özgün etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
özgün etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

11 Ocak 2019 Cuma

Öğretmen bir de şöyle düşünse…


Yarınlarımız daha güzel olsun diye, pek çok kişi okul eğitiminde öğrenciler merkez alınsın ister. Çünkü ancak o zaman çocuk ve gençler kendilerini tanır, özgür, özgün ve özgüvenli olarak becerilerini geliştirebilirler.  

Ama olmuyor!…

Çünkü egemen sistem; çocuk ve gençleri (etiyle-kemiğiyle) kendine teslim edilmiş yoğrulup şekil verilecek hamur olarak görüyor. Ve öğretmenlerin bu hamurdan söz dinleyecek, baş eğecek, itaat edecek tek tip insanlar çıkarmasını istiyor. Demek ki, okul eğitiminin mimarı ve asıl belirleyicisi öğretmendir.

O halde sınıflarda, öğretmenler odası ve öğretmenler kurulları herkes için çok çok önemli. Bunun için buralarda olup bitenleri herkes merek etmeli, önemsemeli ve öğrenmeli.

Çünkü buralarda eğitime yön ve şekil veren potansiyel öğretmen gücü, geleceğimizde olacak olan olumluluk ve olumsuzların belirleyicisidir. Bu güce herkesin çok çok ihtiyacı var.

Çünkü buralardaki hava ya; demokrasi, sevgi, saygı, barış, işbirliği, paylaşma iklimini sağlayacak olan demokratik eğitimin… Ya da; demokratik olmayan kışla eğitiminin kapısını aralayacak.

Çünkü buralarda ya; zorluklar tekrar yaşanmasın diye nasıl yapabiliriz anlayışı ile çocuğa göre, çocuktan yana arayışlar başlar, çözümler aranıp bulunur ve uygulanır… Ya da; zorlukları aşmak için sadece kurallar, yasalar, yasaklarla yetinerek öfke içindeki kindar nesil çoğaltılır.  

Çünkü buralarda esen hava (olup bitenler, varılan sonuçlar); sınıfları, derslikleri ve okulun sınırlarını aşar, eve, sokağa, topluma yansır. 

***

Sınıfların içinde olup bitenler bu yazımızın konusu değil. Konumuz: Öğretmenler odası ve öğretmenler kurullarında neler oluyor, neler konuşuluyor?  

Öğretmenler odasında; öğretmenler sohbet eder, haber alır, paylaşır, sevinir, üzülür, dinlenir, bazen öğrencisini, işini, yöneticisini, eşini, arkadaşını, komşusunu, iktidarı, yoklukları, yoksunlukları konuşur, eleştirir, çekiştirir ve belki biraz rahatlarlar (bunlar herkesin ihtiyaç duyduğu insani veya psikolojik ihtiyaçları. Tabii ki konuşup, paylaşıp, tartışılmalı).

Fakat bunlar öncelikli olmamalı, okulda öğretmenin önceliği, öğrencileri ve eğitim olmalı: Arkadaşlarıyla programları, yöntemleri, uygulamaları tartışıp, eleştirmeli, sınıfta yaşadığı güçlükleri, güzellikleri paylaşıp katkı sunmalı… Meslektaş görüş ve deneyimlerini dinlemeli, dayanışma içinde çözümler arayıp, bulup, uyguladıkça zenginleşmeli.

Peki, öğretmenler odasında, mesleki zenginleşmeyi sağlayacak konuşmalar, tartışmalar hiç olmuyor mu? Hiç olmaz olur mu? Vardır!.. Vardır da eser düzeyde… 

Öğretmenler Kurulu’nda; okuduğu okullarda yıllarca şimdikine benzer yasakçı anlayışla öğrenmiş, ezberledikleriyle sınavlar kazanmış (belki de bazıları mülakatlarda kayrılmış) olarak atanmış öğretmenler vardır.

Burada gündem pek değişmez, birkaç saate sıkıştırılmış ve çok yüklüdür ve genellikle: yasa, yönetmelik, kural, yasak vb. zorunluluklar konuşulur...
Kürsüde müdür oturur ve daha çok o konuşur. Öğretmenler ise sınıftaki öğrenciler gibi sadece dinleyici…

Ha, bir de sınıf, zümre, şube öğretmenleri ve dillere destan veli toplantıları var. Bu ortamlarda da çocuğa/gence görelik konuşulmaz. Gündem yine yasa, yönetmelik, kurallar, yasaklar, geçti kaldı, başarılı, başarısız…

***

Oysa okulda öğretmenin asıl görevi; çocuk ve gencin kendini tanıması, yetilerini geliştirip olgunlaşması için çocuğa/gence göre demokratik bir eğitim ortamı sağlamak olmalı…

Egemen güçlerin isteği ise; bireysellikleri yok edilmiş, aynı niteliğe bürünmüş, aynı düşünen, aynı sözcüklerle konuşan, sorup-sorgulamayan tek tip insanlar yetiştirmek olan zorunlu resmi eğitim…. Yani tornadan çıkmış nesil üretmek…

Okul eğitiminin öğrenci yararına olması için; yasa, yönetmelik ve müfredat değişikliklerinden önce, daha basit ve daha çabuk sonuç alıcı bir yol var!

Eğer pek çok öğretmen ben bilirim, ben yaparım baskın anlayışını terk eder ve ne yapmalı, nasıl yapmalı anlayışı geliştirse; okullarda ve sınıflardaki hava değişir, demokratik bir eğitim iklimi oluşur.

Yukarıda sıralanan yanlışları, aynı çark, aynı tornadan geçmiş olduğum için bir zamanlar ben de yaptım. Ama ben değiştim… Yasaklarla benlikleri yok edip, birileri için “istendik” davranışlı robot insan yetiştirmeye karşı çıktım ve karşı çıkıyorum.

Sevgili öğretmenim;

Her öğretmen aynı zamanda bu çocuk ve gençlerin, anne-baba-kardeş veya bir akrabasıdır.

Peki, bu sevdiklerimizi neden böyle bir eğitim anlayışına teslim ediyoruz?

Peki, onlar için istemediğimiz bu eğitim anlayışını biz niçin sürdürüyoruz?

Belki biraz geç kaldık, ama yine de “ne yapmalı, nasıl yapmalı” demenin tam zamanı. Sevgili öğretmenim...


Emin Toprak- DOSTÇA  

Diğer yazılarım için tıklayınız




12 Ekim 2018 Cuma

Stefan Zweig ile tanıştım!


Stefan Zweig, ‘Bir Kadının Yaşamından Yirmi Dört Saat’ adlı öyküsünde diyor ki: “Gençlik zamanlarımda yazılı belgelere önem vermemiş olmanın pişmanlığını şimdi fazlasıyla yaşıyorum.”

Benim de çokça yaşadığım bir durum bu... Aslında belli bir yaşa gelince hemen herkes bu pişmanlığı yaşar. Belki siz de bu satırları okuyunca; “keşke” ile başlayan cümleler kurar ve S. Zweig'in duyduğu pişmanlığı duymaya başlarsınız. 

Çünkü belgeler; olayların kanıtları ve tanıklarıdır. Geçmişi, geleceğe taşır,  unutulmaz kılar, ayrıca geleceğe ışık tutarak, gelişmelere ve değişmelere basamak olur, kolaylık sağlarlar.

Peki, acaba bu yaygın pişmanlığı azaltacak bir çözüm yok mu? 

-Olmaz olur mu, tabii ki var. Hem de çok da kolay: 

Eğer çocuk ve gençler erken yaşta, önemli olaylar ile ilgili belgeler toplamak,  yaşanmışlıklara dair duygu, düşünce ve yorumlarıyla “günlük” tutmak için özendirilir, yönlendirilir, eğitilirlerse, bu zamanla çokça kişide istenen kalıcı alışkanlık ve becerilerin oluşumunu sağlar. 

O halde "Öğretmen dokunur her şey değişir" gerçeğinden hareketle diyebiliriz ki, eğer öğretmen(ler) isterse; özgün ve özgürce düşünen, soran, sorgulayan, yorumlayan, dilini iyi kullanan yaratıcı insanlarımız çoğalır. Ve “keşke” ile başlayan pişmanlık cümleleri kuranlar da azalır. 

***

Altı yıllık yatılı öğretmen okulu öğrenciliği, beş yıllık köy öğretmenliği, sonra yeniden öğrenciliğe dönüş yaptığım yüksek okul yıllarında kitap okuma benim yaşamımda zorunlu bir ihtiyaç gibi çok önemli bir yer tutardı. 

Sonraki yıllarda ise, çalışma hayatı, aile ve çocuk sorumlulukları üstüne bir de; ekonomik sorunlar, toplumsal olaylar, kentlerin karmaşası, yollarda geçen zaman eklenmesiyle oluşan "yorgunluk-yılgınlık" yaşamımızın doğal akışını bozuyordu. Bu durum okumaya ayrılacak zamanın biraz kısıtlaması ile sonuçlamıştı (kim bilir belki de, tembellik için bu nedenleri sıralamışım). 

Geçirdiğim iki ortopedik ameliyat beni uzun süre zorunlu olarak evde tutunca, yeniden gençlik yıllarımdaki gibi yoğun, fakat daha eleştirel ve sorgulayıcı olarak kitap okumaya başlamıştım. Tabii ki şimdi de emekliyim...

Daha önce Stefan Zweig hakkında pek çok övgü okusam, duysam bile, şimdiye kadar hiç bir kitabını okumamıştım. 

İşte bu yıl Temmuz ayında Stefan Zweig ile tanıştım! 

Önce onun tek romanı sayılan Sabırsız Yürek'i, peşi sıra bir deneme olan İnsanlığın Yıldızının Parladığı Anlar'ı okudum. Bu akıcı, duru ve anlaşılır bir çevirileri: Burcu Yalçınkaya (Zeplin Kitap) yapmış.

Zweig, eserlerinde; tarihsel dokuyu ve yaşamı çevreleyen hemen her şeyi görmeye çalışarak, bunları betimlemelerle dantel gibi işlerken, kahramanlarının eylem, söylem, tutku, öfke ve tüm insani duruşlarını damıtarak, şiir akıcılığında veya şiir tadında sunar okuyucusuna. Okurken, kendime ve çevreme içbükey ayna tutarak baktım, düşündüm, tartıştım ve sorguladım... Sonra da, bana haz veren, ufuk açan bu muhteşem yazara saygı duydum, onun tutkunu oldum. Hem de bu muhteşem eserleri neden şimdiye kadar okumadım diye üzüldüm, kendimi kınadım... Ve hemen Zweig'in 5 (beş) öykü kitabı için siparişte bulundum.  

Okumuş olduğum bu iki kitabın sağladığı haz ve iştahla hemen bir ay önce alıp hazırda beklettiğim Tolga Gümüşay'dan 2, Ercan Kesal'dan 2, Ahmet Altan, Jack London ve Erich Fromm'dan birer (roman, öykü ve deneme) olan, 7 (yedi) esere yöneldim. Onları da büyük bir beğeni ile okudum. Fakat yeniden özledim Stefan Zweig’i...


Zaten o yedi eseri okurken sipariş ettiğim kitaplar da gelmişti. Aslında Zweig’in bu beş öykü kitabının her biri bir roman da sayılabilir. Burcu Uzunoğlu’nun akıcı duru ve anlaşılır olarak çevirdiği bu kitaplar Panama Yayınları'ından. Bunlar okunuş sırasına göre; Satranç, /Korku, /Olağan Üstü Bir Gece, /Bilinmeyen Bir Kadının Mektubu, /Bir Kadının Yaşamından Yirmi Dört Saat öyküleridir.

Aslında hızlı okuma becerim olmadığı halde, bu kitapları 5-6 gün gibi kısa bir sürede "su gibi" okudum. Çok bilgilendim, duygulandım, mutlu oldum ve sizlerle de paylaşmak istedim.

***

Okuduğum bu roman, deneme ve öyküleri özetlemek, anlatmak isteklisi değilim (herkes kendi tarzıyla okusun, düşünsün, yorumlasın, çıkarımda bulunsun isterim). Fakat size öykülerden alıntıladığım birkaç özlü sözü aktarmak isterim. Eğer siz de benim gibi geç kalmış ve henüz Stefan Zweig ile tanışmamış iseniz, hemen bu çok büyük insanlık değerinin eserlerini okuyun, onunla tanışın, inanın ki hiç pişman olmayacaksınız. 

İşte alıntılar ve kaynakları: 
  •  “Şöhreti bu kadar hızla yakalamak çocuğun bomboş başını nasıl döndürmesin ki... 
  • Avcıların dağ horozunu çağırmak için onun sesini taklit etmesi.
  • Satrançta da, aşkta olduğu gibi, bir eşe ihtiyaç vardır...
  • Her karşıt fikir sanki kendisine yapılmış düşmanca davranış, hatta kendisini aşağılayan bir tavırmış gibi görerek alınganlık gösteriyordu" (Satranç)
  • “İçeri akan gözyaşları dışarı akandan daha çok acı verir…
  •  Sanıklar en çok, sır saklamaktan ötürü, suçlarının açığa çıkacağı endişesiyle acı çekerler...
  • Bazen hâkimler sanıktan daha çok acı çekerler...
  • Utanç da bir tür korkudur, fakat daha iyi bir korku" (Korku)
  • “Bir kez kendini bulmuş insanın bu dünyada kaybedecek hiçbir şeyi yoktur. 
  • Ve kendi içindeki insaniyeti bir kez anlamış olan, bütün insanları da anlar." Olağan Üstü Bir Gece)
  • “Yarım gerçek faydasızdır, sadece gerçeğin tamamı anlatmaya değerdir.
  •  Minnet duygusu tatlıdır, zira nadir bulunur, sunduğu kişiye kendini iyi hissettirir."(Bir Kadının Yaşamından Yirmi Dört Saat)

Yazarın diğer yazıları için tıklayınız

17 Şubat 2017 Cuma

Prof. Dr. Kenan Gürsoy Felsefe Atölyesi



İnsanoğlu sürekli olarak içindeki “ben” ile konuşur/didişir, bazen kendisini haklı görüp mutlu olur, bazen haksız bulup mutsuz… Mutsuzlukların arttığı an ve zamanlarda insanın kendisi ile konuşup, didişmesi daha da çoğalır. İşte ülke ikliminin çokça mutsuzluk yaşattığı bu günlerde her insan gibi ben de ne yapabilirim diye bir arayışa girdim. Bu arayış sonucunda bir etkinlikle karşılaştım, katıldım, sevindim ve kendimi şanslı görüp, kutladım.

Hani Orhan Pamuk “Yeni Hayat” romanını “Bir gün bir kitap okudum ve bütün hayatım değişti.” Cümlesi ile başlatır ya… Bazen insanda izler bırakır; karşılaştıkları, yaşadıkları, yaptıkları, kararları…

Ben de okuduğum bir duyurudan yola çıkarak öyle vardım “Prof. Dr. Kenan Gürsoy Felsefe Atölyesi“ne…

Atölyedeki söyleşi etkinliğimiz, Kadıköy Kozyatağı Kültür Merkezi’nde her Perşembe yapılmakta olup, tüm günü kapsar, saat/dakika sınırlaması yoktur ve  yıl boyunca sürecek…

Prof. Dr. Kenan Gürsoy’un yönetiminde kurulan fakat katılımcıların yönetim ve denetiminin eksik olmadığı bir oluşum  “Felsefe Atölyesi”. 11 yıl öncesine dayalı bir geçmişi ve bu süreçte ustalaştırdığı bir de çekirdek grubu varken, her yıl benim gibi acemileri de arasına katarak gelişip, büyüyen bir grup bizim atölyemiz. Burada herkes bulunduğu yerden başlayıp eğitimle yol alır. Yani “Atölye” sözcüğünün anlamına uygun ve uyum içinde...

Bu tür etkinliler daha çok sınıflarda, amfilerde ve arenada yapılır. Oysa bizim etkinlik “Atölye” olarak isimlendirilmiş, ben asıl bu ismi çok sevdim. Çünkü atölyedeki eğitimde; usta çırak herkesin elinde bir aleti, önünde bir masası/kürsüsü, yapılan işte de herkesin katkısı, herkesin bir emeği vardır. Yani atölyede bireyin özgürlüğü, özgünlüğü ve özgüveni var. Ve en önemlisi atölyede, “öğretmen merkezli” veya “tek bir kürsü merkezli” eğitime son veriliyor.

Ben bir eğitimci olarak; özgünlüğü özendirmeyen, ezberciliği özendiren, sorup sorgulamayan, öğretmen merkezli eğitim anlayışını istemediğim gibi, popülist, sen söyle sen işit ve hamaset kokan söylemleri de sevmiyorum.

İşte bizim felsefe atölyemiz uygulamalarıyla, tüm bu istenmeyen durumları ortadan kaldırmış:

Kimi sazı-sözü, kimi cetveli-pergeli, kimi inancı-anlayışı, kiminin elinde torunun resmi, kiminin koltuk altında kitabı-ders notları… Herkes dakik bir öğrenci coşkusuyla bekler bu buluşma günü ve saatini.  

Ve bir de hiçbir maddi karşılık beklemeden/almadan, yağmur, kar, fırtına dinlemeden, köprüler, tüneller, tüp geçitler geçip, İstanbul’un trafiğine meydan okuyarak her Perşembe aramıza katılan grup liderimiz Sn. Kenan Gürsoy var.    

Kendisine “Hayat Bilgisi Öğretmeni” dediğim grup liderimiz Sn. Kenan Gürsoy ve diğer grup arkadaşlarımızla zaman zaman görüş farklılıklarımız olduğu, eleştirip, eleştirildiğimiz de oluyor.

Fakat sonuç olarak burada; tüm farklılıklar kabul ve saygı görüyor, tüm karşıtlıklar tartışılıp uzlaşı ve çözüm aranıyor.    

Çocuklu/gençlik çağımda henüz TV yoktu, radyoda da “arkası yarın” saatinde tutkunu olduğum ve heyecanla beklediğim tiyatrolar olurdu, şimdi de o isteklilikle Perşembe günkü “Felsefe Atölyesi” söyleşilerini bekliyorum.

Dilerim ki bu örnek atölyemiz, gelişerek nice yıllara ulaşsın…  



Yazarın diğer yazıları için tıklayınız