TV’de izleyecek bir film ararken bir rastlantı
sonucu, “Sislerin İçinde” filmi ile karşılaştım. Beğeniyle izledim ve çok
etkilendim. Kısaca şöyle:
Yıl 1942, İkinci Dünya Savaşı günleri... Sovyetler Birliği'nin batı sınırında bulunan Nazi işgal gücüne ait trene bir sabotaj düzenlenir. Olayın şüphelileri dört partizan demiryolu işçisi... Üçü suçlu bulunarak idam edilir. Fakat birisi suçsuz görüldüğü için serbest bırakılır. Serbest kalan Sushenva adlı işiçi kasabadaki evine eşi ve çocuğunun yanına döner. Fakat çevrede konuşmalar, bakışlar onun yaşama sevinci yitirmesi ve mutsuz olmasına neden olur. Nazilerle işbirliği yaptığı kuşku ve dedikoduları o kadar etkili olmuştur ki, karısı ile yakın çevresi bile onun suçsuzluğuna inanmazlar... Sushenava, bu sosyal ve psikolojik sorunların ezikliği altında iken, "Sovyet partizanları" da onu cezalandırmak isterler. Cezalandırma işini iki kişiye verirler, esas sorumlu da Sushenava'nın çocukluk arkadaşıdır. Sushenava, hak etmediği bir bir cezanın infazı için evine gelen arkadaşına hiç direnmez, onunla birlikte diğer infazcı ile buluşup birlikte ormanın derinliklerine giderler... (Benden bu kadar, isterseniz filmi izleyebilirsiniz)
Filmi izlerken hiç uyuklamadım, bir şeyler atıştırıp,
çerez de yemedim. Film bittiğinde ise her günkü uyku zamanım çoktan geçmişti. Artık uyumam
gerekiyordu. Ama ne mümkün uyuyamıyordum… Yastık başıma destek, tavan ise alaca karanlık
bir ekran olmuştu. Bu şekilde zaman tüneli içinde yolculuk yapmaya başladım.
***
Önce her bireyin; içgüdüsel (id)’i, kendi (ben)’i,
kural-ahlak-çatışma-suçluluk dengeleyici olan (üst ben)’in kıskacında
diye düşündüm… Sonra da sıraladım peş peşe geldi...:
Eğer bir kişi, inanç, ihtiyaç ve çevresel
baskılara direnir, yenik düşmeden başa çıkar ve birlikte yaşamayı öğrenirse
ancak o zaman “sağlıklı insan” olarak yaşamını sürdürebilir.
Ortada çaresiz, korkmuş, sinmiş, ezilmiş olan
büyük çok büyük bir çoğunluk var… Bir de yüzde birleri bile bulamayan sömürgen,
zalim ve egemen küçük azınlık... Bu sömürgen, zalim ve egemen azınlığın çok zengin
olduğu kesin, belki de mutludurlar. Fakat
onların içinde sürekli olarak örtük bir kaybetme korkusu vardır, bunun için de onlar; daha ürkek, daha korkaktırlar.
Dünyamız; havasını soluyan, suyunu içen, ekmeğini
yiyen, çilesi ve saltanatını yaşayan hemen her canlıya aittir. Ayrıca tüm
canlılara nimetlerini bolluk olarak, tepkilerini ise felaket olarak sunan;
toprağı, ateşi, suyu, havayı ve bir de doğanın o zalim gücü gücüne yetene yasası’nı
unutmamak gerekir.
Kuşkusuz yasalar değişemez, fakat dünya daha eşit ve daha yaşanır
kılınabilir.
Bunu sağlamak için sorun olan kaynaklar niçin-neden
ile sorgulamalı, yorumlamalı ve esas olarak da nasıl diye çözüm arayışında
bulunulmalı:
Bu kolektif döngünün içinde nasıl eşdeğer hak ve özgürlüklere
sahip olabiliriz?
Dünyadaki kolektif döngünün öykülerini geçmişten alıp, güne ulaştırmaya tarih
demişler. Ancak bu kolektif oluşumlar, her dönemin egemen güçlerince; “zülfü yâre dokunmasın” anlayışı
ile "resmi tarih" olarak yazılmış ve kendi kahramanlıkları(!) olarak okutulmuştur insanlara… Yani resmi tarih, sürekli olarak yüzde bire bile ulaşamayan bir azınlığın dedikleri/istedikleri olarak yazmıştır.
Halkın yazılıp okutulmayan gerçek tarihini
ise; söylenceler, öyküler, romanlar, şiirler, türküler, şarkılar, çığlıklar, ıslıklar,
yontular, çizgiler taşımış günümüze…
İnanç sistemleri ise, barış içinde yaşamanın
güzelliklerini, erdemlerini kazandırmak yerine, usdışı anlayışla insanlara;
önemsizlik, güçsüzlük ve hiçlik duygusu aşılamış. Herkesin değişmez bir yazgı
(kader) sahibi olduğu, dünyada “iyiler” ve “lanetliler” olmak üzer iki çeşit insan olduğu, egemen
güce buyun eğmenin esas olduğu… Ve ayrıca insanların kavim/ırk olarak da eşit
olmadıkları, alt ve üstün ırkların olduğunu işlemiştir.
Bu gibi safsatalar sayesinde yaratılan inançsal
korkular ve baskılar insanları kaderci ve özgüvensiz yapmıştır. Ayrıca insanlar
kendilerine dayatılan (empoze) grupçu ve milliyetçi soslar sayesinde; paylaşımcı
çıkar savaşlarını haklı görmüş, haksızlığa, acımasızlığa taraf olmuş veya
sessiz kalarak destek vermişlerdir. Yani böylece zalim güce ve baskıya boyun eğmişler, böylece dünyanın kanla sulanmasına neden savaşların aracı olmuşlardır.
İşte böylesi kurgu ve düşüncelerle geçti o uykusuz gece…
Demek ki,“Sislerin İçinde” kalan ve mutsuz olarak
sonsuza giden, sadece Sushenya değilmiş!...
***
Yazıyı da şair arkadaşım Selahattin Utkun “BİR
SALKIM HÜZÜN” şiirinden alıntıladığım güzel şu dizelerle bitirelim:
“Güneşin önünde siyah bulutlar
Gözlerinde kocaman bir öfke
Devir namert devridir
İçine kahırlar düşer
Git.”