Eğitim-İş etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Eğitim-İş etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

26 Ekim 2018 Cuma

Kardeş Olun Ey İnsanlar!..


Emperyalist, militarist ve faşist güçlerin, 'Birinci Dünya Savaşı' öncesi başlatıp 1940’lı yıllarda zirve yapan, paylaşım, kıyım ve yıkımları; ırkçılığa dayanan düşmanlıklar sayesinde gerçekleşmiş ve dünya halklarına çok zor günler/seneler yaşatmıştı.

Yurdumuzdaki işgalleri engellemek için, ülkemiz halkları 1919'da birlik olup 
'Kurtuluş savaşını' başlatmış, kazanmış ve 1923 yılında Türkiye Cumhuriyetini kurmuştu. Tabii ki, dünyayı etkileyen ırkçı, grupçu anlayışlar bu süreçte boş durmamış, genç cumhuriyetin bünyesinde bulunan; Türk, Kürt, Ermeni, Laz,  Arnavut, Arap, Çerkez, Gürcü, Boşnak, Pomak, Rum, Roman…, gibi değişik ırk, dil, din ve kültürden gelen insanlar arasında düşmanlıklar yaratmış, iç çatışmalara varan eylemler yapmıştı. Ayrıca toplumu kucaklamayan bazı projeler, bazı kişisel-grupsal eylem ve söylemler de bu yıllarda  başlamıştır. 

Örnek olabilecek bir eylem ve bir söylemi yorumsuz olarak anımsatıp, asıl konuya döneceğim:

Bir eylem: 'Türkçeyi tüm dillerin atası olarak kabul eden' Güneş-Dil Teorisi  için 1932-1936 yılları arasında yoğun çalışmalar yapılmış, fakat bu çalışmalar, hem ülkemizde, hem de dünyada kabul görmediği için son bulmuştur.

Bir söylem: Adalet Bakanı Mahmut Esat Bozkurt 18 Eylül 1930 günü Ödemiş’in Gölcük yaylasında:  “Benim fikrim, kanaatim şudur ki, bu memleketin kendisi Türk’tür. Öz Türk olmayanların Türk vatanında bir hakkı vardır, o da hizmetçi olmak, köle olmaktır.” Demiş, fakat sadece dört gün sonra görevinden alınmıştır.

***

Şimdi asıl konumuz olan ve çokça tartışılan “Öğrenci Andı”na gelelim:

Önce çok kısa olarak andın hikâyesi: Andın sözleri, çok çalışkan, çok başarılı ve çok genç yaşında “apandisit” nedeniyle vefat eden Maarif Vekili (Milli Eğitim Bakanı) Reşit Galip’e aittir. Andın okullarda her gün zorunlu olarak okunmasına  10 Mayıs 1933'te başlanmış, daha sonra 1972 ve 1997’deki değişikliklerle devam etmiştir. 8 Ekim 2013 tarihinde ise okullarda okutulmasına son verilmiştir.

Danıştay beş yıl aradan sonra yapılan itirazı haklı görüp, kararı iptal etti. Danıştay'ın verdiği bu karar iktidar ortakları arasında çatışma nedeni oldu ve gündemin ilk sırasına oturdu. Ki bence; bu çatışma göstermelik ve sadece 'herkes kendi seçmenini korusun' anlayışı ile hazırlanmış bir seçim hilesi, yapay bir algı oyunu...   

***

Gerekli hatırlatma ve özetlemeyi yaptım. Şimdi de zorunlu din dersine karşı bir eğitimci olarak 'Öğrenci Andı'na neden karşı olduğumu anlatacağım: 

Dikkat!.. Aşağıdaki açıklama ve görüşlerime karşı çıkacak pek çok okur ve dostum olduğunu biliyorum ve onlara sesleniyorum: "Lütfen, yazının tümünü dikkatle ve önyargısız olarak okuyunuz… “Ama-fakat” diye başlayan hamaset cümlelerine sığınmadan, slogan atma kolaycılığına sapmadan, sadece etik, demokratik ve bilimsel (hukuksal, felsefi, sosyolojik, psikolojik, pedagojik) esaslara uygun eleştirilerde bulunup, katkıda bulununuz. Sizi empati yapmaya çağırıyorum..."

Her gün andın okutulduğu okullarda; ırk, dil, din, inanç ve dünya görüşü farklı olan öğrencilerimiz vardır. Onlardan bir tekinin bile üzülüp, kırılması; demokrasi ayıbıdır, insanlık suçudur. Öğretmenler; nesnel (objektif), demokratik ve laik anlayışla her öğrencinin öğretmenidir, onlar, ayrımcı, ırkçı, asimilasyoncu  olamaz, olmamalı...  Öğretmen öğrencisini; yaşamaya, barışa, dostluğa, hayal etmeye, üretmeye özendirmeli… 

Bizler öğrencilerimizin abartı, kibir ve övünmeden uzak durmasını isteriz. Peki, neden her gün onların övünerek; "Türküm, doğruyum, çalışkanım" demelerini isteriz? Belki onlardan biri Türk değildir, belki biri bazen yalan söylüyor ve çalışkan da değildir... Oysa ant içme; "Tanrıyı veya kutsal bilinen bir kişiyi, bir şeyi tanık göstererek yemin etmektir." Anda uymak, sözünde durmak ise bir erdemdir. 

Peki, şimdi ne olacak ant içen bu çocuğun erdemleri, samimiyeti ve dürüstlüğü?!… 

Eğer erdemler kazandırmak istiyorsak neler yapılabiliriz? Her gün 5-10 dakika sürecek öğrenci merkezli etkinlilerde; yaşamdan, yakın çevreden seçilen örnekler, demokrasi, hak, adalet, barış, paylaşma, yardımlaşma vb. konularda düşündüren, geliştiren sunuşlar yapılabilir, öykülerle, şiirlerle, oyunlarla farkındalık yaratılabilir. Yok, eğer o gün bunlardan hiçbiri yapılmayacaksa, hep birlikte çevre temizliği ve bahçemizde bitki bakımı da yapılabilir.

İnsanlar; sloganlarla, ezberlerle, yeminlerle geliştirilemez. Çünkü asıl eğitim; yaparak, yaşayarak ve içselleştirilerek yapılandır. Ancak böylesi bir eğitim, yol göstererek, erdemli kılarak, yetenek, beceri, kazandırarak insanı geliştir.

Peki, o halde neden en kıymetli olan çocuklarımızın; var olarak, çalışarak, yaparak, başararak kendisine, ailesine, ülkesine, insanlığa faydalı biri olması için yönlendirme çabaları göstermiyoruz da, her gün onların “varlığım Türk varlığına armağan olsun. Ne mutlu Türküm diyene” diyerek ant içmelerini istiyoruz?!...  

Biliyorsunuz pek çok vatandaşımız yurt dışında yaşıyor. Peki, eğer X ülkesinde onların çocuklarına her gün ant ettirilip, onların varlıklarını kendilerine armağan  etmeleri ve kendi milletlerinden oldukları için de mutlu olmalarını isterlerse...?

Bu ant tartışması sürecinde önemsediğim iki meslek örgütünü kınadım:

Eğitim-İş’i; “Davamız sonuçlandı: Öğrenci andının kaldırılması iptal” diyerek bu haksız davayı açtığı ve alınan karara alkış tuttuğu için… 

Eğitim Sen’i de; “Eğitim Sen olarak, Türkiye’de demokratik bir siyasi atmosfer yaratılmadan çocuk hakları üzerine, eğitimin temel sorunları üzerine demokratik(!) tartışmaların yürütülemeyeceğini, sorunlarımıza sahici çözümler getirilemeyeceğini belirtmek isteriz.” deyip kaderci ve pasifist bir anlayış sergilediği için…

Bana göre her iki meslek örgütümüz de bu sınavda, başarısız oldu. Çünkü onlar, demokrasiye ve mesleki etik kurallara uymadılar.


***
İnsanların sahip olduğu kimlikler sayılmayacak kadar çoktur.  Fakat bu kimliklerin birisi hariç, diğerleri insanları gruplara ayırıyor. İşte o hiç ayrım yapmadan, herkesi kucaklayıp içine alan kimlik insanlıktır. Onun içindir ki, her öğretmen için öncelikli kimlik "insan olmak" olmalıdır. Ancak bu anlayış öğretmeni, ırkçı ve ayrımcı olmaktan kurtarır, ona nesnellik kazandırır…

Bakınız Beethoven 1824 yılında bestelediği 9. Senfonide ne diyor:
Kardeş olun ey insanlar,
Bunu ister tanrımız!
Bu dünyada her şey geçer,
Yalnız sana dost kalır.
İnsanlığa doğruluğa,
Göğsünü aç korkma sakın.
Hür doğmuştur insanoğlu,
Hür yaşamak hakkıdır.

Yüzyıllardır milyarlarca insan bu senfoniyi coşku ile söylüyor. Peki, siz bu senfoniden hiç şikayetçi olan birisini görüp, duydunuz mu? 

Yetsin artık!.. Çocuk, genç ve insanlarımızın kurban olması" anlayışından vazgeçelim... Onlar; var olup yaşadıkça, ürettikçe, hak, hukuk, adalet, demokrasi, barış, laiklik dedikçe, ayrımsız olarak birlikteliğe, sevgiye, saygıya inandıkça ülkemiz ve dünya daha yaşanır, daha güzel olacak. 

“Siz eşit haklara sahipsiniz! Kardeş olun ey insanlar!" deyip, “Dostluğa çağrı” yapmanın ne zararı var?

  

Yazarın diğer yazıları için tıklayınız

1 Aralık 2017 Cuma

Okulda Rehberlik ve Psikolojik Danışma


Eğitim-İş Sendikası, öğretmenlerin sosyal, ekonomik ve mesleki durumları  hakkında bir araştırma yaptırmış. Bu araştırmanın tamamını internette bulup okuyabilirsiniz, ben sadece kısaltılmış birkaç alıntıyı size sunacağım. 

“Sen bir ana, sen bir baba, her şey oldun artık bana” dediğimiz öğretmenlerin, lütfen sorunlarına bakın, görün ve düşünün. Araştırmada:
·        %75’i görevden alınma korkusu yaşadığını,
·        %45’i MEB’in öğretmenlere kesinlikle eşit davranmadığını,
·        %66’sı kendisini öğretmenler odasında özgür hissetmediğini,
·        %68’i devlet okullarında eğitimin niteliğinin düştüğünü,
·        %77’si öğretmenliğin saygın meslek olma özelliğini kaybettiğini,
·        %75’i daha fazla kazançlı iş bulursa öğretmenliği bırakacağını,
·        %86’sı eğitim yöneticilerinin liyakat esasına göre atanmadığını,
·        %68’i devlet okullarında eğitim niteliğinin düştüğünü,
·        %20’si esnafa borcu olduğunu,
·        %60’ı son bir yılda hiç tiyatroya gitmediğini,
·        %28’i gelir yetersizliği nedeniyle psikolojik sorunlar yaşadığını,
·        %66’sı herhangi bir sendikaya üye olmadığını,
·        ...  Belirtmiş durumda.
   
Bu araştırma gösteriyor ki; öğretmenler çok büyük ekonomik, sosyal ve psikolojik sorunlar yaşıyor, kendilerini güvende, sağlıklı, mutlu ve özgür hissetmiyorlar. Tıpkı haklı bir savaşta “barutu bitmiş” gibiler. 

Bu çığlıklar, az da olsa maaşı, işi olan öğretmenlere ait. Bu çığlıkların içinde KHK ile işinden atılan ve yıllardır atama sırası bekleyen on binlerce öğretmen yok. 

Öğretmene, öğrenciye, veliye, ülkeye yazık değil mi? 


***
Rehberlik ve Psikolojik Danışma Hizmetleri:

Bugün size sorunu olan öğrencilerin sık sık kapısını çaldıkları Rehberlik ve Psikolojik Danışma Hizmetleri hakkında kısa bir tanıtımda bulunmak istiyorum. Çünkü beni geliştiren, bana değerler kazandıran bu kurumlara borçluyum... 

Bir eğitimci olarak 40 yılımı; ilkokul-ortaokul-lise, özel eğitim kurumlarında öğretmen ve denetmen olarak geçirdim. Bu sürenin 16 yılı Rehberlik ve Araştırma Merkezi ve okullardaki Rehberlik ve Psikolojik Danışma Hizmetleri birimlerinde geçti.   Ve bu kurumlarda; Eğitim Uzman Yardımcısı, Eğitim Uzmanı ve Rehber Öğretmen gibi sık değişen unvanlarımız oldu.  

Aslında ülkemiz eğitimine rehberlik anlayışının yansıması, tıpkı matbaanın gelişi gibi oldukça gecikmeli olmuştur. Kendi yaşamımdan örnek verirsem daha açıklayıcı olur sanırım: 1977'de Erzurum Lisesine, 1986’da ise Beykoz ilçesi ve Ziya Ünsel Ortaokuluna atanan ilk rehber öğretmen benim.

Okullarda verilen eğitim hizmetleri genelde benzer yaş veya ilgisi olanların oluşturduğu gruplara, derslik ve atölyelerde toplu olarak verilir.

Ancak, gruplara verilen bu eğitimden, bireysel farklılıkları nedeniyle gereğince yararlanmayan/yetinemeyenler olduğu için başarısız/mutsuz olan çokça birey vardır. İşte bu bireyler için gerekli “özel eğitim”  alanlarını tanımlayacak, onları yönlendirecek bir destek kuruma/birime ihtiyaç vardır. Bunun için şehirlerde Rehberlik ve Araştırma Merkezi, okullarda da Rehberlik ve Psikolojik Danışma Hizmetleri birimleri vardır.

Kısaca; Rehberlik, eğitim ve özel eğitim arasındaki köprüdür.

Rehberlik birimlerinin görevi (kısaca); öğrencinin kendisini tanıyarak; özgüven ile  farkındalık kazanması, insan haklarına saygılı olarak iletişimde bulunması, hakkını araması, haksızlığa “hayır”  diyebilmesi,  yeti ve becerilerini geliştirip özgür bir birey olmasına rehberlik etmektir.

Bu kurumlara daha çok “bilgi-sınav-puan-not” odaklı eğitim sisteminin mutsuz ettiği; öğrenci-veli-öğretmen-yöneticiler gelir. 

Öğrencilerden bazıları; anne, baba,  kardeş, öğretmen, yönetici, arkadaş, sevdiği ile kavgalı/sorunlu… 

Bazıları; deprem, yangın gibi doğal afetlerde vuruk (travma) yaşamış, aile içinde aşırı korunan, şiddet gören, söz hakkı olmayan, ensest ilişki yaşamış, ürkek, güvensiz, bağımlı, öfkeli...

Sayısal olarak en büyük grup da; öğrenme-anlama güçlüğü veya üstün özellikleri nedeniyle grupla birlikte verilen eğitimden az yararlanan, haz almayan ve doyum sağlamayan öğrencilerdir.  

Sorunlu olan çocuk veya ergen ile görüşen rehber öğretmen veya psikolojik danışmanın, karşısındakini duygudaşlık içinde dinlemesi, onun kendi sorunu ile yüzleşmesi ve farkındalık kazanmasını sağlar. Böylece öğrenci bu iletişim sürecinde kendisine değer verildiğini anlar, deşarj olur, yükü hafifler. Bu süreçte kazandığı özgüvenle, yüzleştiği sorununu çözmeye çalışır. 

Belki sizler, “ Şimdi durduk yerde nereden çıktı bu rehber öğretmenleri anlatma işi?” diyebilirsiniz. Siz sormadan ben anlatayım:

Bildiğiniz gibi AKP iktidarı; öğretmen okullarını, karma, bilimsel ve laik eğitimi bitirdi. Ülkenin akademik geleceğini kuracak olan Anadolu Lisesi ile Fen Liselerini sıradanlaştırdı, yok etti. Ve böylece anaokulundan başlayarak "akademik özgürlükleri yok edilmiş, lise haline getirilmiş üniversiteler" (dâhil),  tüm okullarda imam hatip anlayışını hâkim kıldı.

Zaten daha önce felsefe ve biyolojiyi okunmaz kılınmıştı, şimdi de sırada psikoloji, rehberlik, psikolojik danışman ve rehber öğretmenler var.

Belki duymuşsunuz bu günlerde "Rehberlik ve Psikolojik Danışma Hizmetleri Yönetmeliği" değişti. Eğitim-Sen ve Eğitim-İş sendikaları bu değişikliklere karşı çıktılar, bozulması için dava açtılar. 

Yönetmelikte yapılan değişiklikler ve amaçlananlar çok önemli, bunları konuşmayı da sonraki yazıya bırakalım.


Yazarın diğer yazıları için tıklayınız

24 Kasım 2016 Perşembe

Öğretmenler Günü

24 Kasım mı, 5 Ekim mi?
24 Kasım 1928’de Atatürk’ün “Millet Mektepleri Başöğretmenliği” unvanı kabul etmesi nedeniyle 1981 yılından beri bu gün yurdumuzda resmi olarak Öğretmenler Günü olarak kutlanmaktadır. (Ne acı, ne gariptir ki, bu kutlama kararını alan 12 Eylül Faşist yönetimi, nice öğretmenin görevine son vermiş, nicelerini zindanlara atmış ve mesleki örgütleri olan TÖB-DER’i kapatıp, mallarına el koymuştu.)  
5 Ekim 1966’da ise, öğretmenlerin; okul ve toplum içindeki önemleri, statüleri, temel sorunları, ele alınarak bir belge kabul edilmiştir. Bu nedenle Birleşmiş Milletler 1994 yılında Eğitim Bilim ve Kültür Örgütü (UNESCO) ve ILO’nun önerisine uyarak 5 Ekim’i, Dünya Öğretmenler Günü olarak ilan etmiştir.
Gördüğünüz gibi yurdumuz öğretmenleri bir “öğretmenler günü” ikilemi içindeler; 24 Kasım m? 5 Ekim mi? 
Günü ve tarihi çok da önemli değil… Hangi gün olursa olsun, yeter ki öğretmen; okuluna, dersliğine, sokağına, evine mutlu, onurlu ve güven içinde gitsin/gelsin.  Gidip gelsin ki, öğrencisi, velisi, köyü, kasabası, şehri herkes mutlu olsun.
***


Meslek içindeki görünümümüz:
Şimdi size üçü de farklı dünya görüşünde olan 3 öğretmen sendikasının öğretmenler için yapmış oldukları araştırmalar ve çok benzeşen sayısal sonuçlarını verelim: 
Eğitim Sen, 15 Temmuz’un başarısız faşist-dinci kalkışmandan sonra ilan edilen OHAL’in KHK’leri ile en çok zarar görmüş ve on binlerce üyesinin görevine son verilmiş olan bir sendikadır. Bu sendika, Türkiye’nin kurucu üyesi olduğu OECD ülkeleri ve ülkemizin eğitime verdiği ekonomik katkıları karşılaştırıyor: OECD ülkeleri bütçelerinden eğitim için ortalama % 6 pay ayırırlarken, 2017 bütçesinde Türkiye’nin MEB için %3,54 pay ayırdığı... hatırlatmasında bulunuyor.
Eğitim-İş: 43 ilde araştırmaya katılan 707 öğretmenin;    

  •  % 83’ü mesleğinden elde ettiği gelirleri yetersiz bulduğunu, 
  •   % 75’i borçları nedeniyle mesleki veriminin düştüğünü, 
  •  % 82’si aldığı para ile çocuklarının gıda ihtiyaçlarını rahat karşılamadığını, 
  • % 71’i çocuklarının dengeli beslenemediğini, 
  • % 73’ü gelirlerinin yetersizliği nedeniyle mesleğine tam motive olamadığını, 
  • % 52’si gelirlerindeki yetersizlik nedeniyle psikolojik sorunlar yaşadığını,  
  • % 82’si son on yılda alım gücünün düştüğünü, 
  • %52’si görevden alınma korkusu yaşadığını, 
  • %66’sı öğretmenler odasında kendisini özgürce ifade edemediğini… 

Belirtmiştir.


Türk Eğitim-Sen: ankete katılan 25 bin 288 kişi katıldı öğretmenlerin;
  •  % 17.2si bankalara borcunun olmadığını, 
  •  % 13.3’ü borcundan dolayı icra takibine düştüğünü, 
  •  %23.2’si ayda, % 41’i haftada bir, % 23.9’u 2 haftada bir kırmızı et yediği, 
  •  % 25.7’si ek iş yaptığını, 
  • % 72.6’sı tatil bütçesi olmadığını, 
  •  % 92.2’si toplumda öğretmenlik mesleğinin saygın bir konumda olmadığını,
  • % 81.6’sı alım güçlerini bir önceki seneye göre azaldığını,
  • % 95.2’si öğretmenlerin sözleşmeli olarak atanmasını yanlış bulduğunu,
  • %95.8’i öğretmenlerin mülakatla atanmasına karşı çıktığını,
  • % 98’i mülakat komisyonlarının şeffaf ve adil puanlama yapmadığını,
  • % 91.6’sı öğretmen, eğitim çalışanları ve tüm memurların iş güvencesinin tehdit altında olduğunu, 
  •  % 82.7’si Mesleki sorunların psikolojik durumlarını olumsuz etkilediğini,
  • % 62.7’si toplumsal çatışmaların artıp, iç savaş olacağı endişesi yaşadığını..
Belirtmiştir.

***


Öğrenci – Okul – Veli
Öğretmenliğin varlık nedeni öğrencilerdir. Bunun içindir ki öğretmen; öğrencisi, okulu, velisi, toplumu ile birlikte vardır. Eğer onlar mutlu, onurlu ve güven içinde iseler o da…
Önceki uygulamalarını bırakıp sadece bu öğretim yılında veli, öğrenci ve öğretmenlerin çığlıkları, karşı çıkışları önemsenmeyip onların mahallelerinde bulunan pek çok okul ve 15 Temmuz sonrası kapatılan pek çok özel okul da İmam Hatip Okuluna dönüştürüldü. Ayrıca sınav kazanarak gelen seçilmiş başarılı öğrencilerin okuduğu gurur kaynağı, gözde Anadolu Liseleri’ni ele geçirmek için bu okullara sınavlarla gelen başarılı öğretmenleri başka okullara sürgün ederek “Proje Okul” safsatası ile halkı uyutmaya çalıştılar.
İki gün önce de henüz zorunlu okul çağındaki kız çocukların rızası (!) alınarak, cinsel istismarda bulunan sapıklarla evlendirilmeye yasallık kazandırmak istediler fakat kamuoyundan gelen yoğun tepkiye yenik düşüp şimdilik bu yasayı çıkarmayı ertelediler…
Yaşanmış bir örnekle bitirelim:
Ataol Behramoğlu, Aydın’da bir ortaokulda öğrenciler ile yaptığı söyleşide, “Büyüklerimiz çocuklara layık mı?” diye bir soru sorar ve tüm öğrencilerin bir ağızdan “Hayır!” dediğini duyunca da şaşır ve bu “Hayır!”ın nedenini sorar. Bir öğrenciler biri öyle bir cevap verir ki yorumlamaya sayfalar, günler haftalar yetmez, biz sadece verdiği cevapla yetinelim:
-“Değiller, çünkü işleri güçleri savaş, kavga, çekişme…”
***


“Öğretmenler Günü”
Böylesi anma günlerinde; o güne isim veren kişi veya olaylar saygı ile anılır, o günü önemli kılan kazanımlar daha da zenginleştirerek geleceğe taşınır.
Oysa, yukarıdaki araştırmaların ortaya çıkardığı ekonomik, sosyal, psikolojik sonuçlar çok ürkütücü. Öğretmenlerimizin; statüleri, toplum içindeki önemleri, sosyal, ekonomik, kültürel ve psikolojik kazanımlarında çok önemli kayıplar söz konusu…
İçeride ve dışarıda savaşların yaşandığı bu kaotik ortamda;  öğrencisi, okulu, velisi, toplumu mutsuz olan bir öğretmen hiç mutlu olabilir mi?
Eğer bir öğretmen kendini güvende göremez ve her gün meslekten atılırım endişesi içinde ise hangi günü, neyi kutlamak ister ki?     
Ülkemiz ve öğretmenlerimiz bu durumda iken, bugün için çekilen hamaset nutukları, ünlemlerle dolu abartılı şiirler ve şarkılar da olmaz olsun.

Yazarın diğer yazıları için tıklayınız