24 Mayıs 2019 Cuma

"Bir Umut Bir İnsan"


(Sevgili Okurlarım Merhaba;
Baktım ki, en son yazımı 11 Ocak 2019 günü yazmışım. Bu uzunca bir süre değil mi?  
Bu ara verişimin nedenini soran çokça dostum oldu onlara hep: "İştahım yok" dedim. 
Dostlarım, bu cevabımı belki bir espri olarak düşündüler. Fakat bu benim gerçeğim idi. 
"Peki, bu uzun zamanda ne yaptınız?" soranlara da şu cevabı verdim: 
"Hiç boş durmadım, hep okudum, okudum."  
Neler mi okudum?
1940'lı yıllarda H.Ali Yücel öncülüğünde dilimize çevrilen dünya klasiklerinin Cumhuriyet gazetesince okurları için yenilenmiş olan kitaplardan 30 tanesini...
Üç sevgili arkadaşımın, 1968 sonrası Türkiye'sinde yaşayıp tanığı olduğumuz olup bitenleri anlatan anı-otobiyografik kitaplarını okudum. Bu kitaplar:
  • Mukaddes Erdoğan Çelik'in "Bizim Çakır" ve Kutsiye Bozoklar (Kelepçeye İnat Hayat),
  • Turan Yılmaz'ın "Bizim Sofra",
  • Veli Emektar'ın "Bir Umut Bir İnsan",
  • Tanışamadığım fakat çokça ortak arkadaş ve düşüncelerimiz olan (kelepçe dediği hasta sandalyesine bağımlı kalan ve en üretken olduğu genç yaşta kaybettiğimiz) Kutsiye Bozoklar'ın  "Sosyalizm İnsan Hayat" üzerine makalelerini...  
Mukaddes Erdoğan Çelik-Turan Yılmaz-Kutsiye Bozoklar-Veli Emektar mücadeleci dört yiğit insan, onlardan öğreneceğimiz çokça şey var. İlk üçünün eserleri hakkında düşüncelerimi başka yazılara bırakarak bugünkü yazımı Veli Emektar'ın "Bir Umut Bir İnsan" kitabına ayırmak istiyorum. 
Saygılarımla...)

"Bir Umut Bir İnsan" 

"Bir Umut Bir İnsan", Veli Emektar'ın anı-otobiyografi olarak yazdığı kitabının adı... Bu eserde, benim de yaşadığım veya tanığı olduğum çokça olay anlatılıyor. Hatta eğer bu eserin her sayfasında: arkadaşlarım, ortak duygularım, doğrusuyla yanlışıyla anılarım toplanmış dersem, hiç de yanlış olmaz.

Veli ve sonra eşi olan Günseli ile  okul arkadaşlığımız, Kadıköy-Fikirtepe'de olan Atatürk Eğitim Enstitüsü'nde (şimdiki Fen Lisesi) 46 yıl önce başladı ve iki buçuk yıl kadar sürdü. Veli'nin babasını çok tanımasam da annesi ve kardeşleri bizim de ortak değerlerimizdi diyebilirim. Yani aile boyu bir tanışıklık...

Okuldaki bölümlerimiz farklı olsa da ortak görüşlerimiz vardı. Ülkemizin sorunlarına benzer bakıyor, bu sorunlar için benzer çözüm önerilerimiz ve çıkarımlarımız vardı. Bu da bizleri arkadaş ötesi birer dost, yoldaş kılmıştı. 

Ülkemiz genelinde ve okulumuz özelinde oluşan olaylar sonucunda: Veli il dışında başka bir okula "sürgün" edilmiş, Günseli okulu bırakmış, ben ise okuldan atılmıştım. Sonra herkesin kendisine özel öyküleri, yaşam şartları ve ülkenin politik iklimi nedeniyle ilişkilerimiz ve iletişimimiz uzun süre kesintiye uğradı. 

Veli ile Fetihye'de karşılaştığımızda, kitaptan anlatılan acılar yaşanmış, aradan onlarca yıl geçmişti. İkinci karşılaşmamız geçmişteki acılı yıllarda ortak arkadaşımız ve ünlü bir öğrenci liderleri olan Bülent Uluer için Karacaahmet mezarlığında yapılan cenaze töreninde olmuştu. Sonrasında da ara sıra telefon ve sosyal medya kanalıyla görüşmeler yaptık. En son buluşmamız ise adı geçen kitabın tanıtımı için yapılan "imza günü" söyleşisinde olmuştu. 

***
 Veli Emektar, 1974 yılında başlayarak faşist baskılara başkaldırıp, hakkını arayan binlerce üniversite gencine; okullarda, salonlarda, meydanlarda, boykot, protesto ve işgallerde önderlik yapmış, emekçi grevlerine destek vermiş, etkin ajitasyon gücü olan gençlik liderlerinden birisi idi. 

O yıllarda ülkemiz ve dünyada yaşam koşulları zor, demokrasi, hak, hukuk, adalet eksiklikleri (şimdiki gibi) pek çoktu. Bu durum, işçi-köylü-gençliğin mutsuz olup, düzene karşı çıkmalarına başlıca nedendi.

Kendi varlık nedenini sadece egemen sınıfın hak ve çıkarlarını korumak olarak gören devlet güçleri de, bu insanların, insan haklarını yok sayıyordu. Okul, fabrika, meydan, hapishane yani hayatın her alanındaki en basit, haklı protesto ve karşı duruşları bile zalimce şiddet ve işkencelerle bazen ölümlerle sonlanıyordu. Yakaladıkları gençlik ve emekçi önderlerine karanlık sorgu odalarında fiziki ve psikolojik işkenceler uyguluyor, faili meçhul(!) ölümler ve kapanması çok zor yaralara, acılara neden oluyorlardı.

Ve ülkedeki bu zor günler son bulacağına, daha da azgın bir faşist yönetim 12 Eylül 1980 darbesiyle iktidarı ele geçirmişti. Ülke geleceğinin çok önemli umutları olan gençler ya yurt dışına kaçıyor, ya da yurt içinde halkın kendilerine sahip çıkacağı bazı güvenli bölgelere gidiyorlardı.

Veli yurt dışına  çıkma taraflısı olmadığı için örgütü onu güvenli çalışabileceği "Dersim" bölgesine göndermiştir. Kitabında, bu bölgede iken Kürtlerin yaşam gerçekleri ile karşılaştığını ve o yıllarda yakın çevrede olan bir depremde ise yoksulluk-yoksunluk ve çaresizlikleri görerek çok etkilendiğini detaylı olarak anlatmaktadır.

Bu süreç, Veli'nin kendisini geliştirmesi, üretmesi ve halden anlar olmasında çok etkili olmuştur. Böylece artık örgütüne; ülke ve dünya sorunları için çözüm yöntemleri, mücadele ve güç birliği ilkeleri hakkında katkı sunmakta, yapılan yanlışlara karşı çıkmakta, eleştiri ve özeleştirilerde bulunmaktadır. (Kendi yetilerinin kırsal alandan çok, kentlerde çalışmaya uygun olduğunu düşünmektedir. Fakat örgütü bu görevlendirmeyi yapmamaktadır, bu da onu üzmektedir.) 

İşte sorunların yumak olduğu böyle bir zamanda Veli bölgeden ayrılır ve sonra yakalanır. Sorgulamalar, baskılar, işkenceler ve çok değişik hapishanelerde sürüp giden yıllar...
*** 
1976 yılına kadar birlikte yaşadığımız pek çok olayı unutmuşum, kitabı okudukça hatırlıyorum. Veli, olayları tanıkları, zamanı ve detaylarıyla anlatıyor. Okudukça, Veli'ye hayran oldum, alkış tuttum ve onu kıskanmaya başladım. İçimden de; 
"Onun ya çok güçlü bir belleği var, ya da çok iyi bir arşivi..." dedim kendime.

Veli, kitabın 275. sayfasında 1974'nın Veli'sini yani kendisini şöyle tanımlıyor: "Yarı lümpen, yarı bıçkın, hem de sıkı bir solcu." 
Eğer birisi bana, "Okul arkadaşın Veli Emektar nasıl biri? diye sormuş olsaydı sanırım ben de buna benzer bir cevap verirdim. (Tabii ki 1974'ün Veli'si)

Aslında solculuğa hiç yakışmayan böylesi sıfatlarla kendisini tanımlaması onun özgüven sahibi ve samimi oluşunun bir göstergesidir bence. 

Samimiyet ve açık sözlülükle yazılmış olan bu kitapta Veli, hiç bir hileli yola başvurmadan, kendisini bazen çok önemsemiş, bazen acımasızca eleştirmiş, acılarını, sevinçlerini, sakarlıklarını ve pişmanlıklarını sansürsüzce anlatmıştır. Annesi, babası, kardeşleri, rakipleri, yoldaşları hakkında bazen övgüler, bazen acımasız yergilerde de bulunmuştur. 

Kitaptaki bu ve benzeri ayrıntılar okuyanlar; kimi zaman gülecek, kimi zaman derin derin düşünecek, bazen de ağlayacaktır. Birkaç örnek olarak: ülkücü mafya liderinin koğuşundaki esareti, hapishanede herkes bitlenince "Kimin biti daha besili ve daha hızlı" yarışmasını ve gece yarısı uykusuz kalarak fare besleme olaylarını sayabilirim. Veli yaşamındaki çelişkileri diyalektik bir bütünlük içinde okuyucusuna sunmaya çalışmaktadır. Bence, usta bir el kitaptaki içerikten hareketle bu acılı dönemin bir filmini yada dizisini çıkarabilir.  

Kitabı okuyunca, Veli'nin yaşanan acılar nedeniyle düşmanlarından öç almayı düşündüğü zamanlarda bile, "insan haklarını" savunan ve yaşama hakkına saygı duyan bir hümanist olduğunu göreceksiniz.  

Veli'nin, zamanla kendisini yenileyip geliştirmesi, olgunlaştırması, onun o çocuksu samimiliği ve ergen coşkusunu hiç eksiltmemiş, içindeki çocuk hep diri kalmıştır. 

 Muzaffer Oruçoğlu, bu kitap için; "Ebedi doku zayıftır" demiş. 

Veli de onun bu görüşünü, kitabın tanıtımı için arka kapakta sergilemiş. 

Kitapta çok derin betimlemeler, psikolojik ve sosyolojik tahlillere çok fazla yer verilmediği için belki Oruçoğlu haklı olabilir.  Fakat gerçekleri çok yalın anlatan bu kitabı eline alan her okuyucu; bazen heyecan, bazen üzüntü yaşayarak ve gelecek için umutlar besleyerek, hiç sıkılmadan ve bıkmadan okuyacaktır. 

İşte böyle bir kitaptır "Bir Umut Bir İnsan"
Eline sağlık Velo yoldaş... Devamı gelsin...    



Yazarın diğer yazıları için tıklayınız

11 Ocak 2019 Cuma

Öğretmen bir de şöyle düşünse…


Yarınlarımız daha güzel olsun diye, pek çok kişi okul eğitiminde öğrenciler merkez alınsın ister. Çünkü ancak o zaman çocuk ve gençler kendilerini tanır, özgür, özgün ve özgüvenli olarak becerilerini geliştirebilirler.  

Ama olmuyor!…

Çünkü egemen sistem; çocuk ve gençleri (etiyle-kemiğiyle) kendine teslim edilmiş yoğrulup şekil verilecek hamur olarak görüyor. Ve öğretmenlerin bu hamurdan söz dinleyecek, baş eğecek, itaat edecek tek tip insanlar çıkarmasını istiyor. Demek ki, okul eğitiminin mimarı ve asıl belirleyicisi öğretmendir.

O halde sınıflarda, öğretmenler odası ve öğretmenler kurulları herkes için çok çok önemli. Bunun için buralarda olup bitenleri herkes merek etmeli, önemsemeli ve öğrenmeli.

Çünkü buralarda eğitime yön ve şekil veren potansiyel öğretmen gücü, geleceğimizde olacak olan olumluluk ve olumsuzların belirleyicisidir. Bu güce herkesin çok çok ihtiyacı var.

Çünkü buralardaki hava ya; demokrasi, sevgi, saygı, barış, işbirliği, paylaşma iklimini sağlayacak olan demokratik eğitimin… Ya da; demokratik olmayan kışla eğitiminin kapısını aralayacak.

Çünkü buralarda ya; zorluklar tekrar yaşanmasın diye nasıl yapabiliriz anlayışı ile çocuğa göre, çocuktan yana arayışlar başlar, çözümler aranıp bulunur ve uygulanır… Ya da; zorlukları aşmak için sadece kurallar, yasalar, yasaklarla yetinerek öfke içindeki kindar nesil çoğaltılır.  

Çünkü buralarda esen hava (olup bitenler, varılan sonuçlar); sınıfları, derslikleri ve okulun sınırlarını aşar, eve, sokağa, topluma yansır. 

***

Sınıfların içinde olup bitenler bu yazımızın konusu değil. Konumuz: Öğretmenler odası ve öğretmenler kurullarında neler oluyor, neler konuşuluyor?  

Öğretmenler odasında; öğretmenler sohbet eder, haber alır, paylaşır, sevinir, üzülür, dinlenir, bazen öğrencisini, işini, yöneticisini, eşini, arkadaşını, komşusunu, iktidarı, yoklukları, yoksunlukları konuşur, eleştirir, çekiştirir ve belki biraz rahatlarlar (bunlar herkesin ihtiyaç duyduğu insani veya psikolojik ihtiyaçları. Tabii ki konuşup, paylaşıp, tartışılmalı).

Fakat bunlar öncelikli olmamalı, okulda öğretmenin önceliği, öğrencileri ve eğitim olmalı: Arkadaşlarıyla programları, yöntemleri, uygulamaları tartışıp, eleştirmeli, sınıfta yaşadığı güçlükleri, güzellikleri paylaşıp katkı sunmalı… Meslektaş görüş ve deneyimlerini dinlemeli, dayanışma içinde çözümler arayıp, bulup, uyguladıkça zenginleşmeli.

Peki, öğretmenler odasında, mesleki zenginleşmeyi sağlayacak konuşmalar, tartışmalar hiç olmuyor mu? Hiç olmaz olur mu? Vardır!.. Vardır da eser düzeyde… 

Öğretmenler Kurulu’nda; okuduğu okullarda yıllarca şimdikine benzer yasakçı anlayışla öğrenmiş, ezberledikleriyle sınavlar kazanmış (belki de bazıları mülakatlarda kayrılmış) olarak atanmış öğretmenler vardır.

Burada gündem pek değişmez, birkaç saate sıkıştırılmış ve çok yüklüdür ve genellikle: yasa, yönetmelik, kural, yasak vb. zorunluluklar konuşulur...
Kürsüde müdür oturur ve daha çok o konuşur. Öğretmenler ise sınıftaki öğrenciler gibi sadece dinleyici…

Ha, bir de sınıf, zümre, şube öğretmenleri ve dillere destan veli toplantıları var. Bu ortamlarda da çocuğa/gence görelik konuşulmaz. Gündem yine yasa, yönetmelik, kurallar, yasaklar, geçti kaldı, başarılı, başarısız…

***

Oysa okulda öğretmenin asıl görevi; çocuk ve gencin kendini tanıması, yetilerini geliştirip olgunlaşması için çocuğa/gence göre demokratik bir eğitim ortamı sağlamak olmalı…

Egemen güçlerin isteği ise; bireysellikleri yok edilmiş, aynı niteliğe bürünmüş, aynı düşünen, aynı sözcüklerle konuşan, sorup-sorgulamayan tek tip insanlar yetiştirmek olan zorunlu resmi eğitim…. Yani tornadan çıkmış nesil üretmek…

Okul eğitiminin öğrenci yararına olması için; yasa, yönetmelik ve müfredat değişikliklerinden önce, daha basit ve daha çabuk sonuç alıcı bir yol var!

Eğer pek çok öğretmen ben bilirim, ben yaparım baskın anlayışını terk eder ve ne yapmalı, nasıl yapmalı anlayışı geliştirse; okullarda ve sınıflardaki hava değişir, demokratik bir eğitim iklimi oluşur.

Yukarıda sıralanan yanlışları, aynı çark, aynı tornadan geçmiş olduğum için bir zamanlar ben de yaptım. Ama ben değiştim… Yasaklarla benlikleri yok edip, birileri için “istendik” davranışlı robot insan yetiştirmeye karşı çıktım ve karşı çıkıyorum.

Sevgili öğretmenim;

Her öğretmen aynı zamanda bu çocuk ve gençlerin, anne-baba-kardeş veya bir akrabasıdır.

Peki, bu sevdiklerimizi neden böyle bir eğitim anlayışına teslim ediyoruz?

Peki, onlar için istemediğimiz bu eğitim anlayışını biz niçin sürdürüyoruz?

Belki biraz geç kaldık, ama yine de “ne yapmalı, nasıl yapmalı” demenin tam zamanı. Sevgili öğretmenim...


Emin Toprak- DOSTÇA  

Diğer yazılarım için tıklayınız




28 Aralık 2018 Cuma

Okul - Eğitim ve Gelecek


Çokça kabul gören bir tanıma göre, “Eğitim; bireyde istendik yönde davranışlar oluşturma veya istendik olmayan davranışları istendik yönde değiştirme süreci” olarak tanımlanır.

Ben, 15 yıl öğrenci, 40 yıl da çalışarak, ömrümün büyük payını okul ve eğitim alanında harcamış bir insanım. Bu süreçte uysal, boyun eğen birisi olmadığım için yanlışlara karşı çıkıp, direnç göstererek "istendik modele" uygun olmadım.

Belki doğam, belki bulunduğum yaş ve dünyaya bakışım gereği, okulu ve okulda verilen eğitim-öğretimi sorgular ve düşünürdüm. Acaba bu istendik davranışlar kimin, kimlerin istekleridir? Diye kendime sorular sorar ve her seferinde de: “egemen güçlerin…” karşılığını alırdım.

Bu bakışla, yaşamda, çevrede olup bitenleri hep düşündüm, kendimce sorguladım. İşte, bunlardan okul ve eğitimle ilgili üç tanesi:   

(1): Her çocuk doğarken karşılaştığı basınç, ses ve ışığa karşı direnir, korku içinde ağlayarak dünyaya merhaba der. Bu yeni misafir, çok koruyucu olan annesince okşanıp emmeye başladığında ise korkuları ve yüreğinin tik takları biraz azalır. Fakat o henüz kendisi için belirlenmiş, kurgulanmış pek çok zorunluluktan habersizdir: Onun; ailesi, ülkesi, dini, dili, ırkı, dostu ve düşmanları bile bellidir. Ve o bunlara uymak zorundadır.

(2): 5-6 yaşlarında eğer şanslı bir çocuksa, başka akranları ile el ele verip tanış olacağı, şarkı söyleyeceği, oyun oynayacağı anaokuluna gider. Buradaki diğer çocuklar da onun gibi köşesi olmayan bir top gibi coşku içinde zıp zıp oynamak isterler. Fakat ne yazık ki burada kendisine “istendik davranışlar” kazandırmak için; telkinler-uyarıları-kurallar-yaslarla, tornadan çıkmış gibi aynısını yaratma işlemleri başlamıştır artık. Hatta okuma-yazma öğretme zorlamaları bile… Ve böylece, o coşku içinde zıp zıp zıplayan çocuklar, sekiz köşesi olan birer prizmaya benzetilirler.

(3): Yıllar geçer o büyür, gelişir, dünya değişir dönüşür fakat onun yaşantısı öncekilerin aynısı: Anne ve babası, kendi annesi-babasından öğrendiği anne-babalığı… Öğretmenleri, kendi öğretmeninden öğrendiği öğretmenliği… Yöneticileri, önceki yöneticisinden öğrendiği yöneticiliği sürdürmektedirler hâlâ…
Bunlar sadece bazı hatırlatmalar, eğitim yaşam boyu sürdüğüne göre sizler de eklemelerle, eleştirilerle listeyi uzatabilirsiniz.

***

Dünya durmadan dönüp, evrimleşiyor, bilim geometrik hızla gelişip, değişiyor, yenileniyor. Fakat insanların geneli, yaşamda olup bitenleri, kendilerine yaşatılanları sorgulamak, değiştirip, geliştirmek, daha yaşanır dünya yaratmak yerine, öğrenilmiş çaresizlik içinde; “bu bir yazgıdır, böyle gelmiş, böyle gider” diyerek kabullenirler. 

Devletler ise gasp edilen insan haklarını vermek yerine, egemenleri gelecekte de egemen kılmayı üstlendiler. Denetimlerinde bulunan yasama-yargı-yürütme gibi tüm güçleriyle okulu bir bir torna tezgahı ya da bir kuluçka makinesi gibi kullandılar. 

Okuldan istenen; sınırları çizilmiş olan bilgi, davranış, kural, yasa ve öğretmenler yardımıyla zorunlu eğitim verdirerek tek tip insanlar yetiştirmektir.

Orada, bireylerin hakları yoktur. Onlar sadece; zil sesiyle, susup-dinleme, kurallara-yasalara uyma ve istenen davranışları göstermelidir. İşte bu zorunluluklar; herkesin özgürlük ve özgünlüklerini kaybederek benzeşmesi, sorgulamadan aynı şeyi düşünmesi/söylemesi/yapması ve itaat etmesi demektir.

Orada, bilindik nakaratlarla sadece; zor, zorlama, zorunluluklar vardır.

Demek ki, egemenler amaçlarını gerçekleştirecek özelliklere sahip insanları yetiştirmek için okulu ve eğitimi zorunlu kılmışlar.

Oysa eğitim, her insanın özgürlük ve özgünlüklerini geliştirmesi için gerekli ve vazgeçilmez bir haktır. Bunun için de okul ve eğitimin amacı; sorup, sorgulayan, yaşamı geliştiren ve kolaylaştıran bireyler yetiştirmek, herkes için demokrasi, özgürlük, özgünlük, eşdeğerlilik sağlamak olmalıdır. Çünkü ancak böyle bir eğitimle; paylaşma, dayanışma, birliktelik sağlanabilir.

Bu görüşlere katılmayanlar (belki de kızarak) şöyle diyebilirler: 
"Peki, okulda çocuk hakları ve insani değerleri savunanlar ve kazandıranlar hiç yok mudur?" 

-Hiç olmaz olur mu? Vardır. Bunlar; “istendik davranış” isteyenlere karşı durup, direnenlerdir. Fakat ne yazık ki bunlar, genel içinde “eser” miktarda… 

***

İki yüz yıl önce doğmuş-yaşamış iki bilim insanı; demokrasi-özgürlük-özgünlük olmayan, sadece verilenle yetinen, sadece isteneni yapan kişiler yetiştiren okul ve eğitim sistemleri için bakın ne diyorlar:

K. Marx,“Sömürülenin çocuğunun, sömürenin ilgisine bırakılma çılgınlığı…”

M. Bakunin ise; ”Bilgiyi elinde tutanların iktidarı, başkalarının bilgisizliği üstüne kurulmuştur.”
*

2018 yılı sona ererken dünyadaki okul ve eğitim sistemleri hâlâ insanı ve insanlığı odak almıyor ve sadece egemenlere hizmet ediyorsa… Bu durumda ne sorular, ne ünlemler, ne de dilekler yeterlidir.

Artık herkes el ele verip demokrasiyi egemen kılmalı ve böylece insani değerlerle donanmış demokratik eğitimi gerçekleştirmeli.



Yazarın diğer yazıları için tıklayınız


21 Aralık 2018 Cuma

Geleceği Düşünmek


Bugün size anımsatmak istediğim, Yunan mitolojisinden iki anlatı. Sanırım çok bilinen bu anlatıları siz de okumuş ya da duymuşsunuzdur. Anlatılar kısaca şöyle:

Tanrıların insanlardan sakladıkları ateşi, insan sever bir tanrı olan Prometheus çalar ve kullanmaları için insanlara armağan eder. Bu olayı duyan Tanrılar tanrısı Zeus, çok kızar, öfkelenir ve zincirlerle dağ başındaki sarp kayalara bağlatır Prometheus’u.

Prometheus ölümsüz bir tanrı olduğu için; onun her gün kartallar tarafından parçalanan göğsü ve yenilen ciğerleri, geceleri iyileşip, yenileniyormuş. Böylece her yeni günle birlikte yeniden başlıyormuş, bitmek bilmez işkenceler…

(Aslında bu konunun değişik kaynaklarda farklı anlatımları olsa da, sonuçta hepsinin ortak noktası: ateşi insanlara vermenin suç olduğu, bu suçu işleyene de verilen cezanın da çok ağır bir şekilde ödetildiği...)

İşte yine o çağlardan başka bir anlatının özeti:

Tanrılar tanrısı Zeus’un buyruğu üzerine, usta bir tanrı tarafından toprak ve sudan ilk kadın yaratılır. Pandora adı verilen bu güzeller güzelini; her tanrı kendi özelliklerinden birer parça vererek donatır. Zeus ise ona, hiç açmaması koşuluyla bir kutu hediye eder.

Aradan yıllar geçer kadınlı-erkekli insanlar çoğalır... Zeus'un isteği üzerine biraz "safça" bir tanrı olan Epimetheus (Prometheus'un kardeşi) ile Pandora evlenirler. Epimetheus, eşine ait olan o gizemli kutuda neler olduğunu çok merek eder ve bir gün açıverir "Pandora'nın kutusu"nu... 

Meğer bu kutuda insanlığın başına bela olacak olan; hastalık, keder, yalan, bencillik, düşmanlık, yolsuzluk, baskı, savaş gibi tüm kötülükler ve insanlarına yararına olabilecek sadece umut varmış. 

Kutuda bulunan tüm kötülükler; huyları gereği orada da zeytinyağı gibi en üstte çıktıkları için, kapak açılır açılmaz hemen dışarı çıkmışlar. Bir salgın olup tüm doğayı ve insanlığı kuşatmışlar.

Yapılan yanlış anlaşılır ve kutu hemen kapatılırsa da artık iş işten geçmiştir. Çünkü kutunun en altında olduğu için dışarıya çıkama fırsatı bulamayan bir tek tutsak umut kalmıştır. Böylece insanlar için her zaman iyilik ve güzellik dileyen umut derinlerde tutsak kalmıştır. Halen de bu tutsaklık devam ediyor. 

İşte o zamandan beri, ne zaman hileli, karanlık, kötü iş ve durumlar ortaya çıkar, canları yanarsa insanların bu mit hatırlanır. Ve "Pandora'nın kutusu açıldı" denir.

Ama nedense, bu tür kutular açıldığında ortaya çıkan tüm kötülükler ve pis kokular çok çabuk unutuluyor. O kötüler ve kötülükler ise, hiç durmadan gizli ve sinsi tuzaklarını kurmaya devam ederler. Buldukları ilk fırsatta da kuruverirler eski düzenlerini... 

Umut ise yine derinlerde hapis, başka bahara kalmıştır onun özlemleri... 

***

"Bu anlatılar ve bakış açısı sıkıcı olmaya başladı!..."

"Olan olmuş işte, bu da dünyanın sonu değil ki!"

"Yani olanları bir yazgı kabul edip, çaresizce oturup ağlayalım mı?" 

… Benzer şekilde seslenen ve soru soranlar, evet, siz çok haklısınız. Artık kötülükler yazgımız olmamalı, umutlarımız da tutsak kalmamalı…  

Peki, sadece umut yerine kötülüklerin hapis kalmasını istemek de, sizce bir umut değil midir?

O halde bizlere, umudu kurtaracak kötülükleri yok edecek çabalar gerek!...

Hiç kuşku yoktur ki, çabalar başlayınca çareler de bulunur. Çabalardır her derdin, her yaranın çaresi…

Yeter ki, kötülüklerin hedefinde olan büyük çoğunluk, el ele omuz omuza verip birlik olsun. Bakın görün o zaman, kötülerin kötülükleri de son bulur, gasp edilmiş tüm haklar geri alınır, yaralar sarılır, tutsak kalmış umutlar yaşama dal budak salar, özgürleşir insanlık.  

İşte ancak o zaman herkes, sağlık, neşe, doğruluk, eşitlik, şeffaflık, demokrasi ve barış içinde yaşar, iyilikleri, güzellikleri paylaşır. 

Hayat bir yüz metre koşusu değil ki, uzunca bir maraton. Senin maratonun bitse bile, ardıllarınki devam eder. Onun için bu yaşam maratonunda asıl amaç; mutlu, huzurlu, barış içinde yaşamak ve güzellikleri ardıllara bırakmak olmalı. 

İşte ancak o zaman doğa daha bitek, canlılar daha huzurlu, insanlar; daha erdemli, özgürce düşünen, paylaşan ve katkı sunan olacak... 

İşte ancak o zaman yaşamı engelleyen, zehirleyen, etrafa kin, nefret, yalan, düşmanlık salanların ve savaşların sonu olur. 

İşte o zaman zafer kazanır insanlık-özgürlük savaşçısı Prometheus...




Yazarın diğer yazıları için tıklayınız

14 Aralık 2018 Cuma

Savaşlar kimin için?


Bilim insanları ulaşabildikleri en eski toplumsal verilere dayanarak, insan davranışlarını belirleyen duyguların öncelik sıralamasını: yeme, içme, cinsellik, barınma ve güvende olma… olarak yaparlar. İnsanoğluna bazen yaşamsal korkular da yaşatan bu duygular; paylaşmayı, bir arada yaşamayı, işbirliğini, dayanışmayı ve tapınmayı da sağlamıştır. Kim bilir, belki de eğer bu korkular olmasaydı; ne aileler, ne klanlar, ne dinler, ne de devletler olabilirdi.

Bu korkuları yaşayan insanlar kendilerini koruyacak bir güç aramış ve devletler kurulmuştur. Halkın kendi güvenliği için oluşturduğu bu güç, ne yazık ki zamanla o halkı ezen, insanlığa düşman kontrolsüz bir güç olmuştur. Çünkü bu güç, inanç alanındaki etkili kişi ve kurumları da denetimine alarak gücüne güç katmış ve bir azınlığın emrine girmiştir. Ve artık sadece onların çıkarlarını ve varlıklarını korur olmuştur.

Doymak bilmez (açgözlü-obez) emperyalist azınlık, her ülkede işbirlikçi ve çanak yalayıcı kompradorlar bulmakta, paylaşım savaşlarını da bu piyonlarının yardımıyla yaparlar. Devlet gücünü kullanarak; önce kendi ülke insanlarına, sonra diğer ülke insanlarına, tüm canlılar ve doğaya karşı yaptıkları acımasızca fiziki-psikolojik baskı ve yok etmeleri de kaçınılmaz bir kader sayarlar.

Tabii ki bu haksız savaşlarda büyük acılar yaşayan halklar da, haklı olarak, hakları için direnir, savaşır, büyük kayıplar verir, zaferler kazanırlar. 

Demek ki, savaşlarının başlıca görevi, öldürüp, yok etmektir.

O halde, insanlık tarihi boyunca büyük sömürü, acı ve kederlere neden olan bu acımasız savaşlar bitmeli... İnsanlığa demokrasi içinde, özgür ve insanca yaşayacağı bir barış ortamı sağlanmalı...

Bunun için de öncelikle her birey, yani herkes ayrımsız olarak; tüm ülkeleri, cinsleri, dilleri, inançları, renkleri, özetle tüm farklıkları saygın kabul etmeli. Ancak o zaman insanca, güven ve barış içinde bir dünya kurulabilir.

Peki, böyle bir dünyanın oluşması çok mu zor?

Eğer hiç çaba göstermezsek, evet çok zordur.

Fakat eğer herkes vicdan sesine uyar ve içinde  sürekli olarak; ben!.., ben!.. diye haykıran o vahşi “ben”i insanileştirmek için çaba harcarsa… Başkalarının da istekleri ve hakları olduğunu anlarsa… Hemen olmasa bile çok kolaylaşır başarmak.

Başlamak gerek!...

***

Bugünlerde Ivan İllich’in 1970'li yıllarda yazdığı o bilindik eseri “Okulsuz Toplum”u okuyorum. Ve bu eserden düşündürücü bulduğum birkaç satırı (konuya uygun olduğu için) paylaşmak istiyorum:

“Modern mermiler ve kimyasal silahlar o derce etkilidir ki, birkaç sent değerindeki bu nesneler, niyeti öldürmek olan müşterilere dağıtılmaktadır. Fakat bu dağıtım işinin maliyeti baş döndürücü bir şekilde yükselmektedir. Ölü bir Vietnamlı’nın maliyeti 1967 yılında 360.000 dolardan 1969 yılında 450.000 dolara yükselmiştir. Bir skala üzerindeki ekonominin ırk katliamına yaklaşımı, modern savaşı ekonomik olarak cazip hale getirecektir…”     
                (Okulsuz Toplum. Şule yayınları 34.baskı sayfa 72-73)

İşte o modern savaş sanayicileri, Vietnam’da olduğu gibi yine iş başındalar: Böyle bir ortam yaratınca da, ölüm aracı olan bu akıllı mermileri, füzeleri, tankları ve kimyasalları almak isteyen çokça ve çok istekli piyon müşteri buluyorlar. Hatta bu istekli müşterilerini önce birbirleriyle yarıştırıyor, sonra kendilerine yalvartıyor daha sonra da fahiş fiyatla satış yapıyorlar. Faturası yoksul halka ödetilen, amacı da özgürlüğü, medeniyeti, insaniyeti, yaşamı yok etmek olan silahlar, sorgulama bilmeyen sessiz çoğunlukça; çılgınca alkışlanır, kutsanır ve kabul görürler. 

Ve vicdanlarının sesini duymazdan gelen, çaresizce sırasını bekleyen sindirilmiş sessiz çoğunluğun gözleri önünde (kurdun kuzuyu yemek için uydurduğu bahanelerle), kullanılır. Kime mi? Tek suçları(!) kaynaklarını, özgürlüklerini ve özgünlüklerini korumak isteyenlere karşı. Hem de, bir gece ansızın yapılan saldırılarla, hilelerle tuzaklarla...

Eğer görmek, düşünmek, anlamak istersek bakmalıyız yakın çevremizde olan; Hastanelere, tımarhanelere, hapishanelere, yetimhanelere, viran olmuş hanelere, talan edilmiş madenlere, ormanlara, mezarlıklara, göçlere, yangınlara, işsiz güvencesiz gençlere, Taksim’de-Soma’da-Roboski’de annelere...   

Kimi; bebek-genç-kadın-yaşlı ölerek,/ kimi; evsiz-işsiz-yoksul kalarak,/ kimi; evini-toprağını-yurdunu terk ederek,/ kimi; yaralı-sakat-hasta.../ Gör; Neler yapıldığını, neler…/ Neler yaşandığını, neler…

Bunlar biranda aklımıza gelenler, lütfen siz selamlaştıklarınızla birlikte listeyi çoğaltınız. Sonra da bu toplumsal yaraların her birini, tek tek savaşlarla ilişkilendirin, düşünün, sorgulayın ve çıkarımda bulunun, bu çıkarımlarınızı da başka selamlaştıklarınızla paylaşıp çoğalınız.

Haa, sömürücü azınlığın piyonu olmuş ve öyle olmakta ısrarlı olanlara da, lütfen aşağıdaki ünlemle başlayan soruyu sormayı unutmayınız:

Ey!... Savaş sevicileri, ben savaşın binlerce zararlı sonucundan birkaçını yazdım/saydım. Şimdi de size soruyorum, acaba siz, barışın sadece bir tek zararlı sonucunu söyleyebilir misiniz?


Yazarın diğer yazıları için tıklayınız


2 Kasım 2018 Cuma

Sislerin İçinde


TV’de izleyecek bir film ararken bir rastlantı sonucu, “Sislerin İçinde” filmi ile karşılaştım. Beğeniyle izledim ve çok etkilendim. Kısaca şöyle:

Yıl 1942, İkinci Dünya Savaşı günleri... Sovyetler Birliği'nin batı sınırında bulunan Nazi işgal gücüne ait trene bir sabotaj düzenlenir. Olayın şüphelileri dört partizan demiryolu işçisi... Üçü suçlu bulunarak idam edilir. Fakat birisi suçsuz görüldüğü için serbest bırakılır. Serbest kalan Sushenva adlı işiçi kasabadaki evine eşi ve çocuğunun yanına döner. Fakat çevrede konuşmalar, bakışlar onun yaşama sevinci yitirmesi ve mutsuz olmasına neden olur. Nazilerle işbirliği yaptığı kuşku ve dedikoduları o kadar etkili olmuştur ki, karısı ile yakın çevresi bile onun suçsuzluğuna inanmazlar... Sushenava, bu sosyal ve psikolojik sorunların ezikliği altında iken, "Sovyet partizanları" da onu cezalandırmak isterler. Cezalandırma işini iki kişiye verirler, esas sorumlu da Sushenava'nın çocukluk arkadaşıdır. Sushenava, hak etmediği bir bir cezanın infazı için evine gelen arkadaşına hiç direnmez, onunla birlikte diğer infazcı ile buluşup birlikte ormanın derinliklerine giderler... (Benden bu kadar, isterseniz filmi izleyebilirsiniz

Filmi izlerken hiç uyuklamadım, bir şeyler atıştırıp, çerez de yemedim. Film bittiğinde ise her günkü uyku zamanım çoktan geçmişti. Artık uyumam gerekiyordu. Ama ne mümkün uyuyamıyordum… Yastık başıma destek, tavan ise  alaca karanlık bir ekran olmuştu. Bu şekilde zaman tüneli içinde yolculuk yapmaya başladım.

***

Önce her bireyin; içgüdüsel (id)’i, kendi (ben)’i, kural-ahlak-çatışma-suçluluk dengeleyici olan (üst ben)’in kıskacında diye düşündüm… Sonra da sıraladım peş peşe geldi...:

Eğer bir kişi, inanç, ihtiyaç ve çevresel baskılara direnir, yenik düşmeden başa çıkar ve birlikte yaşamayı öğrenirse ancak o zaman “sağlıklı insan” olarak yaşamını sürdürebilir.

Ortada çaresiz, korkmuş, sinmiş, ezilmiş olan büyük çok büyük bir çoğunluk var… Bir de yüzde birleri bile bulamayan sömürgen, zalim ve egemen küçük azınlık... Bu sömürgen, zalim ve egemen azınlığın çok zengin olduğu kesin, belki de mutludurlar.  Fakat onların içinde sürekli olarak örtük bir kaybetme korkusu vardır, bunun için de onlar; daha ürkek, daha korkaktırlar.

Dünyamız; havasını soluyan, suyunu içen, ekmeğini yiyen, çilesi ve saltanatını yaşayan hemen her canlıya aittir. Ayrıca tüm canlılara nimetlerini bolluk olarak, tepkilerini ise felaket olarak sunan; toprağı, ateşi, suyu, havayı ve bir de doğanın o zalim gücü gücüne yetene yasası’nı unutmamak gerekir.

Kuşkusuz yasalar değişemez, fakat dünya daha eşit ve daha yaşanır kılınabilir.

Bunu sağlamak için sorun olan kaynaklar niçin-neden ile sorgulamalı, yorumlamalı ve esas olarak da nasıl diye çözüm arayışında bulunulmalı:

Bu kolektif döngünün içinde nasıl eşdeğer hak ve özgürlüklere sahip olabiliriz?

Dünyadaki kolektif döngünün öykülerini geçmişten alıp, güne ulaştırmaya tarih demişler. Ancak bu kolektif oluşumlar, her dönemin egemen güçlerince; “zülfü yâre dokunmasın” anlayışı ile "resmi tarih" olarak yazılmış ve kendi kahramanlıkları(!) olarak okutulmuştur insanlara… Yani resmi tarih, sürekli olarak yüzde bire bile ulaşamayan bir azınlığın dedikleri/istedikleri olarak yazmıştır. 

Halkın yazılıp okutulmayan gerçek tarihini ise; söylenceler, öyküler, romanlar, şiirler, türküler, şarkılar, çığlıklar, ıslıklar, yontular, çizgiler taşımış günümüze… 

İnanç sistemleri ise, barış içinde yaşamanın güzelliklerini, erdemlerini kazandırmak yerine, usdışı anlayışla insanlara; önemsizlik, güçsüzlük ve hiçlik duygusu aşılamış. Herkesin değişmez bir yazgı (kader) sahibi olduğu, dünyada “iyiler” ve “lanetliler” olmak üzer iki çeşit insan olduğu, egemen güce buyun eğmenin esas olduğu… Ve ayrıca insanların kavim/ırk olarak da eşit olmadıkları, alt ve üstün ırkların olduğunu işlemiştir.

Bu gibi safsatalar sayesinde yaratılan inançsal korkular ve baskılar insanları  kaderci ve özgüvensiz yapmıştır. Ayrıca insanlar kendilerine dayatılan (empoze) grupçu ve milliyetçi soslar sayesinde; paylaşımcı çıkar savaşlarını haklı görmüş, haksızlığa, acımasızlığa taraf olmuş veya sessiz kalarak destek vermişlerdir. Yani böylece zalim güce ve baskıya boyun eğmişler, böylece dünyanın kanla sulanmasına neden savaşların aracı olmuşlardır. 

İşte böylesi kurgu ve düşüncelerle geçti o uykusuz gece…

Demek ki,“Sislerin İçinde” kalan ve mutsuz olarak sonsuza giden, sadece Sushenya değilmiş!...

***

Yazıyı da şair arkadaşım Selahattin Utkun “BİR SALKIM HÜZÜN” şiirinden alıntıladığım güzel şu dizelerle bitirelim:  

“Güneşin önünde siyah bulutlar
Gözlerinde kocaman bir öfke
Devir namert devridir
İçine kahırlar düşer
Git.”

Yazarın diğer yazıları için tıklayınız