özgürlük etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
özgürlük etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

21 Ocak 2022 Cuma

GENÇLERİN ÇIĞLIKLARI


Dünyanın her yerinde üniversitelerdeki gençlerin çok karmaşık psikolojik ve sosyal sorunları vardır. Bu geniş alanı biraz daraltıp, daha çok yoksul gençleri mutsuz eden barınma ve eğitim sorununa kısaca değinmek istiyorum.     


Bu sınırlanmış alanda gençlerin üç isteği vardır.

  1. Güvenli, sağlıklı, huzurlu ve temiz aşı olan bir barınak, 
  2. Bilimsel, çağdaş özgür, eşitlikçi bir eğitim almak,
  3. Başarılı bir eğitim süreci sonrasında da bir iş-meslek edinmek. 

Peki, bu istekleri sağlamak kimin görevi?


Bu zorunlu görevin asıl sorumlusu, ülkedeki kaynakların gelirlerini ve vergilerini toplayan devlettir. Devlet, halkı adına; ülkedeki eğitim altyapısını, hukuka uygun, eşitlikçi bir anlayış ve denetime açık bir dürüstlük içinde hazırlayarak hizmet üretmelidir. 


Yeterli ekonomik güce sahip ailelerin, eğitim sürecine katkı vermesi ise daha sonra gelir. Zaten bu yazıya konu olan gençlerimiz de yoksul ailelerin çocuklarıdır.


Çağdaş dünyada, zorunlu olmadıkları halde, eğitim hizmetlerini insani bir görev sayan pek çok gönüllü kuruluş vardır. Devletlerin denetimi ve gözetimi altında olan bu dernek ve vakıflar; ihtiyacı olan gençler daha iyi bir eğitim alsınlar diye barınak ve burs katkısı sağlarlar. Sanırım hemen herkes, kendi çocukları veya tanış çocuklarının böyle bir barınma veya burs alışına tanık olmuştur. 


Bu kurumlar ayırım yapmadan ihtiyacı, tutkusu ve becerisi olanlara el uzatmayı amaçlarlar. El uzattıkları gençleri belki de hiç görmez, onların özel yaşamlarında ne yaptıklarıyla da ilgilenmez ve o kişinin; dini, dili, milliyeti, yaşam tarzı gibi özellerini hiç sorgulamazlar. Hizmetleri için ne diyet borcu ister ne de minnettarlık beklerler. O gencin, akademik başarısı ve isteği sürdükçe de yardım etmeye devam ederler. 


Peki, bizim ülkemizde neler olup bitiyor. Biraz da ülkemizdeki gençler ve onlara sunulan hizmetler bakalım: 


Bizim ülkemizde de devletten; bina, arsa, vergi muafiyeti alarak gençleri barındıran, yemek ihtiyaçlarını karşılayan bazı dernek ve vakıflar vardır.


Fakat bizdeki bu kurumların ezici çoğunluğu tarikatlara ve cemaatlere bağlıdır. Bunlar; emirlerine uyacak, yollarında yürüyecek, 'başkalarını' düşman bilecek militan yetiştirmek amacıyla kurulmuştur. Yani burada çağdaş eğitimi değil, yandaş eğitimi verilmektedir.  


Böylesi bir cemaattin eğitiminden geçerek ülke yönetimini ele almak isteyen bir darbe girişimine çok yakın zamanda ülkece tanık olduk. Fakat iktidar bundan hiç ders almadı, o darbeci kurumun varlıklarına el konup, bu kez başka tarikat ve cemaatler bırakıldı. Böylece bu darbe girişimi, başkaları için bir fırsat oldu!  


Devlet, ihtiyacı olan gençler için yeterli barınak ve burs sağlamadı. Fakat, nice yolsuzluk ve sapkınlıkların yaşandığı bazı cemaatlere verilen koruma, mal, hizmet desteği de artarak devam etti. Ve böylece devlet, yoksul gençleri, militan yetiştiricilerin birer müşterisi yapmış oldu.  


Yurt İdare ve İşletme Dairesi Başkanlığı verilerine göre:


Türkiye genelinde toplam 624 bin 237 barınma başvurusu yapan 440 bin 303’ı kabul almış,183 bin 934 öğrenci açıkta kalmış... 

Tüm Yurt ve Barınma Hizmetleri İşverenleri Sendikası (TÜYİS) Başkanı Umut Gezici'nin, Sözcü Gazetesine anlattığına göre: 

Yoksul gençlerin bir kısmı 50.000 yatak sayısını aşan “Cemaat ve vakıf yurtlarına gidiyorlar. Gençlere, burada sorumlu bir 'abla' veya 'abi' bulunacak, buradaki toplu ibadet, dini sohbet, namaz ve çeşitli programlara zorunlu katılacaklar. Onların yatış kalkış saatleri, giyim tarzları gibi her şeylerine karışılacak. Böylesi bir eğitim sonunda 'Çok azı kendisini bu yapılardan kurtarabiliyor. Çoğu, tarikat müridi oluyor.'

Bir kısım öğrenci de kaçak, ruhsatsız kontrolü olmayan ‘Kız oteli', ‘erkek öğrenci evi' diye tanıtılır. Buralar, uyuşturucu benzeri pek çok tehlike ile doludur. Ve bu tür yerlerde barınanlar da 150.000 kişiyi aşmıştır. 

2006 yılında cemaat, tarikat yurt sayısı 1.723 iken, 2021 yılında %93 artışla 3.331 oldu. 


***


İşte bu iklimde yetişen gençlerimiz:

"Cebimde 4 lira var okulda yemek yiyemiyorum!"

"Yurt yok barınamıyoruz!"


"Geçinemiyoruz!"


"Diplomam var ama işsizim, açım, geçinemiyorum!" 


Ve hiç sonlanmadan dizilip gider gençlerin çığlıkları... 


Köyde-kentte her yerde yoksulluk, anne-babaların belini bükmüşken, onlar bir de diplomalı-diplomasız, işsiz-güvencesiz çocukları için boyun büküp, çaresiz kalırlar.


Böyle bir sessizlikte buluşur milyonlarca aile ile gencin çığlıkları…


Bu çığlıklar milyonların yalnızlığı içinde, bazen gözyaşı olur akar içlerine, bazen de yangına dönüşmeyen bir alevin öfkesi gibi tek tek yakar o canları.


Bu çığlıklara çare bulmakla görevli olanlar ise aklanmak ister ve 'Nankör' ilan ederler o milyonları...


Oysa, yalnız kalan bu milyon çığlıkları:


Birey hak ve özgürlükleri baskılanmış olanların, 


Ana-baba eline, desteğine muhtaç bırakılanların,


Umudunu yitirerek, yükleriyle içe kapananların,


Diyarında bulamadığını, 'el' diyarlarda arayanların,


Belirsizliğe ve bilinmeze doğru yol alanların,


Yenik-çaresiz-takatsiz kalıp da intihar edenlerin,  


Herkesin gelecek umudu ve herkesin en değerlisi olan; evlatların, kardeşlerin sesiydi. 


Evet bunlar bizim gençlerimiz ve onların çığlıkları! 


Bunlar; yüzleşmek zorunda olduğumuz gerçeklerimiz!


Peki, bu herkese yeterli olan coğrafyada, nedir bu yoksulluk, nedendir bu acı ve çığlıklar? 


Bu acıtıcı gerçekler; "sokaklara çıkıp hakkımız olan, demokrasi, eşitlik ve  barışı istemeyelim, bunları yaparsak sonra uf olur, susalım, sinelim sandığı bekleyelim" demekle son bulmaz ki! 


Eyy... "Zaman her şeyin ilacıdır" düşüyle, avunup bekleyenler! 


Zaman, her şeyin ilacı da çaresi de değildir, o, iyileştirmez!


Amaçsız, isteksiz, çabasız olanı, zaman, sadece alıştırıp uyuşturur! 


Ve işte size tarihsel kurallar dizgesinin en ilk maddesi: 


'Zaman, yaşama direnmeyenleri öğütüp yok eder!' 


Bu tarihsel vargıya bir itirazı olan varsa, çıksın konuşsun!


İnsan haklarımızı korumak ve onları elde etmek için istek ve cabalarımız en kutsal mücadeleyi başlatır. 


Acı, çığlık ve yoklukları iyileştirip tüketecek kutsal mücadele; bekleyerek, susup ağıt yakarak kazanılmaz ki!


'Öbür yanağını da çevirenin' çaresizliği içinde yol alınmaz ki! 


Acı, çığlık, yoklukları; birliktelik, isteklilik ve çabalarımız yok eder. 


Olan biteni görmek, gençlerimizi duymak, anlamak, onların seslerine ses katmak, ellerine el vermek, çoğalmak, hep birlikte çareler arayıp bulmak gerekir. 

Emin Toprak- DOSTÇA

Diğer yazılarım için tıklayınız


12 Kasım 2021 Cuma

Demokrasi Zirvesi

Tek kişinin yönetimindeki AKP, iktidar oluşunun 19 yılını bitirdi, fakat hem çok yorgun hem de takatsiz bir durumda. 

Çünkü iktidar olduğundan beri tüm toplumu kucaklamak yerine, sadece taraftarlarından yana oldu. Hukuk kuralları ile yönetme yerine taraflı keyfi buyruklarla yol almayı seçtiBu anlayış ve uygulama sonucu halk kutuplaşıp ayrışınca desteğini önemli oranda kaybetti. 

Bugünlerde de yaptıklarının faturaları ile karşılaştığı için zor günler yaşıyor. 

Aslında yaşadığı zorluklar ilk değil. 2015 seçiminde iktidar olma çoğunluğunu kaybedince, ülkede başlattığı korku ikliminden beridir, böylesi zorlukları hem içeride hem de dışarıda sıkça yaşıyor. 

Fakat iktidar, ne zaman ülkede sosyo-ekonomik sorunlar zirve yaparsa, ne zaman ülke dünyada yalnız kalıp istenmez olursa, ne zaman ki iktidarı için bir ikbal korkusu oluşursa, işte o zaman milliyetçilik limanına sığınır. 

Bu korunaklı ve güvenli limanda; "Söz konusu vatansa..." ile başlar, "Vatan! Millet! Sakarya!" naralarıyla sürüp gider hamaset nutukları. Bu limanda, düşünmeyen ('düşündürülmeyen' demek daha doğru) çoğunlukları toplamak oldukça kolaydır. Çünkü bu limanda; olan olmuş ve unutulmuş, kırılan kol yen içinde kalmış, soru sormak, sorgulamak, düşünmek ve mantık yok olmuştur artık. 

Kısacası, halk algılarla kandırılmış gündem ise değişmiştir. 

Kandırılmış halk, şimdi kışkırtılmış bir coşkunun kısa süreli etkisiyle, Donkişot misali sanal "iç ve dış düşmanlar" ile vuruşmaya hazırdır artık.  

Algıların yönettiği bu sanal alandan ayrılıp, biraz da gerçek hayatta yaşananlara bakalım:

Gerçek hayatta algılar az, olgular ise çoktur. Gerçek hayatta; açlık, işsizlik, sömürü, sel, yangın, fırtına, işkence, ölüm, talan..., çetelerin oluşturduğu olgular vardır. 

Ülke kaynaklarının talan edilmesi, laiklik, hak ve özgürlüklerin  yok edilmesi sürerken, ülke nüfusunun büyük çoğunluğu da hızla açlık sınırlarına  doğru yol alıyor! 

Nice farklı inancı yok sayarak, tek din, tek mezhepte toplama çalışmaları, zorunlu din dersini dayatmalarıyla, özgürlükler, eşit yurttaşlık ve laiklik yok ediliyor! 

İçişleri Bakanı muhtarlara; siz, yıkılması yasak olan yerleri gece yarısı olunca dozerlerle yıkınız, biz gündüz olunca enkazı temizletiriz, yasası da sonradan gelir diyebiliyor!

20 yıldan beri %49'u temsil eden muhalefetin verdiği hiç bir yasa tasarısı ve araştırma önergesi kabul görmüyor!

Uluslararası mahkeme kararlarını, Anayasamız kendi hükümlerinden bile üstün kabul ederken, yönetim "bunlar yok hükmündedir" diyerek uygulamıyor!

Anayasa Mahkemesi ve AİHM kararlarına uyacak kadar bile yetkisi, bağımsızlığı ve cesareti olmayan bir yargımız var!

Bu keyfi yönetim sonucu tabii ki dışarıdaki komşu ve uzak ülkelerle dostluğumuz büyük yaralar alır, tabii ki dünyada yalnız kalırız, bu anlayışla da "hukuka uy" diyen elçilere zeval vermeye çalışırız. 

Sonra da birileri: "Niçin ayıplarımızı, yolsuzluklarımız dışarı sızıyor, neden kırılan kollarımız yen içinde kalmıyor” diyebiliyor! 

Görüldüğü gibi 19 yıllık iktidarın neden olduğu ekonomik kriz ve yoksullaşma, artık gizlenemez bir hal aldı ve özgürlükler yok edildi. Ve barışçı olmayan dış politikaları da iflas etti. Bunun içindir ki son günlerde yine; yerli ve milli nutukları eşliğinde yeni teskereler hazırlanıp, milliyetçilik köpürtmesi başlatıldı. 

Eğer bunca oldu bitti karşısında bile hala susup: "Maşallah" diyen bir çoğunluk varsa, sizce orta yerde bir yanlışlık, bir tuhaflık yok mu? 

VAR! dediğinizi duyar gibiyim. 

O zaman Che Guevara gibi: "Özgürlüğün en büyük düşmanı halinden memnun kölelerdir." -desek bile, onları yok saymadan uyandırmalı, birlikte başarmak için adım atmalıyız. 

***

Ülkemizin yaşayanları olarak bizler, olup bitenleri, görüyor, yaşıyor, biliyoruz. Dışarıdaki birileri de bizi adım adım izleyip, gözleyebiliyor, bize dair karneler verip, raporlar yazabiliyor. Çünkü dijital çağa geçmekle dünya küçüldü.

Bakınız "bizi kıskananlar" neleri ölçmüş, neler demişler: 

  • “2020 Dünya Mutluluk Raporu” ile 156 ülke arasında Türkiye: 93.
  • "2020 Dünya Özgürlük Raporu” ile 195 ülke arasında Türkiye: 146.
  • "2021 Dünya Demokrasi Raporu" ile 179 ülke arasında Türkiye 149. olarak, 10 yılda en fazla otoriterleşen ülkeler arasında 3. olmuş. 
  • Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AHİM) Başkanı Robert Spano: 2020'de AHİM'e; Rusya'dan 13.650 (%22,4), Türkiye'den ise 11.750 (%12,5) kişinin başvuruda bulunduğunu açıkladı (Türkiye'den başvurular bir yıl öncesine oranla: %27 artmış).

Ve ABD'de 9-10 Aralık'ta düzenlenecek olan 'Demokrasi Zirvesi'nin davetli listesinde bulunan 107 ülke arasında Türkiye bulunmuyor.

Belki, ülkemizde olup bitenlere ve yukarıdaki karnemize bakarak, belki, 10 Büyükelçinin bildirisi sonrasına misilleme olarak, Kim bilir, belki de ülkemizi teşhir etmek için bu ilk listeyi, bile isteye basına sızdırdılar. Belki... belki... 

Fakat bu davete niçin çağrılmadığımız henüz açıklanmadı. 

Ayrıca daha toplantıya günler var, belki bizi de çağıracaklar! 

...

Sonuç olarak bizi 'Demokrasi Zirvesi'ne davet etmediler!

Peki, Demokrasi nedir? 

Bir uzman görüşüne başvurmadan kısaca demokrasiyi: özgür ve eşit yurttaşlardan (halktan) demokratik seçimler sonucu alınan yetkiyi, onlar adına kullanmak, hukuk içinde yönetmek, hesap sormak ve hesap verebilir olmak olarak tanımlayabiliriz.  

Demokrasi için gerekli olanlar ise: 

  • Demokratik Seçim İklimi: Yarışanlara eşit koşullar sağlanması, görüşlerini özgürce dile getirmesi. 
  • Demokratik Seçim Ortamı: Oyların özgürce kullanılması ve sayım dökümün herkese açık ve hukuk içinde yapılması.
  • Demokratik Seçim Sonrası: Kazananların yasalara ve hukuka bağlı olarak çalışması.  

Şimdi de size yeni bir "belki" söyletecek bir soru: 

Acaba, yukarıda sıralanan demokrasi tanım ve gerekliliklerine uymadığımız için mi bu zirveye çağrılmadık? 

...

Belki de ülkemiz yeni bir çağrı alıp bu zirveye katılacak!

Ama bu 'Demokrasi Zirvesi'ne katılsak bile: 

Niçin zirveye çağrılan o 107 ülke arasında olmadığımızın ezikliğini hep yaşayacağız! 

Ülkemizi izleyip, gözleyip, değerlendirilenlere, ayıplı rapor ve karneler hazırlatan bu iklim ve olgular var oldukça... 

Biz ülkece özgüvensiz ve boynu bükük kalacağız! 


Emin Toprak - DOSTÇA

Diğer yazılarım için tıklayınız


23 Nisan 2021 Cuma

Bugün 23 Nisan!


Bugün 23 Nisan!

Hani, 'Her insanın içinde bir çocuk vardır' derler ya! Ne kadar doğru bir söz! 

Bir dede olarak benim de içimde; zıp zıp zıplayan, hayalleri, tutkuları, sevinçleri, coşkuları, tutturması olan, sık sık konuştuğum, bazen azarını işitip ders aldığım bir çocuk var. 

Her 23 Nisanım ona özel bir gündür, o günde; içimdeki o kıpırtıya, 60 yıl öncesinden bugüne ses veren o çocuğa doğru yola çıkar, onu dinler, onu okşar, onunla oynar, onu daha çok duyumsarım.

Bazen içimdeki o 'yavru' ile konuşup, dedeliğim gereği düşündüğümde: İnsanlar ve evcil-yabani tüm hayvanlar için yavruların en kıymetli olduğunu gerçeği ile karşılaşırım. Aslında tam da: "Her canlının en kıymetlisi yavrularıdır." yargısıyla düşünmeye başlamıştım ki, vazgeçtim. Çünkü ağaçlar, otlar, suda yaşayan canlılar yavrularını nasıl sever, onları nasıl koruyup kollarlar pek bilmiyorum. Buna karşın insanlar, evcil-yabani tüm hayvanlar için yavruların en kıymetli olduğunu, herkes gibi ben de biliyorum.

***

Bugün 23 Nisan!

Yüz bir yıl önce özgürlüğüne kavuşan Türkiye Cumhuriyeti Meclisi, tam yüzyıl önce toplanıp bugünü: "Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı" olarak kabul etmiş.

Nisan ayı!.. Ne güzel bir tesadüf:

Çünkü, Nisan; baharın en süslü, en coşkulu, sevinç çığlıklarının en çok yükseldiği bir ay. Havada, suda, toprakta canlıların; filizlerle, çiçeklerle, fidanlarla, yumurtalarla, yavrularla coşku içinde çoğalma zamanı. 

23 Nisan, yılın en coşkulu günlerinden birisi bu güzel günü, insanların en kıymetlisi çocuklarına adayıp dünyaya örnek olmak ne güzel bir karar! 

Ülkeye ve dünyaya sevgi, saygı, dayanışma ve barışı fısıldayan bir karar. 

***

Bugün 23 Nisan!

Bu ülke, 101 yıl önce padişah buyruklarını yok sayıp, demokrasi demiş. 

Bu bayramın ilk kutlama gününde doğmuş olanlar şimdi 100 yaşında...

O halde elimizi çenemize koyup düşünelim lütfen:

101 yıldan beridir, neden barışın ve güvenliğin olduğu, insan haklarıyla yaşamın mutluluğa dönüştüğü bir ülke olamadık?

Niçin suç ve suçlular korunuyor?

Niçin çocuk hakları, kadın hakları, insan hakları yok sayılıyor? 

Çocuk Hakları Sözleşmesinin 3. maddesine Türkiye'nin koyduğu 'çekince' neden kaldırılmıyor?

Niçin insanlık mirası erdemler yok ediliyor?

Niçin çocuk heyecanları, öfke, kin ve nefrete dönüştürülüyor?

Niçin ülke kaynaklarımız insanlarımızın refahı için değil de bir azınlığa peşkeş çekiliyor.  

Demokrasilerin en vazgeçilmezi olan yasama-yürütme-yargı bağımsızlığı niçin yok oldu? 

Hani, padişah buyruğundan demokrasiye geçmiştik! 

Hani, Hakimiyet Kayıtsız Şartsız Milletin idi!

Hani, Büyük Millet Meclisi milletin temsilcisiydi!

Peki, Tek adam yönetimi nereden çıktı?  

***

Ülkemizde bunlar, bunlar, bunlar... yaşanırken...

Bugün 23 Nisan!

Çocuklara yokluk, yoksulluk, cehalet dışında bir şey bırakmamışken... 

30-40 yıl sonra doğacak torunlara, milyar dolarlar borç bırakmışken...

Söyler misiniz, nasıl coşkuyla dolup, sevinir insan? 


Diğer yazılarım için: tıklayınız

      


 

12 Mart 2021 Cuma

Nasıl Bir Yönetim?


İnsanlık tarihi, güven içinde daha mutlu ve huzurlu yaşam arayışıyla başlar. Bu amaca ulaşmanın önkoşulu da her zaman toplumsal barış olmuştur.  

Rastgele bir insana; "Daha güvenli-mutlu-huzurlu-özgür bir yaşam sürmek için nasıl bir yönetim istersiniz?" -diye soracak olsak üç farklı cevap alırız:
a) Yerinden   b) Tepeden   c) Hiçbiri
 
'Hiçbiri' cevabını, sayıca çok az 'devlet karşıtı' kişi verir. Çoğunluk ise ya 'Yerinden' veya 'Tepeden' -der. O halde biz de yazımızı, bu iki yönelimin artı ve eksiklerine ayıralım. 

Önce yakın tarihimize, oradaki etkin güce, 'Osmanlı' yönetimine bakalım. 'Osmanlı'da tüm mülk 'Sultan'ındır ve herkes de onun kuludur. O ne derse ne isterse o olur! Bunun için de 1920'lere gelindiğinde, yüzde 99'u okuryazar olmayan, yoksul, cahil, mutsuz, huzursuz, işsiz, özgürlüğü olmayan savaş yorgunu bir halkımız vardır. 

Şimdi ise 2021 yılındayız. Peki, şimdi ne durumdayız? 

Bizim cevap vermemize gerek kalmadı. Çünkü, üç, 'üçüncü göz', içinde ülkemizin de bulunduğu yüzlerce ülkeyi kıyaslayan araştırmalar yapmış ve birer sonuç raporu hazırlamış bile: 

  • Birinci rapor Birleşmiş Milletler (BM)'den:

BM, 7 yıldır 156 ülkeyi değerlendirip: "Dünya Mutluluk Raporu" hazırlıyor. En son raporu ise 2020 yılına ait, bu sıralamaya göre:   

1.Finlandiya, 2.Danimarka, 3.İsviçre, 4.İzlanda, 5.Norveç, 6.Hollanda, 7.İsveç, 8.Y. Zelanda, 9.Avusturya 10.Lüksemburg... 93.Türkiye...
 
(Türkiye, önceki yılların sıralamasında da:
2016'da 78./ 2017'da 69./ 2018'da 74./ 2018-2019'da 79. olmuştu).
  • İkinci rapor Freedom House'tan:

'Freedom House', 1941 yılında kurulmuş bir sivil toplum kuruluşu olup, demokrasi, siyasi özgürlük, insan hakları konusunda araştırma ve savunuculuk yapmaktadır. 

2020 yılında 195 ülke arasında yaptığı “özgürlük” sıralamasına göre: Finlandiya, Norveç ve İsveç 100 puan alarak ilk sırayı almış, Türkiye ise, 32 puanla 146. olmuştur. 

Böylece Türkiye bu yıl da “özgür olmayan ülkeler” arasında kalmıştır.

(Türkiye, son 10 yılda özgürlüklerin en çok gerilediği 2’nci ülke oldu).

  • Üçüncü rapor, V-Dem Enstitüsü'nden:

V-Dem Enstitüsü, 2014 yılında İsveç, Göteborg Üniversitesi siyaset bilimi bölümünde kurulan bağımsız bir araştırma enstitüsüdür. 

Sözcü gazetesinin bugünkü manşet haberine göre: V-Dem Enstitüsünün hazırladığı ‘2021 Demokrasi Raporu'na göre: "Türkiye, Liberal Demokrasi Endeksi'nde 179 ülke arasından 149'uncu oldu. Türkiye son 10 yılda en fazla otoriterleşen ülkeler arasında ise Polonya ve Macaristan'dan sonra üçüncü sırada yer aldı." 

(Bu raporda da ilk 3 sırada: Danimarka, İsveç ve Norveç var...)

Demek ki, Barış her nerede ise huzur da orada olmuştur.

Hepimize bir soru:

Peki, bu bitek coğrafyamızda insanlarımız, neden özgür değil, niçin işsiz, yoksul ve mutsuz? 

***

Muhtemelen kendilerini büyük gören büyüklerimiz, ekranda, meydanda ve salonlarda yukarıdaki araştırmalar için: "Bunlar ülkemiz için kurulan birer komplo...Bizim bizden başka dostumuz yoktur!" -deyip araştırma yapanlara "Eyyy!" -diye parmak sallayıp: "Bunlar yok hükmündedir!" -diyecektir. 

Yönetmek, iş yapmaktır. Her yönetici ve yönetim grubunun asıl görevi, ülkede yaşanacak bir iklimi sağlamak olsa bile, uygulama aşamasında çok önemli 'anlayış' farklılıkları ortaya çıkar ve kimi çoğunluğa, kimi de bir azınlığa hizmet eder. 

*

Tüm yönetimler iki farklı yolla karar alır ve uygulama yapar: 

Birincisi; seçilenlerin ve atananların 'yerinden' yönetmesidir. Bu ülkelerde her birey değerli ve onun mutluluğu önemlidir. Bu ülkelerde tüm işler 'yerinde' koşul ve ölçülere uyularak yapılır. Yönetim, halktan yana olan demokratik bir 'Sosyal Devlet' anlayışına sahiptir. Adalet, insan hakları, demokrasi, özgürlük, fırsat eşitliği... gibi insani değer öncelikleri vardır. Yönetme, buyruklarla değil sahip olunan demokratik yetkilerle yerinde ve dayanışma içinde yapılır. İşte böylesi çalışmalarla 'insana' daha tez ulaşıp dokunulur ve mutluluk sağlanır. Bu yönetimler gelirleri: demokratik, eşitlikçi, çoğulcu ve barışçı amaçlarla harcarlar. 

Bu özellikleridir bu ülkeleri birer çağdaş ülke yapan ve bu özellikleridir bunların yarışı hep önde götürmelerini sağlayan...

Şimdi, lütfen yukarıdaki her üç araştırmada da ön sırada yer alan; en 'mutlu', en 'özgür' ülkeler sıralamasına yeniden, yeniden bakınız... 

*   

İkincisi; seçilen ve atananlar, küçük bir azınlığın çıkarlarını önceleyen bir anlayışla 'merkezden' (tepeden) verilen buyruklarla iş yaparlar. Kolay yönetmek ve sömürmek için algılar oluşturur, algılara kanmayanları baskı ile sustururlar. Bu yönetimler bahanelerle içeride ve dışarıdaki güçsüzlere savaş açar kaynaklara el koyar, onları susturup, etkisiz bırakırlar. Bunun için de bu ülkelerde aşırı yoksulluk ve aşırı varsıllık vardır. 

Ne yazık ki, bizim ülkemiz; 'mutlu' ve 'özgür' olmayanların çok olduğu bu grubun içinde yer almaktadır.   

***

Peki, mutlu ve özgür ülkeler sıralamasında, bizim ülkemiz neden hep arka sıralarda yer alıyor?

-Çünkü biz başkayız! Biz, aynaya bile önyargılarımızla bakarız! 

Biz, bize verilecek hizmeti, mutlu bir azınlık için çalışanların tepeden verecekleri 'lütuf-iane' ve buyruklarla almayı daha çok seviyoruz.  

Bu yüzden de 'yerinden yönetim' konusu ne zaman dile getirilse, bir damarın paranoyaları başlar ve kıyametler kopar. 

Bu yüzden seçtiklerimizin yerine kayyum atanmasına ses çıkmaz...

Peki;

Eğer, kaynaklarımızı halk için işletip, hakça paylaşsak.

Eğer, kaynaklarımızla savaşlara değil barışa yatırım yapsak.

Eğer, milyonların seçtiği Belediye Başkanlarına güvensek.

Eğer, bilim yuvası olması gereken üniversitelerimizi korusak.  

Böylesi bir yönetim biçimi daha "insani" olmaz mıydı? 

Tüm toplumsal çalışmalarda öncelik 'yerele' verilmeli, yani insanlara oldukları, bulundukları yerlerde dokunulmalı, onların gereksinimleri; uygun-güvenli-sağlam-estetik şekilde giderilmeli. İşte o zaman toplum daha mutlu, daha huzurlu, daha özgür, daha çağdaş bir toplum olur. 

O halde ortak paydamız demokrasi olmalı, ancak o zaman dünyada ve ülkemizde; hakça, adilce, özgürce, onurluca, barış içinde mutlu, coşkulu, 'insani' bir yaşam olabilir...

 Ve çıkar savaşları son bulur.


Diğer yazılarım için: tıklayınız 

5 Mart 2021 Cuma

İnadına Yapmak


71 yaşındayım, bugüne değin gördüğüm her iktidar, işlerini hep yoksul halka inat yaptı. 

Ülkemizin politik iklimi hakkındaki ilk bilgiyi, 12 yaşında bir çocuk iken radyodan öğrendim. 27 Mayıs İhtilal sözcüsü Türkeş radyoda, ihtilali neden yaptıklarını anlatıyor, akşamki 'Yassıada' duruşma saatinde ise, suçlar ve suçlular tanıtılıyordu. 

Özetlersek: Demokrat Partinin; kurduğu "Vatan Cephesi" oluşumuna kendi taraftarlarını toplamakla, halkı ikiye böldüğünü ve ayrıca taraftarı olmayanlara da zorluklar yaşattığını anlatıyorlardı.

İhtilali yapanlar, bazı doğru-yanlış işler yaptıktan sonra, ülke halkına özgürlükçü bir anayasa bırakarak ayrılmışlardı.

Sonraki yıllarda bazen seçimle bazen darbelerle iktidarlar değişti. Her iktidarın farklı söylemleri, yöntemleri olsa da halkın yoksulluğu, dertleri hep aynı kaldı.   

Bazıları, "Yollar yürümekle aşınmaz""Dün dündür, bugün bugündür" dedi fakat ülkeyi sağ ve sol diye ikiye böldü. Sonra da “Bana sağcılar ve milliyetçiler cinayet işliyor dedirtemezsiniz” diyerek çetelere destek verip ülkeyi kana buladı...

Bazıları"Ben zenginleri severim" -diyerek tarafını belirledi. Yetinmedi, "Bu anayasa ülkeye bol geliyor" diyerek işçi-köylü-memur haklarını yok sayan demokrasi dışı "olağanüstü hâl" dönemini başlattı. 

Böylece, insan hakkı ve insan onuru yok saydı, 'faili meçhul cinayetler' (ki, tüm failler bilindiği halde  korunuyordu) işlendi, köyler bombalanıp, yakıldı-yıkıldı-boşaldı, yargısız infaz, dışkı yedirme, işkence, nefret suçları işlendi. Hapishanelerde kimi tutuklular idamla, kimi işkenceyle, kimi yakılarak öldürüldü. 17 yaşındaki çocuğu da 'idam' etmek için yaşını büyüttüler. Baş despot kişi ekranlara çıkıp pişkince: "Asmayalım da besleyelim mi?" diyebiliyordu... Diğer yüzüyle de "memurum/vatandaşım işini bilir" deyip; sömürüyü, kirli işleri, kara parayı, haksız kazancı, rüşveti serbest bırakıyordu... 

***

Bu acılar, sancılar, karanlık günlerle 2001'e geldik... O günden bugüne, toplumsal yaşamda izi olan (yöneten ya da yönetemeyen) birçok özne halen yaşıyor. Onları adları ile de anabiliriz.   

19 Şubat 2001'deki Milli Güvenlik Kurulu toplantısında, 10'uncu Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer anayasa kitapçığını, Başbakan Bülent Ecevit'e fırlatmış ve bu olay da yaşanan ekonomik krizin nedeni sayılmıştı. Oysa, aradan 16 yıl geçtikten sonra, olayın faili Sezer dile gelip dedi ki:

"Ecevit 2 kez bana gelip, Fazilet Partisi'nin kapatılmamasını, bunun için arkadaşlarım olan Anayasa Mahkemesi üyelerine telkinde bulunmamı istedi. Hukukun üstünlüğüne inanan ve yıllarca AYM'de görev yapan bir kişiye söylediği bu sözlere kırıldım ve reddettim."

Bu bunalım ikliminden yaralanan AKP, 'hizmet hareketi' dedikleri gizli bir güç odağı ile işbirliği yaparak 2002 yılında iktidar oldu. 

İktidarın ilk işleri; güvenlik-yargı-askeri-eğitim gibi kurumlara 'koza' yerleştirmek, sonra da kaynak yaratacağız diye halkının malı ve ekmek teknesi olan KİT'leri satmak... Müttehitler kazansın diye o zamandan bu güne kadar ihale yasası 191 kez değiştirme... İşte böyle başladı köylerin boşalması, tarımın bitmesi, şehirlerin betonlaşması, doğal dengeyi bozan HES'lerin yapılması, maden arama ruhsatlarının verilmesi ve karadeliğe dönüşerek 30-40 yıl sonra doğacakları 'dolar' ile borçlandıran, yol, tünel, köprü, hastanelerin yapılması... İşsizliğin çok olduğu ülkede işe alınmak için liyakat yerine, mülakatta yandaş olduklarını kanıtlamak esas alındı... Kaynaklarımız, ülkenin huzur, refah, barış için değil de "Bir merminin fiyatını biliyor musun?" -diyerek savaş aracı ve donanımı için harcandı.    

R. Tayyip Erdoğan önce Başbakan olarak tüm yürütme yetkilerini ele almış, yasama ile yargıyı işlevsiz kılmış, medyayı susturup pek çoğunu bir yandaş havuza toplamıştı. Cumhurbaşkanı oldu, fakat bu kimlikle de yetinmedi, yeniden AKP'nin genel başkan oldu. Böylece sanki bir parti devleti kurmuş oldu. Bu kimliklerin verdiği güçle muhaliflerin tümü öteki sayılıp kamusal hizmetlerden yoksun bırakıldı. 

İşte birkaç örnek:

Cumhurbaşkanı Erdoğan, 21.10.2017 günü betonlaşan İstanbul için çok üzülmüş olacak ki özeleştiri yaparak demişti ki

  • “Biz bu şehrin kıymetini bilmedik, biz bu şehre ihanet ettik, hala da ihanet ediyoruz, ben de bundan sorumluyum...” -demişti. 
*

25.02.2021'de pandemiyi hiçe sayarak 'lebaleb dolu' parti kongresinde kendi partisine güzellemeler yaparken, bakınız belediye başkanlığını kaybettiği İstanbul ve 'ötekiler' için neler söylüyor:  

  • “...Onlara rağmen Kanal İstanbul'u yapacağız. İnadına yapacağız ve Kanal İstanbul ile İstanbul nasıl güzelleşecek, İstanbul bir başka şehir olacak bunu da görecekler. Alıştıracağız, buna da alışacaklar...”

İnadına yapacaklarmış "Kanal İstanbul'u". 

Kime inat? 

-İstanbul'un doğasına inat. - Muhalefete inat,  

-Yani, 806.415 oy farkla kaybettiren İstanbullulara inat...

Niçin inat?

-İnsan "inatla" ancak sevdikleri için 'güzel' işler yapar.

-İnatla düşmanlık olmaz ki! 

O halde?

-Bu tutku, bu direnç, bu inat başka ne için olabilir ki!

-Rant arsalarını alanlar ve müttehitler için olmasın! 

İsterseniz biraz da olumlu düşünelim: 

Yoksa, sevmeye mi başlamış "terörist" ilan ettiği muhalefeti?

Yoksa sevmeye mi başlamış, her yerini betonlaştırdığı İstanbul'u?

*

Cumhurbaşkanı, 02.03.2021 günü: "İnsan Hakları Eylem Planı"nı açıkladı.

Aman Allah'ım! Bu da ne böyle!

İnsan onuru korunacak / dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç, din, mezhep ayrımcılığı yapılmayacak / herkese eşit, tarafsız ve dürüst hizmet verilecek / masumiyet karinesi, cezanın şahsiliği ilkelerine uyulacak / eleştiri ve düşünce açıklama özgürlüğü olacak / bağımsız, tarafsız yargı ve bir hukuk devleti olacak / hak ve özgürlükler adalet teminatında olacakmış...  

Zaten, yukarıda sayılan bu insani değerlerin ülkemizde yok olduğunu söyleyen, yazan, çizenler yıllardır tutuklu değil mi?

Zaten, yıllardır bunları savunanlar “hain-terörist" sayılmıyor mu?

Sanki o konuşan, 19 yıldır iktidarda olan değil de yeni bir aday! 

Sanki, anayasa mahkemesi ve insan hakları mahkemesi kararlarına karşı duran, uymayan, uygulatmayan kendileri değilmiş!  

Sanki birisi, 'İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi'ni okuma ekranına koymuş da Cumhurbaşkanı onu okuyor!

Sanki, yaptıklarından nedamet duymuş da artık yapmam diyor! 

Hani derler ya 'Allah söyletmiş'-diye. Öyle olmuş herhalde.

Yıkıp yok ettiklerini bir bir sıralayıp, söylemiş!

Peki, inandınız mı?


Diğer yazılarım için: tıklayınız