusuz her birey özgünlükleriyle birlikte değerli ve saygındır. Fakat bireyler özgünlükleri ile birlikte kabul görüp birleşmedikçe hep cılız kalırlar. Toplumu kuşkularla, korkularla (kara propaganda) ayrıştırıp “öteki” ilan ederek yalnız ve çaresiz kılmak istiyorlar.

Türk, Kürt, Alevi, Sünni, Ermeni, Rum, Ezidi, Laz, Çerkez, Gürcü, Roman (Hangi etnik kökenden, anadilden, dinden, mezhepten, inançtan, cinsiyetten veya cinsel yönelimden olursa olsun) herkes el ele vermeli…

Bizi bölüp parçalayan “kimlik ve inanç çatışması” son bulmalı, hepimizi kapsayan “insan” kimliğinde buluşmalıyız.

Bunun için Muharrem İnce’nin "Barışmak-Büyümek-Bölüşmek"  sloganı bu günlerde çok değerlidir. 

Barışmak; eski tanışların yeniden selamlaşmasını ve içeride huzuru sağlayacak... Bu birliktelik de ülkede hem imkânları, hem de bölüşüm paylarını çoğaltacak... Savaş ekonomisi, barış bolluğuna dönüşecek.  Böylece toplumda çoğulculuğun çok önemli ve değerli olduğu hakkında bir farkındalık yaratılmış olacak… 

Haydi!... İşçi-köylü-emekçi halkımız... İnanan, demokrat, sosyalist aydınlarımız; İnsanca bir düzen için, barış için, demokrasi için sandık başına gidelim ve ülkemizdeki bu korku iklimine son verelim.  

İşte o zaman, kimlik çatışmasından çıkar umanların korkulu rüyası oluruz.  

İşte o zaman, “1+1, 2’den daha büyüktür" diyebiliriz...  


Yazarın diğer yazıları için tıklayınız


15 Haziran 2018 Cuma

Bayram havasına muhtaç ülke

Bugün toplumumuzun büyük çoğunluğunun kabul ettiği inançsal bir bayram... Hemen hemen tüm inanç ve dinlerde böylesi bayramlar vardır. Bu bayramlarda  insanlar; empati yapar, hoşgörü ile halden anlar, ihtiyaç sahiplerine yardım eder, birlik olarak, dayanışarak, düşünerek sorunlara çözümler arar. 

Böylesi günlerde insanlar; her zamankinden daha temiz giyinir, daha hoşgörülü davranır, daha özenli konuşarak, dargınlık ve kırgınlıklar sonlandırılmaya çalışır.  Demek ki bayramların asıl amacı selamlaşmayı arttırmak, barış sağlamaktır…  

Mahalleniz, kentiniz ve her yerde bayramınıza farklı inanç sahibi komşularınız da saygı gösterir, kutlamalara katılırlar. Tabii ki, kendi bayramları olduğunda da aynı anlayışı bekleyerek… 

Savaşlar her toplumda; özgürlük, adalet, sevgi, saygı, hoşgörü, coşku sevinç dayanışma ortamını yok eder, sömürüyü arttırır ve yaşayanlara büyük acılar yaşatır... İnsanlık tarihi aslında mazlum halkların, hakları için zalimlere karşı başkaldırı ve haklı savaşlarının bir öyküsüdür. Bu süreçte özgürlük, kurtuluş ve kazanım elde eden halklar, haklı olarak, büyük duygusal anlar yaşarlar. İşte bu duygusal coşku ve sevinç kutlamalarının adıdır bayramlar...

Bayramlar, kaynağını yaşam ve inanç alanlarından alan; huzura, barışa ortam sağlayan duygusal ortaklıklardır.

O halde her günü bayram kılmanın tek bir yolu vardır o da: tüm insanları eşdeğerli bilmek ve kendinle, komşunla, çevrenle, dünyayla barış içinde yaşamak…

***
Bugün, 15-16. Haziran 1970'ın yıl dönümü... Bu yakın tarihimizin çok önemli bir sayfası… Emekçilerin bu günlerdeki birlikteliği, patronları ve onların işbirlikçisi komprador iktidarı korkutup geri adım attırmış olsa da, onların da büyük bedeller ödemesi, büyük acılar yaşamasına neden olmuştur. Kısaca hatırlayacak olursak:

1967'de kurulan DİSK (Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu), üç yıl içinde işçi hakları için yaptığı sendikal çalışmalarla, ülkedeki sarı sendikacılığı sarsmış, çokça taraftar ve güç kazanmıştı. Bu durum da patronları ve onların koruyucusu olan iktidarı çok rahatsız ediyordu. İktidar, bu gidişe dur demek için kısmi özgürlük sağlayan sendika yasalarını değiştirip DİSK’i etkisiz kılmak/kapatmak istiyordu. Öyle de yaptılar ve istedikleri yasal değişiklikleri mecliste kabul ettiler. DİSK yönetimi hemen toplanarak bir protesto mitingi yapma kararı aldı.
Fakat işçilerin iki günlük direnişi çok güçlü olmuş ve DİSK’i aşmıştı...

İstanbul’da, Gebze’de, İzmit’te fabrikalardaki çarklar durdu. Binlerce işçi üç koldan İstanbul şehir merkezine doğru ilerlemeye başladı. Şehir meydanları ve yollarını askeri zırhlı araçlar kapattı. Polisin ateş açmasıyla üç işçi öldü, 200 kişi yaralı… Karaköy ve Eminönü’nde biriken direnişçi işçiler birleşmesin diye, Galata Köprüsü açılarak geçişler engellendi. Hükümet hemen sıkıyönetim ilan etti, DİSK direnişi bitirdi…

Üç ay süren sıkıyönetim süresinde beş bini aşan işçi işten çıkarıldı. Ancak Olaylara neden olan yeni sendika yasası da iptal edildi. Fakat DİSK’ten öç alınması ve kapatılması işi 12 Eylül 1980 faşist darbesine bırakıldı…

***
Bugün bayram ülkemiz bayram havasına muhtaç:
  • Bugün bayram; ülkemizde halâ OHAL ve onun KHK’leri geçerli.
  • Bugün bayram; Cumhurbaşkanı R. T. Erdoğan, geçmişteki OHAL ile günümüzdeki OHAL’ini karşılaştırıp: “O dönemdeki OHAL'de (hatırlayın), fabrikalar hep grevlerle karşı karşıyaydı. Şimdi bizim dönemimizde herhangi bir fabrikada bir grev söz konusu mu? Tam aksine, böyle bir greve yeltenme olduğu zaman biz OHAL’le karşısına çıkıyoruz.” diyerek patronlardan daha çok patroncu oluyor.
  • Bugün bayram; hapishaneler henüz tutuklanma gerekçelerini bile bilemeyen yüz binlerle dolup taşıyor.
  • Bugün bayram; 9 gün sonra ülkemizde seçim var… Kandil’e yönelik askeri harekât devam ediyor...
  • Bugün bayram; Erdoğan, yeniden başkan olmak için işçi ve emekçilerden oy istiyor…
  • Bugün bayram; Başak Demirtaş, CHP'nin cumhurbaşkanı adayı Muharrem İnce'nin kendisini ziyaret etme isteği için; "Muharrem İnce bize gelecek. Tabii memnuniyetle ağırlayacağım. Sayın Erdoğan, Akşener, Perinçek ve Karamollaoğlu da gelse onlara da evimin kapısı her zaman açıktır. Bu yapılan anlamlı jest siyasetten daha ziyade insani ilişkilerin güçlenmesine hizmet ediyor" diyor.
  • Bugün bayram; Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın, HDP'nin Cumhurbaşkanı adayı Selahattin Demirtaş'ı suçlu ilan ediyor, meydanlar da “idam!” diye ses verince; “Parlamento, dedim ya size daha önce, parlamento bunlarla ilgili kararı bana göndermiş olsaydı, ben bunu çoktan onaylardım” diyor...  
  • Bugün bayram; Başak Demirtaş: “Siyaset düşmanlıkları değil, dostlukları büyütmelidir. Seçimlerden sonra da herkes birbirinin yüzüne bakabilmelidir. Her şey oy değildir, oydan daha kıymetlidir insani değerlerimiz...”
  • Bugün bayram; şöyle bir bakınız; kimler bayramın gereği olan birliği-huzuru-barışı ve kimler ayrıştırmayı-çatışmayı-savaşı istiyor. Onları görün ve düşünüp kararınızı veriniz.

Bugün bayram; saygı ve sevgiyle herkese iyi bayramlar...



Yazarın diğer yazıları için tıklayınız

8 Haziran 2018 Cuma

Kuzuluk’ta terlerken

Burası, yemyeşil dağ ve tepelerle sarmalanmış verimli tarlalar, bahçeler, cıvıl cıvıl kuşlar, hem serin, hem de şifalı sıcak suların bolca olduğu Kuzuluk... Geçirdiğim ortopedik ameliyat sonrasında doktorun önerisi ile kaplıca ararken, buldum bu şirin yeri... Detaylı bir araştırma yapmadan hemen aldım bu iki haftalık “devre mülk”ü… Yaşayan bilir ya, bu “devre mülk” uygulaması; "saadet zinciri" benzeri bir şey…  

Şöyle ki; ödenen aidattan daha az bir tutarla burada (her mevsim) benzer yerleri kiralamak olası… Saadet zinciri de böyle bir şey değil mi? Sanırım bundandır ki, içimdeki "ben" in "mülkiyet tutkusu", burayı her satmaya yeltendiğimde bana: 
“Ama, buranın 14 günlük tapusu senin ya!.." deyiveriyor...

Neyse, konumuz bu değildi, şimdi konumuza dönelim:

***
Ter, kültürümüzde çok kullanılan bir sözcük, kimyası gibi, işlevleri de çok farklı...  Ter için söylenmiş çokça söz, pek çok deyim var, bunların kimi, emek, kimi dinlenmek rahatlamak, kimi sömürülen emekçi çoğunlukları, kimi de çokça pay alan mikro azınlıkları anlatır. 

Ter, vücudun; sevinçlere, sevgilere, özlemlere, acılara, öfkelere, endişelere, korkulara, yorgunluğa, sıcağa, kirli havaya karşı duygusal ya da fiziksel tepkisi… Bu duygu ve durumların yaşattığı yoğun basıncı/gerginliği dengeleyip karşı duruşudur. İnsanı her durumda rahatlatan, gerginliğini azaltan ter, bu işleviyle vücudun sigortasıdır... 

Kuşkusuz yukarıdaki duygu ve durumları herkes sıkça yaşar, çokça ter döker. Ben de şimdi sıcak su ve buharlı bir ortamı bırakıp, biraz ötedeki odada sırt üstü uzanmış, ter taneciklerinin vücudum üzerindeki hareket ve seslerini izliyor, dinliyor, terliyor ve terimi beslemek için bolca su içiyorum...
***
Sırt üstü yattığınızda; alın, boyun, ense, göğüs, kol, el, ayak, tüm eklemler, her yerden sanki binlerce pınar oluşur, pıtrak baloncuklar şeklinde çıkıveren damlacıklar, bir süre sonra birleşip dereciklere dönüşür... Kulak memesi ve arkasından, kol, bacak, enseden şıp, şıp akan damlalar, sünger gibi emen havluya kavuşur. Göğüs kafesimin üstünden fışkıran damlacıklar ise, uzaklara akacak kanal bulamadıkları için karın boşluğundaki küçük gölcükte buluşarak her yan yatışta, ilkbahar derecikleri gibi coşkuya kavuşur... 

Bunları düşünüp izlerken, tel tel içim geçiyor/çekiliyor, şimdi uykuya çok yakınım. İşte tam da bu sırada, birdenbire irkilip, sıçrıyorum. Kulağımın arkasından, enseme doğru peş peşe sıralanarak akan kocaman damlaların yuvarlanırken yaşattığı ürperti idi beni korku ile yarı uykumdan eden...

Sonra da bu yarı uyanık halim devam etti… Kapalı gözlerimin içinde sanki bir ekran  vardı ve oradan yaşamımın filmini  izliyordum. Ekrana yansıyan her bölüm, her kare ve her kişi benim için çok kıymetliydi… Eşimi, çocuklarımı, torunlarımı derken, birden bire kendi çocukluğumu, okullarımı, arkadaşlarımı, öğretmenlerimi, kardeşlerimi, annemi, babamı, devamlı evinin balkonunda oturan dedemi, son yıllarında gözleri az görmeye başlayan babaannemi, yatalak olan anneannemi, kayın pederimi ve kayın validemi anımsadım. Düşündüm, sevindim, üzüldüm, gözlerimin içi terlemeye başlayınca da, konuyu değiştirdim ve yeniden çocukluğuma döndüm.  
*
4-5 yaşlarında iken annemin beni leğen veya taş yunaka oturtup sabunlaması, yıkarken, maniler söylemesi, yıkama bitince ayağa kaldırıp birkaç tas su dökerek “Gur ji te nexê!..” (kurt seni yemesin!..) dileğinde bulunması…/ Mevsim kış, her yer kar-buz, çok ateşim var, annemin konuşup anlaştığı abi beni sırtında taşıyacak. Sıkı sıkı sarınmış o abinin sırtındayım, Peri suyunu geçmemiz gerek, oysa ne köprü, ne de "kelek" var. Paçaları yukarı sıyırıp, suyun sığ yerinden geçiş, üşüyerek, terleyerek, yokuş çıkarak Çan nahiyesine varış... Çığlık attıran "Penisilin" iğnesi sonrasında eve dönüşümüzü.../ Evde (anne ve babama "küs" olsa da bizi çok seven), İsmail amcamın bana sarılıp, çocuk gibi hıçkırıklarını.../ İstanbul'a babamın yanına giden annemden bir süre sonra okulda başımda bit bulunuşunu, annem döndüğünde (o üzüntü ve utancın etkisiyle olsa gerek), ona sarılarak hıçkıra hıçkıra ağlayışımı…/ 7-8 yaşında kuzu ve oğlaklara çoban oluşumu, onların  tatlı yaramazlıklarını.../ 10-12 yaşında tam bir emekçi olarak; iki abimle birlikte orakla buğday biçmemi, harmanda öküzlerin çektiği “gam” üzerinde sapı samana çevirmeye çalışmamı, hayvanlara kışlık yem olsun diye “kenger" biçme ve “yaprak" kesme işlerini...

Ve kızgın güneşin altında, dil-damak kururken döktüğüm terleri... Geçim derdi, babamız gurbette... Annemiz hiç yalnız bırakmazdı bizleri. En az bir buçuk saat uzakta olan yayla evimizdeki işlerden sonra, 4 küçük kardeşimizi orada bırakıp, yürüyerek ter içinde bize (üç büyük oğluna) sıcak yemek getirirdi. Biz kardeşler de; gelen yemekten çok onu görmenin sevincini yaşardık. O, biraz dinlendikten sonra, bu kez yokuş çıkarak yayla evine, küçük çocuklarına, hayvanlarına, işinin başına dönerdi… Biz ise gün batımına kadar çalışır, yorgun argın köydeki evimize... Akşam yemeğini yedikten sonra, içtiğimiz 2-3 bardak kıtlama çay döktürdüğü ter ile bizi rahatlatır uykumuzu getirirdi. 

Kim bilir beni 60 yıl öncesine götüren bu 20 dakikalık gündüz rüyası, daha başka nice kişinin yaşamıyla kesişti, yaptırdığı çağrışımlarla onları düşündürüp geçmişe taşıdı... 

Şimdiye gelecek olursak; artık ne oğlak, kuzu, ne buğday, ne saman, ne inek-öküz, ne de köylü kaldı!... Artık o buğday, arpa, nohut, fiğ, sebze meyve ekim-dikim yapılıp bolca ter dökülen yerler terk edildi, bomboş kaldı. Şimdi, oralarda sadece yaban domuzu sürüleri koşuşturuyor. Ülkemizin pek çok bölgesinde olduğu gibi...

Tabii ki, doğa yasası gereği tüm canlılar: doğar-büyür-yaşar-ölürler. Bunun için de pek çok sevdiğimiz ve büyüğümüz bire birer dünyamızı terk etti, edecekler... 

Peki, şimdi biraz düşünelim, acaba bizim; ülkemizde yaşayanlar ve gelecekte doğup yaşayacaklar için yaşanır bir çevre ve yaşam kaynakları bırakmamız gerekmiyor mu?!.. 

*
Benim gündüz düşüm bitti!.. Güne döndüm şimdi... Ülkede seçim var. Liderler eşitçe (eşitçe?!) yarışıyor!...: Kimi bağırıp, korkutmaya çalışıyor, kimi; "tutukluları tutun, hükümlüleri salın!... " çığlıkları atıyor... 

S.Demirtaş kitapları önünde, öyküler, kuvvetli mektup ve tweetler yazıyor (tabii ki, bir oy Demirtaş'a bir oy HDP'ye)...  

Bir de M. İnce meydanda halka; “yerli ve milli kuru fasulye” yemeğinin tarifini yapmıştı (alkışlamıştım)... Dinlemeyen, duymayan varsa mutlaka arayıp bulsun, dinlesin. Bu yazı konusuna da uygun olan tarif, tam da tarım(!) ülkesi Türkiye'nin masalımsı hikâyesi…


Yazarın diğer yazıları için tıklayınız